Aramak

Huzur Sokağı

Arkadaşlarla yeni bir sitede yaşlılar için yapılmış “huzur sokağı”nı ziyarete gidiyoruz. İsmini kolaycı ve abartılı bulsak da “mahalle kültürünü canlandıracak bir proje” diye övdüklerinden yerinde görmek istedik. Pek bir beklentimiz yoktu ama gördüğümüz manzara oldukça etkileyiciydi. İki bin konutluk büyük bir sitenin bahçe katları yaşlılar için bir oda bir salon daireler şeklinde tasarlanmış. Sitenin ortası eski şehirlerimizin sade ve canlı mimarisi örnek alınarak çarşı ve bahçelerle donatılmış. Merkezde gösterişten çok ibadete çağıran bir cami. Huzurlu yeşilliklerin tam ortasında. Camiye üç farklı sokaktan ulaşılıyor. Her sokakta eskilerin arastaları gibi esnaf dükkânları, ev yemekleri de yapan lokantalar, çay ocağı, kıraathaneler, elle imalat yapan küçük atölyeler… 

Önce bir dönem filminin platosuna gelmiş gibi oluyorsunuz ama site halkı çoktan alışmış. Gündüzleri sadece yaşlıları ve çocukları görseniz de akşamları her yaştan insanla hayli canlı. Yaşlılar kendileri için ayrılmış bu evlerde tek başına veya karı koca birlikte kalabiliyorlar. Yaşlılar yalnızlaşmadan hayatın içindeler. Yaşlı amcaların mekân tutuğu kıraathanede mola veriyoruz. Amcalardan biri bizimle ilgileniyor:

– Siteye yeni mi taşındınız sizi ilk defa görüyorum. Hoş geldiniz.

– Yok amcacığım, bu siteyi duyduk meraktan geldik. Ama ne güzel her şey düşünülmüş maşallah.

Anadolu tabiriyle kelli felli bir amca tebessümle söze giriyor:

– Biraz geç kalmadık mı yeniden mahalle kurmak için? Olanları da tarumar ettik. Allah aşkına, hangi şehre gitseniz artık her taraf aynı, hiçbir şehrin kendine ait bir kimliği kalmadı! 

Diğer amca;

– Ahmet efendi şikâyet etme yahu, diyor, ne güzel her istediğimiz var Allah’a şükür.

– Ferhan bey, şikâyet ettiğimi nereden çıkartıyorsun? Sadece durum tespiti yapıyorum. 

Bir başkası atılıyor: 

– Ahmet bey haklı Ferhan Efendi! Bak ben Kastamonuluyum. Selçuklu ve Osmanlı zamanında Anadolu’nun en büyük şehirlerinden biri. Zamanında kırk üç mahallesi varmış. Üstelik her mahallenin camisi, medresesi, tekkesi varmış ve mahaller bu adla anılırmış. Ama şimdi Şeyh Şaban-i Velî Külliyesi’ni, Nasrullah Camii’ni, bir de restore edilen konakları kaldır, Kastamonu diye bir şey kalmaz.

Yaşlı amcaların bu tatlı atışmalarını keyifle izliyordum. Aradığım sohbet ortamı oluşmuştu. Ahmet amcaya laf atarak;

– Ahmet bey amca derler ki “gençlerin aynada göremediğini, yaşlılar bir tuğla parçasında okurlar.” Gerçekten yaşlanınca böyle bir tecrübe kazanılıyor mu?

Ahmet amca tebessümle cevap veriyor:

– Mevlânâ hazretlerinin sözü değil mi bu? Yaşlıdan yaşlıya değişir evlat. Hele bu devirde ilimden irfandan uzak yaşamışlar için böyle feraset nerede? Şu da bir gerçek; hayatın baharını da güzünü de görmüş, feleğin çemberinden geçmiş yaşlıların tecrübesi elbette çok ama hangi genç buna itibar ediyor ki? Babası bile olsa sözlerine kulak asmıyorlar.

– Ahmet amca ben öyle değilim, gerçi genç de değilim, müsaade ederseniz birkaç soru sorayım size…

– Estağrifullah evlat, biraz ağzımız laf yapıyor diye bizi de adamdan saydınız.

Bir amca dayanamayıp araya giriyor:

– Böyle dediğine bakma evladım! Maşallah Ahmet bey bilgi küpü! Ondan her gün yeni bir şey öğreniyoruz.

Bu sözlerden cesaret alarak soruyorum:

– Ahmet amca, biraz klasik bir soru ama sizin gibi muhterem insanlara hep sorulan soruyu soracağım: Huzurlu nedir, nasıl huzurlu olunur veya siz huzuru nerede buldunuz?

Ahmet amca bir müddet sustuktan sonra tebessümle ve merakla karşılık veriyor:

– Herkes mutluluğun formülünü arar ama sen huzuru sordun, enteresan! Bir de bu soruyu sadece bana sorma. Bak, burada kemalât sahibi insanlar var. Mutlaka onların da söyleyeceği bir şeyler vardır.

– Eyvallah Ahmet amca, o zaman bu sorumu müsaadenizle burada bulunan bütün büyüklerime soruyorum.

Herkes birbirini süzdükten sonra diğerlerinden daha yaşlı bir amca;

– Ahmet bey, hele sen bir başla, biz de ardından bir şeyler söyleriz elbet, dedi.

Ahmet amca yine bu işi bana havale ettiniz der gibi başını sallayarak anlatmaya başladı:

– Bak evlat, böyle soruların tek cevabı olmaz. İnsandan insana, inançtan inanca, cemiyetten cemiyete, kültürden kültüre değişir. Bu soruların cevabı çoktur ama alıcısı yoktur. Asıl önemli olan, cevaplardan ders alacak insanlara söyleyebilmek, ama nerede?! Sorunun bendeki cevabına gelince: Huzuru ben doğrulukta buldum evladım. Ne zaman işlerimi doğrulukla yaptım, dilimi doğrulukla kullandım, sonunda huzur buldum. Sadece huzurlu değil kendimi daha güçlü hissettim. Sanki elimde bir kılıç var da muhataplarım benden çekiniyor gibi. Yalnız burada çok ince bir nokta var; doğrular sadece senin doğruların olmayacak…

Bir amca lafa giriyor:

– “Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar derler” Ahmet bey! Ben bunu yaşadım vallahi!

– Doğru söylüyorsun Cemil abi, dokuz köyden kovarlar ama gönüller şehrinin de sultanı yaparlar. Seni sevmeyenin bile gönlüne taht kurarsın. 

Ahmet amca “öyle değil mi!” diye hafiften bir çıkıştı. Sonra da; 

– Yahu sadece ben mi konuşacağım? Haydi sizde iki kelâm bir şeyler söyleyin, dedi.

Kenarda sessizce oturan biri, Ahmet amcanın bu çıkışmasıyla mahcup bir eda ile söze girdi:

– Müsaade ederseniz… Ben de hep şöyle düşünmüşümdür: İnsanı bir iple bağlasanız ne kadar huzursuz olur değil mi? O bağlarından bir an önce kurtulmak ister. Bağları çözüldükçe huzura kavuşur. Onun için bu dünyada ne kadar az bağın var, o kadar huzurlusun. 

Herkes bir ağızdan tasdik ederken içlerinden biri;

– Şevket efendi, vallahi doğru söylersin de insanın bitmek tükenmez istekleri, hırsları var, o ne olacak?

– Ona çare çok zor be Ali efendi! “Kanaat edeceksin” diyorlar ama bu azgın nefs nasıl kanaat edecek ki?!

Sohbet ne güzel ilerliyordu! “Bakalım amcalardan daha ne hikmeteler çıkacak” derken biri cevap veriyor:

– “Sabrın sonu selamet derler ya” ben bunu çok tecrübe ettim. Sabrettiğim, acele etmediğim her şeyde selamet buldum. Zaten selamet demek huzura ermek değil mi?

– Söylemesi kolay da bir yanda şeytanın vesvesesi bir yanda nefsin hilesi! Haydi sabret sabredebilirsen Avni abi! Ama ben de şunu tecrübe ettim: Nefsin ümidi kalmayınca çok rahatlıyorsun. 

Herkes gülerek hak verdi. Ahmet amca:

– Vallahi son noktayı sen koydun Tahir kardeş. İyi de nefsinin nasıl ümidi kesiliyor ki?

– Çaresi kalmıyor Ahmet abi. Çaresi kalmayınca da teslim oluyor. Ama ben bir şey daha yapıyorum; baktım nefsim çok bastırıyor, hemen ölü taklidi yapıyorum…

Ortalık kahkahaya boğulurken Ahmet amca babacan tavrıyla; 

– Hayda! Bunu da yeni duydum Tahir. Ölümü düşünmek tamam da ölü taklidi yapmak ne demek, diye soruyor.

– Bende işe yarıyor Ahmet abi. Şöyle ki: Baktım her şey üzerime üzerime geliyor, hemen uzanıyorum yere “Oğlum Tahir, ölüyorsun! Azrail aleyhisselam da baş ucunda. Haydi bakalım şimdi iste, ne istiyorsan!” diyorum. Vallahi korkudan feleğim şaşıyor, sanki ikinci bir hayat bahşedilmiş gibi tevbe ederek yattığım yerden kalkıyorum.

Bu sefer kahkahanın yerini derin bir sessizlik alıyor. Ahmet amca bana dönerek: 

– Nasıl, sorunun cevabını aldın mı? Görüyorsun bir tek cevabı yok! Ne güzel bir sohbet oldu sayende evladım, diyor. 

– Estağrifullah Ahmet amca, diyorum, asıl ben size teşekkür ederim. Her daim afiyet ve huzur içinde olasınız, hep birlikte.

Her ne kadar film setine benzetsem de “huzur sokağı”ndan huzurla ayrılıyorum.


Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy