İnsanın yaradılışı sorumluluk esası üzerine kuruludur. Alemde sorumluluk yüklenme bilincine sahip olan tek varlık insandır. İslâm alimleri, Mukaddes Kitabımız’daki “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, endişeye düştüler. Ama insan onu yüklendi.” (Ahzab/72) ayet-i kerimesinde söz konusu edilen emanetin, en genel anlamda “sorumluluk” olduğunu belirtirler.
Bu sorumluluğun en önemli boyutunun ne olduğunu yine Cenab-ı Mevlâmız bildiriyor: “Ben cinleri ve insanları sırf beni tanıyıp, yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat/56)
Ancak insanın sorumluluğu, kendini bütün varlıklardan azade görerek yalnızca Rabbi’ne boyun bükmekten ibaret değildir. Bilakis, insanın Rabbi’ne karşı sorumluluğu, O’nun yarattıklarına karşı sorumluluğu da ihtiva eder.
Hatta diyebiliriz ki, yeryüzünde tüm insanlara, hayvanlara, tabiata yani bütün varlıklara karşı işlenen cürümlerin temel sebebi; insanoğlunun Yaratıcı’sına karşı sorumluluğunun idrakinde olmamasıdır.
Şunu bilmemiz gerekiyor: Bütün yerler, gökler ve içindekiler, Rabbimiz’in lütfu olarak insanoğlunun hizmetine, faydalanmasına verilmiştir. Onun ihtiyaçları için feda edilmiştir. İnsan herşeyi ile hazır bir aleme getirilmiş ve kendisine üstün kabiliyetler, geniş yetkiler verilmiştir. Bütün bunların sonucunda da kendisinden iki büyük vazife beklenmektedir.
Bu vazifelerin birincisi, kainattaki bunca rahmeti görüp, hikmeti anlayıp, sahibini tanımak, ona teslim ve emirlerine tabi olmaktır.
İkincisi de, bu teslimiyetin bir sonucu ve akl-ı selimin gereği olarak, canlı-cansız varlıklara edeple muamele etmek, yaradılış hedefine uygun kullanarak şükretmektir.
Yüce dinimiz İslâm, işte bu iki sorumluluk alanı ile ilgili vazifeleri, edepleri, doğru anlayış ve doğru uygulamayı bütün insanlığa öğreten ilâhî bir reçetedir.
Bu kapsamda, insanın diğer insanlara ve içinde yaşadığı topluma karşı vazifeleri dinimizde çok önemli bir yer tutar. İslâm, sağlıklı ve huzurlu bir toplum yapısı için çok önemli emir ve tavsiyelerde bulunur.
Mücellâ dinimizin bize öğrettiği, emir ve tavsiye ettiği dayanışma ahlâkının en önemli unsurlarından biri, infak yani Allah için harcamadır. İnfak, insanın kendisine ihsan edilen nimetleri irade ve sevgiyle Allah rızası için başkasına vermesidir. İnfakın her zerresi ilâhî rahmeti çekmekte ve sahibinin yüzünü Allah Tealâ’ya çevirmektedir.
Bütün hayırların temeli Cenab-ı Hakk’ın tevfik ve hidayetidir. Mevlâ bir kalbi açar ve muhabbetiyle doldurursa, o insan bütün güzelliklerin menbaı olur. Şunu da belirtmek gerekir: Bir kişinin kalbi açılmadan eli açılmaz. Müminin kalbine yerleşen iman nurunun, kalpten çıkaracağı ilk şey şirkten sonra cimriliktir.
Rahman sıfatıyla bütün mahlukata rahmet eden, kendisini inkâr edenlere dahi hayat ve nimet veren Allah’a inanan bir müminin, diğer mümin kardeşlerine karşı kalbi katı ve eli sıkı olamaz.
Yeryüzünde ilâhî rahmetle emrine verilen hayvanların her birinden türlü şekilde istifade eden bir insan, onlardan gördüğü ikramın daha güzeliyle başkalarına bir fayda veremiyor ve en azından onlar kadar olamıyorsa, nasıl kibirlenip gururlanabilir?
Cenab-ı Hakk’ın bütün kainata Rahman ve Rezzak sıfatlarının tecellilerini görüp, O’nun güzelliğine hayran olmamak mümkün değildir. Binlerce varlık vasıta edilerek ulaştırılan bunca ikram ve iyiliğe karşı nankörce davranmak, kendisine ihsan ve iyilik edildiği gibi, kendisi de ihsan ve iyilikte bulunmamak, müminin ahlâkı olamaz.
Bir insan hem mümin, hem cimri olamaz. Hep kendisini düşünüp, komşusunu ve din kardeşini unutamaz. Mümin, maddi olarak verecek hiçbir şeyi bulunmasa bile, kalbinden iyilik hesabı, gönlünden hayır duası, dilinden samimi selamı ve yüzünden sıcak tebessümü eksik etmemelidir. İmanı ve irfanı onu ihsana sevketmelidir.
Fahr-i Cihan A.S. Efendimiz, “Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bir kul kendisi için istediği hayırları din kardeşi için de istemedikçe, hakiki iman etmiş sayılmaz.” (Buharî, Müslim) buyuruyorlar.
Müminin haram mala ve hileli kazanca göz dikmeden edep ve iffetle elindekine kanaat etmesi, helal kazancını haramda kullanmaması da bir cömertlik ve mertliktir. Kimseye birşey veremeyecek kadar fakir olan müminin zulüm ve hile ile kimsenin malına el sürmemesi de böyledir.
Dinimizin bizleri sorumlu kıldığı ahlâka göre mümin, kardeşine kendi nefsi gibi sahip çıkmak ve onunla elindekini paylaşmak zorundadır. Zekât, sadaka, hibe, hediye gibi harcamalar, her müminin yapabileceği cömertlik çeşitlerindendir. Asıl cömertlik, bir müminin diğer mümin kardeşini kendi nefsi gibi görüp gözetmesi, kendisi için sevdiği hayırları onun için de istemesidir. İşte bu ahlâk ileri derecede bir imanın meyvesidir.
İnsanlara karşı bu derecede bir sevgi ve sahiplenme ahlâkı, bugünün maddeci anlayışı için hayal gibi gözükse de, gerçek İslâm terbiyesi almış bir insan için bir hayat şeklidir. Bunun her dönemde örnekleri çoktur.
Ashab-ı Kiram, kardeşini kendi gibi sevme ve nefsi gibi gözetme makamında idi. Medineli müslümanların Mekke’den gelen muhacir kardeşleri için yaptığı fedakârlık ve ikram, dünya tarihinde müslümanların dışında hiçbir toplumda görülmemiştir, görülemez de. Çünkü onların yaptıklarına, ancak kalbi tamamen kuşatan ilâhî aşk ve tam bir ihlâsla güç yetirilebilir. O ilâhî aşk ve ihlâs da, sadece Fahr-i Alem A.S.’ın rehberi olduğu iman, takva ve edep mekteplerinde elde edilir.
Müslümanlar arasındaki bu en üst seviyedeki yardımlaşma ve cömertliğe “isar” denir. İsar, kendisi ihtiyaç içinde iken kardeşini tercih etmek, önce onun ihtiyacını gidermektir. Habib-i Edib A.S.’ın ahlâkı bu idi. O’nun yüksek terbiyesinde yetişen Ashab-ı Güzin de bu ahlâka sahiptiler. Cenab-ı Mevlâ, “Onlar kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile başkalarını nefislerine tercih ederler.” (Haşr/9) ayetiyle, onların işte bu hallerini övüyor.
Evet, onlar kendileri muhtaç iken diğer mümin kardeşlerini tercih ediyorlardı. Bizzat çalışarak kazansalar bile, ellerine geçen nimetin asıl sahibini yakînen biliyorlardı. Kendilerini bu nimetin sahibi değil, gerekli yerlere ulaştırmakla vazifeli olarak görüyorlardı. Dolayısıyla ellerindeki nimetin mümin kardeşlerine verilmesinin Allah için daha uygun olduğunu düşünüyorlardı.
Hiç şüphe yok; onların bu anlayış ve ahlâkı, bütün müminler için kıyamete kadar taptaze kalacak bir örnektir. Hangi devir ve hangi şartlarda olursa olsun; bir mümin, sadece bir imtihan sebebi olarak verilen nimetleri kendi nefsi için israf derecesinde harcarken, Allahu Tealâ’nın kardeş kıldığı ve devamlı rahmet vesilesi yaptığı müminlere ihsan etmemesi, yardımlaşmaması, iman ve insafla bağdaşmaz.
Diğer taraftan, bir kimse dünya ve ahiret işlerinin güzel olmasını, kazancının artmasını, dağınık işlerinin toplanmasını, gönlünün rahatlamasını, akibetinin hayırla sonuçlanmasını diliyorsa, hep kendi derdine düşmemeli, diğer muhtaç kardeşlerinin yardımına koşmalı ve onların işleriyle uğraşmalıdır. Çünkü o mümin kardeşinin işleriyle uğraşırken, Rabbimiz de onun işlerini üstleniyor ve özel olarak yardımında bulunuyor. Efendimiz A.S. şöyle buyuruyor:
“Kim bir müminin dünya sıkıntılarından birisini giderirse, Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim mümin kardeşinin ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve ahirette ayıplarını örter. Bir kul din kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da ona yardım eder.” (Ebu Davud)
Zaten insanın keremi ve şerefi, diğer insanların zahmetini çekmesiyle ölçülür. Kerem sahibi insanlar, bütün maddi-manevi imkanları, her türlü mevki, sanat, fen ve zenginlikleri, Allah rızası için insanlara hizmet etmek gayesiyle isterler.
İnsanlığın en büyük kaybı işte bu keremin yok olması, üstünlüğün sahip olunan güç ve imkanlarda aranması değil mi?
Oysa, bizim toplumumuzda ve dünyanın her yerinde, insanlığın hayal ettiği güzelliklere ve huzura kavuşması, ancak sorumluluklarını hatırlaması ve anlattığımız bu ahlâkı hayata geçirmesiyle mümkün olacak.
Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun.