Aramak

Birbirimizin Yurdu muyuz Kurdu mu?

Çevre, en genel tarifiyle “insanın içinde bulunduğu ve etkileşim içinde olduğu ortam” demek. Tabii (doğal), yapay, sosyal, kültürel, hatta artık sanal boyutları var. 

Fakat çevre, bir mesele olarak daha ziyade tabii boyutuyla, bu alandaki tahribat veya kirlilikle konu ediliyor. Kısmen de deprem, sel gibi afetler sonrasında insan eliyle inşa edilmiş suni/yapay çevrenin yapılaşma problemleri belli bir süre gündeme taşınıyor. 

Sosyal ve kültürel çevredeki tahribata ise tedbir bağlamında getirilen neredeyse sadra şifa hiçbir teklif yok. Özellikle mütedeyyin kesimlerin çözüm odaklı olmayan harc-ı âlem şikâyetleri bir işe yaramıyor. Kaldı ki toplum bu şikâyet konuları üzerinde uzlaşmış da değil. Bir kısmının bozulma veya yozlaşma kabul ettiği bir değişimi, başka bir kısmı ilerleme yahut gelişme olarak görebiliyor. Hülasa, çevrenin tabii boyutuyla ilgili problemlerine karşı gösterilen hassasiyet, toplum ve kültürdeki tahribat karşısında gösterilmiyor. 

Tabii çevrenin korunması şüphesiz hayatî bir öneme sahip. Fakat hem tabiatı yağmalayanlar hem sağlıksız, çarpık, çürük ve çirkin imarın sorumluları hem de sosyal medyayı yalan ve hakaret mecrasına dönüştürenler büyük ölçüde içinde bulundukları toplumun ve hâkim kültürün inşa eylediği insanlar sonuçta. Yani aslında çevrenin bütün boyutlarındaki düzen, verimlilik, uyum ve sağlamlığın temini de korunması da sosyal ve kültürel çevredeki ifsadın öncelenmesini zaruri kılıyor. 

Buna rağmen böyle bir önceliğin hemen hemen hiç gözetilmediği ortada. Bu ihmalde maksatlı yönlendirmeler yanında bizim toplum, sosyalleşme ve kültür anlayışımızdaki arızaların da payı olsa gerek. 

Toplum ne demek?

Sosyolojik anlamda toplum, “bir arada yaşayan, ihtiyaçlarını karşılamak için işbirliği yapan ve ortak bir kültürü paylaşan insanların oluşturduğu ahenkli bütünlük” demektir. Esas olan sayı çokluğundan ziyade uyumlu birlikteliktir. O uyumlu birlikteliği ortak kültür sağlar. Kültür ise bir topluluğun kendine özgü düşünüş, davranış ve yaşayış tarzıdır. Kültürdeki özgünlük, ait olduğu toplumun diğer toplumlardan farklı bir inanç veya değerler sistemine mensubiyetinin, farklı bir coğrafyada yaşamasının, farklı bir tarihî tecrübeye sahip olmasının sonucudur. Örf, adet, muaşeret adabı, talim terbiye usulü; sanat ve dil şeklinde tezahür eder. Bu tezahürlerle nesilden nesile aktarılır ki sosyalleşme dediğimiz, fertleri içinde bulundukları toplumun uyumlu bir parçası haline getirme süreci böyle gerçekleşir. 

Uyum, toplumdaki bütün fertlerin kabiliyet, meslek, meşrep, üslup farklarını reddedip onları tek tipleştirmek değildir. Tam aksine, farklılıkların doğru, güzel ve faydalı bir biçimde telifi, yani birleştirilip kaynaştırılmasıdır. İslâm’ın belirlediği ortak kültür ve değer anlayışı gibi. Bu da insanı aziz bilmekle mümkün olur. 

İslâm düşünürleri, insanı aziz bilmeyi önceleyen ortak bir kültür ve değerler etrafında ahenkli bir bütünlüğe ulaşan toplumları “medeni” veya “erdemli” toplum diye niteliyorlar. “İnsan fıtraten medenidir” tespitiyle de böyle bir birlikteliğin fıtrata, yaradılışa uygun; en ideal toplum olduğunu vurguluyorlar. 

“İnsan fıtraten medenidir” sözündeki medeni kelimesi “ünsiyet” yani başkalarıyla yakınlık, dostluk kurabilme kabiliyeti ve ihtiyacı demektir. Ünsiyet edebilmenin şartı olduğu için daha çok “başkalarıyla bir arada yaşama meyli yahut zarureti” diye anlaşılagelmiştir. Ancak sağlıklı bir toplumun en temel vasfı, fertlerin bir arada yaşaması değil, bir arada yaşayan fertlerin birbirleriyle ünsiyet edebilmesidir. Bunun nasıl olacağına dair ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde ifade buyurulan esaslar, bugün de erdemli bir toplumu inşa ve muhafazanın yegâne imkânıdır. 

Vahşet, ünsiyetsizliktir

Şimdilerde artık birbirleriyle ünsiyet edebilen insanlardan müteşekkil toplumlara nadiren rastlanıyor. Çıkar elde etmek için yekdiğerine zoraki katlanan, “ben” duygusunu her zaman “biz” duygusunun üstünde tutan, birbirlerini hasım gören, ortak değerleri olmayan fertlerden meydana gelmiş toplumlar çoğunlukta. Böyle toplumlar “vahşet toplumu”dur. Zira vahşetin tam karşılığı ünsiyetsizliktir. 

Sözlüklerde vahşet kelimesine verilen “yalnızlık” anlamı, başkalarıyla ünsiyet etmemenin, edememenin, bencillikten kaynaklı ve genellikle tercih edilen yalnızlıktır. Ünsiyet edilebilen erdemli toplumlarda insan insanın sığınağı, yurdudur. Vahşet toplumlarında ise insan insanın kurdudur ve “kurtlukta düşeni yemek kanundur.” 

Kurtlar da bir arada yaşar ve kendileri dışındaki her canlıyı av olarak görürler. Bir koyun sürüsüne, yiyecekleri kadarıyla yetinmeden açgözlülük ve kıyıcılıkla saldırırlar. Av bulamayıp aç ve takatsiz kaldıklarında bir daire oluşturarak saatlerce döner, ilk düşen hemcinslerini parçalayıp yerler. 

Günümüz modern toplumları bütün medeniyet, gelişmişlik iddialarına rağmen bir vahşet toplumu niteliği taşıyor. Başka toplumlara mensup insanların hukukunu tanımıyorlar. Bencil, doyumsuz, tahammülsüz, fırsatçı, küstah ve merhametsizler. 1977’de New York’taki yirmi beş saatlik elektrik kesintisinde yaşandığı gibi kendi içlerinde de yağma, tecavüz ve kundaklamaya koyulup fırsat bulduklarında birbirlerini yiyebiliyorlar. 

Batı’ya yöneldikten sonra bizim toplum yapımızda da kadim değerlerimizden kopmanın yol açtığı bozulmalar başladı. Birbirimizin yurdu olmak yerine kurdu olmayı seçenlerimiz çoğaldı. Aile, komşuluk, hısım akraba ilişkilerimiz zayıfladı. Çıkarcılık, ölçüsüzlük, hayâsızlık, bayağılaşma sıradanlaştı; nefret dili yaygınlaştı. Birbirimizle anlaşamaz, ünsiyet edemez, hesapsız dostluklar kuramaz olduk. 

Her değişime teslim olunca

Batı, baştan beri vahşet toplumu olarak sürdürdü varlığını. Ancak avlanma ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayan sömürgeleri vasıtasıyla bilhassa 19. yüzyıldan itibaren iki dünya savaşı dışında kendi içlerinde pek problem yaşamadılar. Bu durum bizdeki muktedir çevrelerin, kurtların dayanışmasını güçlü, gelişmiş, inşa edilmesi gereken ideal bir toplum gibi görmelerine sebep oldu. Sömürgeciliğin yeni versiyonuna; tabii ve milli olmayan, endüstri mamulü kozmopolit bir kültüre maruz kaldık. Hiçbir ulvî değere dayanmayan, insanı beşeriyetine indirgeyen, nefsin hevâsı peşinde, haz ve tüketimi yaşam gayesi haline getiren bu tek dünyalı, ferdiyetçi ve seküler kültür, iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle iliklerimize kadar işledi. 

Toplumumuzdaki bozulma, yozlaşma veya çözülmelerin bu ve benzeri başka dış etkenlere bağlanması doğru ama yine de kabul edilebilir değil. Çünkü böyle tespitler bizim ifsad edici gelişme yahut değişmelere edilgen bir tavırla teslim olduğumuz gerçeğini de barındırıyor. Oysa Müslüman mevcut şartlara değil, sadece Allah ve Resûlü’ne teslim olan kimsedir. Erdemli bir toplum için o teslimiyetin gerektirdiği ünsiyet esaslarını hayata geçirmekle mükelleftir. 

Ünsiyet, mümin kardeşliğinin hukukuna harfiyen uymaktır. Başkalarını küçümsememek, alaya almamak, kötü lakaplarla anmamaktır. Kimseye kin tutmamak, zulmetmemek, yük olmamak, zarar vermemektir. Günahkâra değil, günaha düşman olmaktır. İnsanlar arasında ayırım yapmamak, onların ayıplarını, kusurlarını, mahremiyetlerini araştırmamak; haklarında gıybet etmemek, suizanda bulunmamaktır. 

Ünsiyet, kişinin içinde yaşadığı toplumun fertlerine güler yüzle, tatlı dille, muhabbet, hürmet, merhamet, tevazu ve nezaketle davranmaktır. Dürüst, adil, vefalı, affedici olmaktır. Yetimi, yoksulu, düşkünü gözetmek; imkân dâhilinde onların ihtiyacını karşılamaya çalışmak, yapılan iyiliği başa kakmamaktır. Komşularla, hısım akraba ile münasebeti kesmemek, sıla-i rahmi aksatmamaktır. Onlara sırt çevirmemek, haset etmemek, küsmemektir. Komşusu açken tok yatmamaktır. Gelmeyene gitmek, vermeyene vermek, kötülük edene iyilik etmektir. 

Zaferle değil seferle mükellefiz

Kısaca ünsiyet, kendimiz için istediğimizi başkaları için de istemek; kendimize yapılmasını istemediğimizi başkalarına yapmamaktır. Toplumumuzdaki bozulmanın sebepleri arasında saydığımız hiçbir dış etki buna mani değildir. Hatta ünsiyet ısrarındaki ihlâs ve kararlılık, ifsada yol açtığı için yakınılan pek çok teknolojik gelişmeyi hayra vesile hale getirebilir. 

Bu nedenle aileden eş dost, konu komşu birlikteliğine; cemaatlerden camialara kadar toplumun herhangi bir katmanında ünsiyete dayalı bir örneklik, hiç şüphesiz gidişattan sürekli şikâyetten de, topluma laf ile nizamat vermeye çalışmaktan da evlâdır. Allah Teâlâ’nın, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmran 104) mealindeki buyruğu da bize böyle bir vazife yüklemektedir sanki. Zira bilhassa hayra çağırmak kâl ile olabildiği gibi hâl ile de olur. Hâl ile yani örneklik ile çağrı daha etkilidir. Ve bu örneklik bir kişiden değil bir topluluktan istenmiştir. 

Bizim aziz-i vakt olduğumuz devirlerde, muaşeret adabını gözeten, ünsiyet üzere bir toplumun inşası, tasavvuf erbabının örnekliğiyle sağlanmıştır. Bugün de bu sorumluluk herkesten evvel tasavvuf terbiyesine tâbi olanların omuzlarındadır. Sûfîler, birbirleriyle kâmil manada ünsiyet ederek, mensubu bulundukları cemaati kamuya güzel, erdemli, örnek bir toplum modeli olarak sunmakla da vazifelidirler. 

Böyle bir vazifeyi ifaya koyulan çevrelerde çoğu zaman ümitsizlik alameti bir yılgınlığa rastlanıyor. Güzel örnek oluşturarak hâl diliyle iyiye, doğruya, hayra çağıran topluluklara itibar edilmemesinden yakınıyorlar. Toplumdaki uyumsuzluğun, bozulmanın, yabancılaşmanın önüne geçemiyoruz; ne yapsak olmuyor diyorlar. Bu dahi terk edilmesi gereken arızalı bir yaklaşımdır. Zira Müslümanlar olarak biz oldurmakla değil, oldurmaya çalışmakla mükellefiz. Bize düşen gayrettir. Tevfik ancak Allah’tandır.


Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy