Bugün bilgi büyük bir güç, bunu çok iyi anlayabiliyoruz. Bilginin dokunmadığı hiçbir alan yok.
İnandıklarımız, yapıp ettiklerimiz, bütün yaşantımız bildiklerimizin birer neticesi. Bu yüzden kesin olarak kabul etmeliyiz ki öğrenmek ve bilmek zorundayız; hem dünyamız hem âhiretimiz için.
Maalesef bugün sorumlu olduğumuz bilgilerden çok bizi ilgilendirmeyenlerle meşgulüz. Oysa bizim için hayatî önem taşıyan bilgilerden cahil kalmamız ebedî hayatımızı hüsranla sonuçlandırabilir. Ayrıca daha dünyada kalbimizi daraltıp hayatı sırtımızda bir yüke dönüştürebilir.
Konuyu, İmam Gazâlî hazretlerinin ölümsüz eseri
İhyâu Ulûmi’d-Dîn’den uyarlayarak sunuyoruz.
Zamanın birinde babaları vefat eden iki kardeş kendilerini Allah yoluna adamak istedi. Kardeşlerden biri;
– Ben önce gidip ilim öğreneceğim. Âlim olduktan sonra da kendimi ibadete vereceğim, dedi. Diğer kardeş;
– Acaba ilim öğrenecek kadar vaktimiz var mı? Ben en iyisi hemen ibadete başlayayım, dedi.
Biri senelerce ibadetle, diğeri ilimle meşgul oldu. Bir zaman sonra ilim öğrenmeye giden kardeş, âbid kardeşini ziyaret etmek istedi.
Yanına gidince kardeşinin halinden devamlı ibadetle meşgul olduğunu anlayıp sevindi. Fakat sarığının ucundan siyah bir şey sarktığını gördü. Dikkatle bakınca bunun bir fare kuyruğu olduğunu anladı. Kardeşine;
– Bu sarığındaki nedir, diye sordu. Kardeşi dedi ki:
– Faredir. Ben namaz kılarken bu fare devamlı önüme gelir, beni meşgul eder, ibadetimden alıkoyardı. Bir gün dayanamayıp onu öldürdüm. Fakat sonra vebale girdiğimi düşündüm. Belki bu vebalden kurtulurum diye de onu sarığımın içine koydum. Senelerdir oradadır.
– Peki, bunca sene namazlarını sen bu fareli sarıkla mı kıldın?
– Evet.
Bu cevap üzerine âlim olan kardeş;
– Hayvan leşi necistir. Bu leşle namazların sahih olmaz, diyerek yaptığının yanlış olduğunu belirtti. Çünkü şer’an necis, yani pis sayılan şeylerden temiz olmak namazın farzlarından biridir. Bu farzları öğrenmek de her Müslümana farzdır.
Bu hikâye abartılı gelebilir. Fakat ibadet hayatımız dâhil, yapıp ettiklerimizde cehaletimizden kaynaklanan yanlışları düşündüğümüzde hikâyede verilen mesajın doğruluğu anlaşılır.
En büyük makam
Allah Teâlâ ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Oku, yaratan Rabbin’in adıyla. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir.” (Alâk 1-3)
Okumak ilmin anahtarıdır. Resûl-i Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ümmî idi, yani okuma yazma bilmezdi. Fakat Allah Teâlâ’nın ona ilk emri “Oku, yaratan Rabbin’in adıyla” oldu.
Burada okumanın sadece kitap okumakla sınırlı olmadığını; kişinin kendisine, olan bitene ve nihayet bütün yaratılmışlara anlamak, öğrenmek ve Rabbi ile irtibata bir vesile kılmak maksadıyla bakması olduğunu söyleyebiliriz.
Allah Teâlâ başka bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Allah adaleti ayakta tutarak kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de buna şahitlik ettiler.” (Âl-i İmran 18)
Burada Allah Teâlâ birliğine şahit olarak önce zâtını sonra melekleri ve daha sonra da ilim sahiplerini zikretti. İlmin şeref ve faziletini anlamak için bu ayet-i kerime bile tek başına yeterlidir.
Yine başka bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 9)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:
“Allah kime hayır vermeyi dilerse onu dinde fakih (sahih anlayış ve yaşayış sahibi) yapar.” (Buhârî, İlim, 10; Müslim, İmâret, 175)
Başka bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1)
Peygamberlikten üstün bir rütbe olmadığı için bu rütbeye vâris olmaktan daha şerefli bir makam da yoktur.
Başka bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:
“Âlimin âbide üstünlüğü, benim ashabımdan en aşağı derecede olana üstünlüğüm gibidir.” (Ebû Davud, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19)
Görülüyor ki Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem ilmi peygamberlik rütbesine yaklaştırıyor. İlimden yoksun bir amelin derecesini de daha aşağı düşürüyor. Hâlbuki âbidin sürekli yapıp durduğu ibadet tamamen ilimsiz de değildir. Çünkü hiç bilmiyor olsa zaten ibadeti olmazdı. Dolayısıyla ilimde rütbe sahibi olmak en büyük fazilettir.
Hicri ikinci asrın büyük sûfî âlimlerinden Abdullah b. Mübarek rahmetullahi aleyhe;
– Kâmil insanlar kimlerdir, diye sorulunca;
– Âlimlerdir, dedi.
– Hakiki sultanlar kimlerdir, diye sorulunca;
– Zâhidlerdir (gönlünü dünyadan çekip Mevlâ’ya verenlerdir), dedi.
– Düşük seviyeli insanlar kimlerdir, diye sorulunca da;
– Din üzerinden dünya malı yiyenlerdir, dedi.
Görüldüğü gibi Abdullah b. Mübarek rahmetullahi aleyh âlimden başkasını kâmil insan olarak saymıyor. Çünkü insanı hayvandan ayıran özellik ilimdir. İnsan kendisiyle şeref bulduğu şeyle insandır. İnsanın üstünlüğü beden kuvvetiyle değildir. Öyle olsaydı deve daha üstün olurdu. İnsanın şerefi yiğitliği ile de değildir. Çünkü aslan ondan daha yiğit ve atılgandır. İnsan bunlar için yaratılmadı. Onun asıl yaratılış gayesi Hakk’ı ve hakikati bilmektir.
Zâhid sûfîlerden Ebû Muhammed el-Mevsılî rahmetullahi aleyh bir mecliste;
– Yemekten içmekten kesilen hasta ölmez mi, diye sordu. Yanındakiler;
– Evet ölür, diye cevap verdiler. Bunun üzerine Mevsılî rahmetullahi aleyh dedi ki:
– Kalp de böyledir. Üç gün ilim ve hikmetten mahrum bırakılırsa ölür.
Bedenin gıdası yiyecek olduğu gibi kalbin gıdası da ilim ve hikmettir, hayatı onlara bağlıdır. Kim ilimden mahrum kalırsa onun kalbi hastadır ve ölümü kaçınılmazdır. Fakat insan bunu hissetmez. Çünkü aşırı korkunun yaranın acısını bastırdığı gibi dünya sevgisi de onun bu hissini köreltmiştir.
Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“Kıyamet günü âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır; âlimlerin mürekkebi daha ağır gelir.”
Abdullah b. Mesud radıyallahu anhu demiştir ki:
“İlim kaldırılmadan önce onu öğrenmeye bakın. İlmin kaldırılması onu nakleden âlimlerin vefat etmesidir. Canımı tenimde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda şehit olan birtakım insanlar kıyamet günü âlimlere verilen ikramları gördüklerinde Allah Teâlâ’nın kendilerini âlim olarak diriltmesini (dünyaya gelip âlim olarak ölmelerini) arzu edeceklerdir. Şüphesiz kimse âlim olarak doğmadı. İlim ancak çalışıp öğrenmekle elde edilir.”
Hadis-i şerifler başta olmak üzere kaynaklarımızda “ilim” ve “talep” kelimeleri çok defa bir arada zikredilir. Talep, istemek demektir. Hayatta kıymet verilip istenen şeyler üç başlık altında incelenebilir:
1. Kendisinden başka bir şey için istenen. Mesela altın ve gümüş. Aslında bunlar birer madendir. Bu halleriyle bir fayda vermezler. Eğer Allah Teâlâ onları ihtiyaçları gidermeye vasıta yapmasaydı demirden farkları olmazdı.
2. Bizzat kendisi için istenen. Âhiret saadeti ve Allah Teâlâ’nın cemaline bakmak buna örnektir.
3. Hem kendisi hem de başka bir sebep için istenen. Vücut azalarının sıhhat ve afiyet içinde olması da buna örnektir. Mesela ayağın sağlıklı olması, bir taraftan vücudun acıdan uzak olması, diğer taraftan yürümek ve diğer ihtiyaçları görmek için istenen bir durumdur.
Bizzat kendisi için istenen şey başkası için istenenden daha üstündür. Bu açıdan ilme bakarsak onu kendi zatında tatlı bulursun. O zaman ilim kendisi için istenecek bir şeydir. Ayrıca âhiret saadetine ulaşmaya bir vesile ve Allah Teâlâ’ya yaklaşmaya bir vasıtadır. Bu saadete ancak ilimle ulaşılır.
İnsan için en büyük makam ebedî saadete ulaşmaktır. Onun için en faziletli şey de buna vesile olandır. Ebedî saadete ancak ilim ve amelle ulaşılır. Amel de onu nasıl yapacağını bilmekle yapılabilir.
Dünya ve âhiret saadetinin aslı ilimdir. İlim amellerin en faziletlisidir. Her şeyin kıymeti neticesi ve meyvesiyle bilinir. İlmin neticesi Âlemlerin Rabbi’ne yakınlaşmak, meleklerin arasına katılmak ve yüce melekler topluluğu ile birlikte bulunmaktır. Bu ilmin âhirette gerçekleşecek neticesidir. Dünyadaki neticesi ise şudur: İnsan ilimle kıymet ve vakar kazanır. Hürmet görür.
Muaz b. Cebel radıyallahu anhu ilim öğrenmek ve öğretmek hakkında demiştir ki:
“İlim öğrenin. Allah için ilim öğrenmek kula Allah korkusu kazandırır. İlim öğrenmek ibadet, onu müzakere etmek zikir, ondan bahsetmek cihad, onu bilmeyenlere öğretmek sadaka, ilim ehline yardım etmek Allah’a yakınlıktır.
İlim cennet yolunu aydınlatır. İlim sayesinde Allah Teâlâ bazı insanları yüceltir. Onları hayırlarda ve hidayet yolunda önder yapar. İnsanlar arasında onların eserleri anlatılır, yaptıkları örnek alınır, görüşlerine başvurulur. Melekler onların dostluğuna heves ederler, kanatlarını üzerlerine gererler. Denizdeki balıklara, karadaki canlılara, gökteki yıldızlara varıncaya kadar her şey âlimler için Allah Teâlâ’dan mağfiret dilerler. İlim körelmiş kalpler için hayattır. Karanlık karşısında ışıktır, zayıf beden için kuvvettir.
İlim, köleyi hürlerin derecesine ve hükümdarlar meclisine ulaştırır. İlmî bir meseleyi tefekkür gündüz orucuna, onu müzakere etmek gece ibadetine denktir. Helal ve haram ilimle bilinir, akraba hukuku ilimle korunur. İlim öncüdür, amel ona tâbidir. İlim iyilere ilham edilen bir nimettir. Hak yoldan sapanlar ondan mahrumdur.”
Farz ilim hangisi?
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“İlim öğrenmek her Müslümana farzdır.” (İbn Mâce, Mukaddime, 17; Beyhakî, Şuabü’l-İman, nr. 1664-1666)
Bu hadis-i şerif meşhurdur. Farz olan ilmin hangisi olduğu konusunda âlimlerin ortak kararı şudur: Kişinin iman, ibadet ve muamelât konularında kendisine gerekli olanı öğrenmek. Buna kısaca âhiret ilmi diyebiliriz.
Âhiret ilimleri iki kısma ayrılır. Bunlar muamele ve mükâşefe ilmidir. Mükâşefe ilmi, aklın ve duyuların yetersiz kaldığı ilâhiyat konularında doğrudan, Allah’ın tecellilerine mazhar olarak bilgi edinmektir. Hak tâliplerinin nihaî maksadı ve sıddıkların en yüce hedefi budur.
Muamele ilmi ise bildiğimiz öğrenme biçimidir. Bu da zâhirde azaların, bâtında kalbin amelleriyle ilgilidir. Hadis-i şerifte farz olarak zikredilen sadece bu ilimdir.
Ayrıca farz ilim farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olmak üzere iki kısımdır. Farz-ı ayn her Müslümanın öğrenip bilmesi ve amel etmesi gereken şeylerdir. Farz-ı kifâye ise bazı Müslümanlar tarafından yapılınca diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu farzdır. Hadis-i şerifteki farz ilimden farz-ı ayn olan ilim kastedilmektedir.
Akıl sahibi ve bâliğ olan her Müslüman bu ilimleri öğrenmelidir. Çünkü artık bu kişi imanından ve yapıp ettiklerinden sorumludur. Helal ve haramlara dikkat etmelidir. Yaptığı her şey Kirâmen Kâtibin melekleri tarafından kayıt altına alınmaktadır. Kişi amelle yükümlü hale geldiyse artık amel edebilmesi için ilim öğrenmesi gerekir.
Bir Müslüman temel olarak üç grup şeyden sorumludur:
• İman edilmesi gereken esaslar,
• Yapılması gereken farzlar,
• Terk edilmesi gereken haramlar.
Önce iman
İman edilmesi gereken esaslar, farz olan ilimlerin başında gelir. Bunlar temel olarak “akâid ilmi” altında toplanır. Bu esaslar başlıca şunlardır: Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatları, peygamberler, kitaplar, melekler, kader, kaza, âhiret, hesap, ceza, cennet, cehennem gibi konular. Her Müslüman bunları bilmelidir.
Bir Müslümanın detaylarını bilmese de bu esaslara topluca iman etmesi onu dünyada sorumluluktan kurtarır. Çünkü artık iman etmesi gereken temel esasları bilip kabul etmiştir. Bu esasların her birini detaylıca bilmek, taklidi tahkike çevirmek ise buna güç yetirenler için büyük bir fazilettir.
İmanla ilgili kalbe gelen şüphe ve tereddütleri tanıyıp giderecek kadar ilim öğrenmek farzdır. Mesela bir Müslümanın kalbine kelime-i şehadetin manası yani Allah’ın birliği ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin peygamberliği hakkında bir şüphe gelirse onu gidecek kadar ilim öğrenmesi farzdır. Kalbine böyle bir düşünce gelmese ve kelâmî konuları detaylı bir şekilde bilip tahkik üzere inanmadan ölse, bütün âlimlerin ittifakı ile Müslüman olarak ölmüştür.
İtikadı ilgilendiren şüphe ve tereddütler bazen insanın kendi tabiatından kaynaklanır, bazen de bulunduğu çevredeki insanlardan işiterek oluşur. Müslümanın haram olan bu bâtıl düşünce ve fikirlerin cevaplarını bilmesi gerekir. Çünkü bunları bilmeyen kişinin yanlış düşüncelere dalması kaçınılmazdır. Eğer o kişi akâid ilmiyle ilgili yersiz tartışmaların yaygın olduğu ve insanların bid’atları konuştuğu bir beldede bulunuyorsa, büluğa erdiği ilk günlerde bu haramlara karşı bilgilenmeli ve onlardan korunmalıdır. Eğer kalbine bâtıl bir görüş atılmışsa onu kalbinden gidermesi farzdır. Haram fiil ve fikirler kalbe yerleşmeden giderilmelidir. Yoksa tedavisi çok zor olur.
Kalbin sıhhati için
İman esasları kalbin kabulü ile ilgilidir. Bu yüzden kalbin manevi yönden sıhhatli olması son derece önemlidir. Genelde insan kötü düşünce, gösteriş ve haset gibi kalbî hastalıklardan uzak duramaz. Bu durumda insanı helak eden bu şeyleri öğrenip kalpten söküp atmak gerekir. İman nuru ve kalp şuuru da bu yönde artar ve eksilir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Üç şey helak edicidir:
• Tâbi olunan cimrilik,
• Nefsin istek ve yönlendirmelerine uymak,
• Kişinin kendini beğenmesi (ve insanları küçümseyici bir tavra girmesi).”
(Bezzar, Müsned, nr. 80; Taberânî, es-Sağîr, nr. 5750)
Kalple işlenen birçok büyük günah vardır. İnsanı helak eden bu manevi hastalıkları bilmek ve kalbi onlardan temizlemek farz-ı ayndır. Şirk, riyâ, kibir, kendini beğenme, haset, dünya sevgisi, cimrilik, tamah, insanları küçümseme gibi hastalıklar bunların başında gelir.
Kalbî hastalıkları söküp atmak ancak ne olduklarını, sebeplerini, alametlerini ve ilacını bilmekle mümkün olur. Kötülüğü bilmeyen kimse içine düşer. İlaç, hastalığı zıddı ile tedavi etmektir. Hastalık ve sebebi tanınmadan tedavi nasıl mümkün olur?
İnsanların çoğu kendilerini ilgilendirmeyen gereksiz şeylerle meşgul olduğundan bu hastalıkları tanımayı ve tedavi etmeyi ihmal etmişlerdir. Hatta birçok kimse namazın farzlarını öğrendiği halde kalple ilgili farzlardan olan huşûyu bilmiyor. Namazın sevap ve faziletini götüren kibir, gösteriş, ameli beğenme, ameli büyük görme ve gaflet gibi birçok manevi hastalıklara aldırış etmiyor, tedavisi için uğraşmıyor.
Allâme İbn Hacer el-Heytemî rahmetullahi aleyh şöyle buyuruyor:
“Kalpte işlenen bâtınî günahlar azalarla zâhirde işlenen günahlardan daha tehlikeli, daha devamlı ve daha tesirlidir. Çünkü şirk, riyâ, kibir ve haset gibi bâtınî günahlar, işleyeni zalim ve fâsık yaptığı gibi iyi amelleri de yok eder. Diğer günahlar arada bir yapıldığı halde kalbe yerleşen günahlar ona müptelâ olan kimseden hiç ayrılmaz. Mesela bir hırsız devamlı başkasının malını çalamaz. Bir içki müptelası durmadan şarap içemez. Bir eşkıya dakika başı yol kesip can yakamaz. Hâlbuki kibirli bir insandaki kibir ve kendini beğenme hali ondan hiçbir halde ayrılmaz. Hasetle içi yanan kimse bir an olsun ondan kurtulamaz. Otururken, yürürken, konuşurken, yerken, içerken, herhangi bir iş yaparken, hatta namaz kılarken, sohbet ederken, zikir çekerken bile bu hastalık kendini gösterir. Zâhirî azalarla işlenen günahlar güzel bir tevbe ve istiğfarla temizlendiği halde kalbe yerleşen günahlar tevbe ve istiğfardan sonra güzel bir terbiye ile temizlenebilir. Şu halde bu tür günahları tanımak ve onlardan sakınmak diğerlerinden daha önemlidir.
(İbn-i Hacer el-Heytemî, ez-Zevâcir an İktirâfi’l-Kebâir, I, 49)
Ameller ve ihlâs
Allah Teâlâ ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Kim de sâlih ameller işlemiş bir mümin olarak Rabbi’nin huzuruna varırsa işte onlar için yüksek dereceler vardır.” (Tâhâ 75)
Başka bir ayet-i kerimede de şöyle buyuruyor:
“Şüphe yok ki ben, tevbe edip inanan ve sâlih ameller işleyen sonra da doğru yol üzere devam eden kimse için son derece affediciyim.” (Tâhâ 82)
İmandan hemen sonra ameller gelir. İlim tek başına yetmez. Amelsiz ilmin hiçbir faydası yoktur. Kişinin bildikleriyle amel etmesi farzdır.
Fakat ilim ve amel de yetmez. Amel ihlâssız olursa, yani sırf Allah rızası için değil de bir başka sebeple olursa bu da doğru değildir. Bu zaten riyadır. Dolayısıyla ilim, amel ve ihlâs birbirinden ayrılmaz bir bütündür.
Allah Teâlâ ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Hâlbuki onlar ancak ihlâsla Allah’a ibadet etmekle emrolundular.” (Beyyine 5)
Ayet-i kerime amellerde ihlâslı olmanın farz olduğunu beyan ediyor. İhlâsla yapılmayan amellerin insana hiçbir faydası olmaz. İhlâs farz olduğu gibi, onu ortadan kaldıran şirk, riyâ, gösteriş, kendini beğenme, kibir gibi manevi hastalıkları bilip onlardan sakınmak da farzdır. Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlayan şeyler de farz hükmündedir.
Her müminin sorumlu olduğu ameller vardır. Bunlar başlıca namaz, oruç, zekât ve hacdır. Her mükellef bu ibadetlerin detaylarını bilmek zorundadır. Çünkü farz olan bir ibadetin şartları ve rükûnleri bilinmeden yapılırsa o ibadet sahih olmaz.
Mesela namaz için gerekli olan tahareti, namaza engel olan kirleri ve bunları giderme yollarını, abdest ve guslün farzlarını öğrenmek farzdır. Namaz içinde farz olan kıraati yerine getirmek için yeterli miktarda Kur’an ayetlerini düzgün bir şekilde öğrenmek ve ezberlemek de farzdır. Sorumluluk çağında olan bir kadının özel hallerine dair hükümleri öğrenmesi farzdır. Ramazan ayına ulaşan bir müminin oruçla ilgili gerekli bilgileri, orucu bozup kaza ve kefaret gerektiren durumları öğrenmesi gerekir. Hastalık, yolculuk, ihtiyarlık, hamilelik gibi dinen kabul edilen bir mazereti yoksa oruç tutması farzdır. Kazandığı mal zekât verecek nisaba ulaştığında zekâtla ilgili hükümleri bilmek ve zekâtını vermek zorundadır. Maddi durumu yeterli ve sağlık sorunları olmayan bir müminin haccı öğrenip yerine getirmesi farzdır.
Bir mümin rızkını helal yollardan kazanmalıdır. Meşgul olduğu işe haram karıştırmamalıdır. Haram mal her türlü ibadeti etkiler. Midesinde haram yiyecek, üzerinde haram giysi bulunan insanın namazı, orucu, zekâtı, haccı, zikri ve duası ona hiçbir fayda vermez. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve temiz nimetlerden yiyin. Şeytanın adımları ardınca gitmeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.” (Bakara 168)
İbadetler yalnızca sorumlu olduklarımızla sınırlı değildir. Bunların dışında daha birçok sâlih amel vardır. Çünkü ibadet sahası geniştir. Allah rızası niyeti ile yapılan her iyi iş ibadet olur. Anne babaya iyilik, sıla-i rahim, fakirlere yardım, yol üzerindeki bir taşı kaldırmak gibi daha birçok hayırlı iş ibadettir. Allah ve Resûlü’nün emir, teşvik ve tavsiye buyurduğu her iş sâlih ameldir. Farz, vacip, sünnet, mendup gibi işler sâlih amel olduğu gibi Allah için yapılan mübah işler de sâlih ameldir.
Bu ilimlerin sorumluluk çağındaki herkes tarafından bilinmesi farz olduğu halde günümüzde ihmal ve gaflet sebebiyle insanlar Rabbi’ni tanıyamıyor, O’nun dini üzere yaşayamıyor. Bütün bu sıkıntılar ve cehalet giderilmeden hakkıyla din nasıl yaşanabilir? Ve İslâm üzere yaşanmayan bir hayat huzursuzluk ve sıkıntıdan başka ne verebilir?
İlim rahmet sebebidir. İlim halkaları cennet bahçeleridir. İlim bir çeşit zikirdir. İlimsiz olmaz. Amelsiz ilim de yüktür. İlim ve amel de ihlâsla taçlanmadığı sürece dünya ve âhirette insana fayda vermez. Kişiye nefsini bildirmeyen, Hakk’a yaklaştırmayan ilim sadece zahmettir. Gerçek âlimler ilmiyle âmil, ihlâs ve irfan sahibi zâtlardır. Onlar âlem için rahmettir.
Nihai hedef
Allah Teâlâ ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zâriyât 56)
“İbadet etmeleri” ifadesi “beni tanımaları” şeklinde de tefsir edilmiştir. Çünkü ibadet ancak ibadet edilenin bilinmesiyle yapılabilir. Dolayısıyla marifetullah yani Allah Teâlâ’yı bilip tanımak müminin en büyük hedefidir.
Sûfîlere göre; “Allah’ın kalbini İslâm’a açtığı bir kimse Rabbi’nden bir nur üzere değil mi?” (Zümer 22); “Ey iman edenler! Eğer takva üzerinde olursanız O size bir furkan verir” (Enfâl 29) mealindeki ayetlerde geçen “nur” ve “furkan” kelimeleri de marifete, yani ilâhî bir lütufla Âlemlerin Rabbi’ni bilip tanımaya işaret eder.
En büyük ilim marifetullahtır. Müminin ilmi, imanı, ameli ve ihlâsı o yüce makama ulaşmak içindir. Dünyadaki bütün gayreti de bunun için olmalıdır. Âhiret saadeti buna bağlıdır. Müminin bu nihaî hedefe ulaşabilmesi de ancak âhiret ilimlerini öğrenmesiyle olur.