Aramak

Yükselme ve Alçalma Ekseninde İnsan

Gözünü ve kulağını göklere, yani ilahî olana tıkayan batılı modern insan, yatay bir genişleme arzusu ile maddi dünyayı keşfe çıktı. Modern dönem öncesi keşiflerin tersine, ilahi ve kutsal değerlerden yoksun olan bu yayılma hırsının, tarihe emperyalizm ve sömürgecilik olarak geçtiğini hepimiz biliyoruz.
En temel doğruların her fırsatta yeniden ifade ve ispatı, insanın unutkan tabiatının kaçınılmaz bir neticesidir. İnsanoğlunun yaradılışında bulunan bu unutma hali, insan kavramının anlaşılması açısından o kadar merkezi bir yere sahip ki, dilbilimciler Arapça'daki 'insan' kelimesi ile 'nisyan' yani 'unutma' arasındaki kelime ilişkisinin altını çizmişler ve insanı 'unutan varlık' olarak tanımlamışlar. Kur'an-ı Hakim’in üzerinde ısrarla durduğu bu unutkanlık (Yasin/78, Haşr/19), şüphesiz gündelik olaylardan ziyade, yaradılışın gayesi ve istikameti konusundaki en temel doğruların unutulmasına işaret etmekte. Bu unutma haline karşılık, Kur'an kendini bir 'hatırlatma' (zikr, tezekkür) olarak takdim eder: İlahi kelâm, bize nereden gelip nereye gittiğimizi durmadan hatırlatan bir 'zikir' ve bir uyarıdır. Bu sebeple hem genel, hem de tasavvuftaki anlamıyla zikir, Kur'an-ı Azimüşşan’ın ilahi mesajının sürekli hatırlanması, özümsenmesi ve nihayet o hal içre yaşanmasını ifade eder. Oysa Batılı düşünce, insanın tabiatında varolan bu unutkanlığı mutlak bir değer mertebesine yükseltti ve böylece ademoğlunu sonu gelmez bir unutkanlık haline mahkum etti.

 Ezerek Yayılan İnsan

Bu sürekli unutkanlık halinin en önemli neticelerinden biri, insanın Yaratıcısı’na yönelik olan dikey (tulî) bağının gözardı edilmesi ve herşeyin yatay (arzî) bir düzleme indirgenmesidir. İşte bunun için, modern çağ coğrafi keşifler ile başladı. Gözünü ve kulağını göklere, yani ilahî olana tıkayan batılı modern insan, yatay bir genişleme arzusu ile maddi dünyayı keşfe çıktı. Modern dönem öncesi keşiflerin tersine, ilahi ve kutsal değerlerden yoksun olan bu yayılma hırsının, tarihe emperyalizm ve sömürgecilik olarak geçtiğini hepimiz biliyoruz. Modern tarihin en kanlı sayfalarını oluşturan ve Amerika'dan Afrika'ya, Hindistan'dan Çin'e kadar yayılan emperyalizm ve sömürgeciliğin dünyevî (seküler) bir olgu olması, ademoğlunun kaybettiği bu ilahi rabıta ile doğrudan irtibatlı değil mi? Dünyaya hükmetme çılgınlığıyla dolu Batı, kendi dışındaki tüm varlıkları ve insanları bir mal, bir eşya ve sıradan şeyler olarak tanımlama konusunda hiç tereddüt göstermedi. Bütün dünyanın maddi hayatını tehdit eden çevre sorunu da bu manevi sapmadan doğdu.

 Vakti Nakte Çevirenler

Mekân konusunda yaşanan bu yanılgı hali, kendini zaman kavramının algılanmasında da gösterdi. Maddi ve teknolojik gelişmeyi insanlığın yeryüzündeki tek gayesi olarak gören ilerleme düşüncesi, insanın İlahi olandan kopuşunun en acı sonuçlarından biridir. İlahi dinler, tarihi, insanın yaradılış serüveninin ve imtihan sürecinin yaşandığı bir sahne olarak tanımlamışlar ve böylece gelişmeilerleme kavramına manevi ve fizikötesi bir anlam yüklemişlerdir. Buna mukabil modern ilerleme düşüncesi, evrim teorisinden aldığı ilham ve destek ile, tarihi yatay bir çizgiye indirgemiş; böylece tarih ve zaman kavramından, ilahi ve kutsal olanı kovmuştur. Bu bakış açısının bir sonucu olarak, bugün dünyadaki maddi ilerleme mutlak bir değer olarak kabul edilmekte, insanların ruh ve kalp dünyasındaki bozulma ve çürüme ise maddi ilerlemenin bir bedeli olarak meşrulaştırılmakta. Oysa belli bir mana ve hedeften yoksun gelişme, ancak bozulma ve çöküşe götürür. Bireysel açıdan baktığımızda da karşımıza benzer bir tablo çıkıyor. Manevi ve ahlaki tekamülden yoksun gelişme, ancak insanın hayvanî, zevk ve fücur (Şems/8) yönünün kutsanmasına yol açabilir. İnsanoğlunun gerçek manada insan olması, ancak Rabbi’ne yönelmiş bir seyr-i süluk içinde olması ile mümkündür. Bu yüzden İslam’ın anlayışına göre tarih, geride ve arkamızda değil, ayaklarımızın altındadır. Hz. Peygamber (A.S.)’ın 'iki günü bir olan ziyandadır' hadisi de, hiç şüphesiz yeryüzünde yalancı bir cennetin kurulmasına değil, bu dikey, yani manevi ve ahlâki yükselişe işaret buyuruyor.

 İnsan Sevgisi Masalı

Modern insan kavramının sahte bir hümanizm (insan sevgisi) üzerine kurulu olduğunu biliyoruz. İnsanı yeryüzünün efendisi olarak gören hümanizm, ilahi olan ile irtibatını kestiği için insanı yarı-tanrı düzeyine çıkarmış, bu dünya ve Batılı olmayan herkes üzerindeki tüm tasarrufu insana vermiştir. Burada Batı’nın yayılmasıyla çevre sorunu arasındaki irtibatı görmek hiç zor değil: Alem ve içindekiler insana Yaratıcı tarafından bir emanet olarak verilmiştir. Ama yeryüzü insanın mülkü olarak görüldüğü zaman, kutsal bir emanet olma vasfını kaybediyor ve her türlü istismara açık hale geliyor. Batılı yayılmanın insanlar üzerinde kurduğu tahakküm, modern teknoloji tarafından tabiata aynen uygulanıyor. Böylece mülkün gerçek sahibi konusundaki dini anlayış reddedilmiş oluyor. Oysa Kur'an-ı Hakim,   yerlerin ve göklerin mülkünün sadece Allah'a ait olduğunu bize ısrarla hatırlatıyor. Batı’nın sahte insan sevgisi, insanı yeryüzünün efendisi olarak tanımlar. Ama temelde dinin öğrettiği bu anlayışı, ilahi muhtevasından kopararak dünyevi çıkarları için çar-pıtır. Kur'an’ın pek çok ayetinde ifade edildiği üzere, alem insana 'musahhar' kılınmış, yani onun hizmetine verilmiştir. Dahası yeryüzü, Allah'ın ayetlerinden biri olarak insana sunulur. Böylece 'kitab-ı tedvinî' (Kur'an) ile 'kitab-ı tekvinî' (alem) arasındaki bağ ısrarla vurgulanmış olur.

 Halifelik ve Kulluk Dengesinde İnsan

Bu anlayışa göre insan, Allah'ın hem yeryüzündeki halifesi (Bakara/30), hem de O'nun kuludur (Zariyat/56). Bu iki kavram arasındaki ilişki, İslâm’ın ortaya koyduğu insan kavramının doğru anlaşılabilmesi için hayati öneme sahiptir. Hayatını bir kul ve halife olarak algılayan insan ile, ilahî olana başkaldırmış insan arasındaki fark açıktır. Birinci insan tipi, hakları itibarıyla kendini bir halife olarak görürken, sorumlulukları itibarıyla kendini bir kul olarak görür. Bütün alem ve içindekiler kendisine bir emanet olarak verildiğinden ve dahası Allah'in ayetleri olduğundan, çevresiyle, tabiatla, diğer insanlarla, kendisiyle ve asıl önemlisi Rabbi ile barış içindedir. Bu bakış açısının bir neticesi olarak Sufiler, modern bilim ve felsefenin tersine tabiata cansız nesnelerden ibaret bir yığın olarak değil, canlı ve anlamlı bir varlık olarak yaklaşırlar. Bu yüzden kuşlarla, ağaçlarla, rüzgarla, yağmurla konuşmayı öğrenmişlerdir. Bir Yunus'un, Mevlâna'nın yahut Niyazi Misrî'nin şiirini bu manevi çerçeveyi bilmeden anlamak mümkün değildir. Oysa Batı’nın sahte insan sevgisinin bir ürünü olan modern bilim, gerçekliği maddeye ve sayılara indirgediğinden, tabiat artık Allah'ın ayetleri olarak görülmemekte; böylece hergün onlarca hayvan ve bitki türünün ortadan kalkması, normal ve meşru bir hadise olarak kabul edilmektedir.

 Gerçek İnsan: İnsan-ı Kâmil

Kendini dünyaya adamış insan, normal bir ruh halinden mahrumdur. Zira kendini bir taraftan sıradan bir canlı, arzu ve güdülerine esir olmuş bir varlık olarak gören, öte yandan yeryüzünün efendisi ilan eden insan, anormal bir ruh hali içerisinde yaşıyor demektir. Buna mukabil, kendini hem kul hem de halife olarak gören normal insan, hayatın anlam ve hedefi konusunda tutarlı bir bakış açısına sahiptir. Yaradılışın nihai gayesi dünyaya hükmetme değil, Yaradan’ın rızasına yükselme olduğundan, normal insan olmanın yolu 'insan-ı kamil' olma yoludur. İlahi isim ve sıfatların tecelli ettiği insan-ı kamil, insan oluşun standardını belirleyen örnek modeldir. Bir başka ifadeyle insan-ı kamil, yücelikle pespayeliğin, halife ile kulun, irade ile teslimiyetin, celâl ile cemalin birleştiği model insanı ifade eder. Bu yüzden Kur'an Hz. Peygamber'e atıfta bulunurken 'usve-yi hasene', yani en güzel örnek ifadesini kullanır. Son bir nokta: İki insan tipine ilişkin olarak genellikle modern batılının aktif ve yaratıcı, geleneksel doğulunun ise pasif ve taklitçi olduğu söylenegelir. Oysa bir düşünürün altını çizdiği gibi; Doğu, muazzam bir mirasın üzerinde uyuyarak pasif bir şekilde çökmekte, Batı ise sürekli hareket sloganıyla aktif bir şekilde çökmektedir. Gerçekte, hareketten yoksun tefekkür ve teslimiyet ne kadar faydasız ise, sükunet ve teslimiyetten arındırılmış hareket de o kadar temelsizdir. Kur'an’ın tasvir ettiği insan, kendi varlığında eşyanın zıt kutuplarını birleştirebilen, böylece onları aşarak kemâl, yani insan-ı kâmil mertebesine ulaşmaya aday olan insandır. Bu insan bir yönüyle kul iken, diğer yönüyle halifedir. Bir yandan aktif, yaratıcı, seçici ve verici olan, yani Celâl sıfatlarının tecelligâhı olan müslüman, öte yandan Cemal sıfatlarının bir tecelligâhı olarak alıcı, teslimiyet sahibi ve ilahi irade karşısında pasiftir. Bu yüzden mümin geçici olan ile ebedi olan arasında, yer ile gök arasında, dünya ile ahiret arasında denge kurabilmiş insandır. Yani itidal üzere yaşamasını bilen insandır. Dünyanın ve hepimizin kurtuluşu ancak böyle bir denge insanı ile gerçekleşebilir.  
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy