Gerekirse AB’den Çıkar mıyız?
Dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış bir coğrafyada yaşıyoruz. Üstelik üzerinde bulunduğumuz topraklar doğu ile batı arasında köprü vazifesi görüyor. Yüzyıllar boyu tarihe nizam vermiş nesillerin torunları olarak bugün karşı karşıya kaldığımız durum ise maalesef şaşkınlık verici.
Neden? Çünkü bir asır önce dayatılan sistem, bize “medenî” toplum olmak için yüzümüzü Batı’ya dönmeyi salık veriyor. Buna göre ne kadar Batılı olursak o kadar medenî oluyoruz. Batılı olmak da onlar gibi giyinmek, onlar gibi yaşamakla olmuyor. Lütfedilip kuruluşu 1950’li yıllara dayanan “Birlik”e üye olmak gerekiyor. Türkiye’deki gönlünü Batı’ya kaptırmış kitleler için durum tam olarak böyle. Onlara göre çağdaş ve medenî olmanın tek yolu Avrupa’ya angaje olmak. Şüphesiz Avrupa Birliği (AB)’ye üye olmanın ekonomik açıdan kazandıracağı şeyler var. Kimileri için en basitinden serbest dolaşım hakkı bile çok şey ifade ediyor.
Ancak anlaşılmayan bir husus var: Türkiye ne yaparsa yapsın, ne kadar taviz verirse versin Birliğe üye olamaz. Tarihin derinliklerinden gelen bir düşmanlık var çünkü. Bir de korku. Viyana kapılarına kadar dayanan koca ordu Batı’nın yüzüne öyle bir sille indirmiş ki Türkler her kayd-ı şartta tehdit olarak görülüyor.
Hal böyleyken, Türkiye ile Avrupa toplumları arasındaki “karşılıklı kazanma” üzerine inşa edilen ilişkinin olduğu gibi kalması tek yol olarak görülüyor. Yeni pazarlar bulunduğunda ise ilişkinin sonlandırılması Türkiye açısından hiçbir anlam ifade etmeyecek. O halde gerekirse AB’den çıkar mıyız? Bir an bile düşünmeden çıkarız. Yeter ki dünyanın Batı’dan ibaret olmadığını idrak edelim.
Karabağ Semalarında
Yeniden
Ermenistan, tıpkı İsrail gibi suni bir devlet. Son derece iyi çalışan bir diaspora sayesinde uluslararası kamuoyunu sürekli haksızlığa uğradıklarına dair yönlendirseler de aslına bakılırsa bölgenin işgalci güçlerinden biri olarak karşımızda duruyor. 1991’deki Birinci Karabağ Savaşı’nda binlerce sivili katleden Ermeniler, hiçbir şey olmamış gibi Kafkasya’da taşkınlık yapmayı ve hak iddia etmeyi sürdürüyor. 2020’deki İkinci Karabağ Savaşı’nda büyük bir hezimete uğramışlar, iç siyaset de buna bağlı olarak girdaba girmiş ve Paşinyan’ın iktidarı sarsılmıştı.
Ancak hezimeti de yok sayan bir anlayışla yönetime devam eden Paşinyan, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile anlaşınca yeniden cesaretlenerek Karabağ’ı yeniden, bu sefer gayri nizamî harp tekniklerini kullanarak işgal etmeye kalkıştı. Ancak Washington’dan esen rüzgâr, daha Erivan’a ulaşmadan etkisini yitirdiği için, Ermenistan yine ve bu kez daha yoğun biçimde hayal kırıklığına uğradı.
Rusya Savunma Bakanlığı’nın Rus Barış Gücü’nün Azerbaycan’ın antiterör operasyonuna müdahale etmeyeceğini açıklaması, Ermenistan için yeni bir sonun başlangıcı oldu. Türk SİHA’ları tıpkı 2020’de yaptığı gibi Ermenistan’ın askerî üslerini yerle bir etti. Ve Azerbaycan, Karabağ’ın kendisine ait olduğunu Ermenistan’ın yüzüne çok net bir ifadeyle söylemiş oldu.
Suni devletler, kullanışlı aparatlar olarak uluslararası siyasetin gündeminde hep var olurlar. Aslında oldukça küçük, fakat etki alanı bakımından son derece profesyonel olsalar da arkalarına aldıkları gücün çıkarlarına aykırı bir durum zuhur ettiğinde adeta kullanılıp kenara atılan peçeteye dönerler. Ermenistan 2020’den itibaren bu hissiyatı ikinci kez yaşıyor. Yeniden Karabağ’ı işgale niyetlenirse muhtemelen bir kez daha yaşayacak. Çünkü artık uluslararası siyasette denge değiştiren bir Türkiye var.
Bir Kez Daha “Dünya Beş’ten Büyüktür”
Uluslararası siyaset, Batı’nın inşa ettiği bir takım kavramlar ve oluşturduğu bazı birliktelikler üzerinde şekilleniyor. NATO, Avrupa Birliği, Varşova Paktı... Ve tabii ki Birleşmiş Milletler. “Dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslararasında ekonomik, toplumsal ve kültürel iş birliği oluşturmak için kurulan uluslararası bir örgüt” olarak “adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği bütün ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluş” tanımlamasıyla 1945’te kurulan örgüt, o tarihten bu yana bu amaçlara ne kadar hizmet ediyor, dünya barışını ve güvenliğini gerçekten koruyor mu, tartışılır. Örgütün daimî üyesi olan beş ülke, dünyayı daima kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışıyor. Birbiri arasında çıkan çatışmalardan da maalesef küçük devletler etkileniyor. Bugün savaş kahir ekseriyetle mazlum coğrafyalarda kanlı yüzünü gösterirken, bu beş ülke fırsattan vazife çıkararak her türlü olumsuzluğu lehine çevirmeye devam ediyor.
Birleşmiş Milletler üyesi olan ülkeler her yıl düzenli olarak toplanıyorlar. Bu buluşmalarda, mazlumların sesi olmayı adet haline getiren ve gür bir nidayla hakikatleri muhataplarının yüzüne haykıran bir lider var: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Geçtiğimiz ay New York’ta gerçekleşen toplantıda kürsüden tüm dünyaya seslenen Erdoğan, artık gelenekselleşmiş olan mottosunu bir kez daha yineledi: “Dünya beşten büyüktür!”
Aslına bakılırsa herkes bu gerçeğin farkında. Bir yanda beş ülkenin, diğer tarafta ise tüm dünyanın menfaatlerinin karşı karşıya geldiği bu sistem artık daha fazla sürdürülebilir gibi görünmüyor. Önümüzdeki süreçte, küresel dengeler değişmeye başladığında artık dünyanın “beş”ten büyük olduğu gerçeği iyiden iyiye kendini göstermeye başlayacak. Tabii burada cesur liderlere ihtiyaç var. Erdoğan bu hakikati sadece dillendirmekle de kalmıyor, gereğini gücü yettiğince yerine getiriyor. Umarız, bu tavır diğer liderlere örnek olur.
Savunma Sanayimiz Uluslararası Medyanın Gündeminde
Türkiye, özellikle son yıllarda yaptığı atılımlarla dünyada dengeleri değiştirmeyi başardı. Kendi içinde yaşadığı problemlere rağmen savunma sanayii alanındaki çalışmaları bazı tabuların yıkılmasına neden oldu. Kimilerine göre “fazla abartılan” girişimler, Kafkasya’dan Kuzey Afrika’ya savaşların ve mücadelelerin seyrini değiştirdi. 1991’de Karabağ’da katliam yapan Ermeniler, 2020’de oldukça ağır bedel ödeyerek yaptıklarının karşılığını aldılar. Keza Libya’da Türk SİHA’ları sessiz sedasız mazlumlara kol kanat gerdi.
Türkiye’nin savunma için ödediği bedel devletin gider kalemleri içerisinde önemli bir yekun tutuyordu. Dahası da var: Ortak projelerden çıkarılma tehdidi, Türkiye’nin uluslararası alanda imaj kaybı yaşamasına neden oluyordu. Ancak 2010’lardan sonra ivme kazanan çalışmalar, Türkiye için yeni bir açılıma zemin hazırladı. Bugün artık silah, insansız hava aracı, tank ve savaş uçağı almak için sıra bekleyen değil, kendi ihtiyaçlarını karşılayan ve hatta dışarıya satan bir Türkiye var.
Bu durum, son yıllarda uluslararası alanda kendini yeterince hissettiriyor. Bugün Rusya dahil pek çok ülke Türkiye’den SİHA almak için pazarlık yapıyor. Her fırsatta çamur atmaya çalışan Batı medyası bu duruma kayıtsız kalamadı. Londra merkezli The Economist dergisi, Türkiye’nin savunma sanayii çalışmalarına geniş yer veren bir makale yayınladı. 2018-2022 yılları arasındaki dönemde Türkiye’nin silah ihracatının bir önceki döneme göre yüzde altmış dokuz arttığı ifade edilen makalede, 2023 yılı sonunda silah ihracatındaki hedefin 6 milyar dolar olduğu vurgulandı. Bu alanda silah üreticisi büyük devletlere Türkiye’nin kök söktürdüğüne atıf yapılan analizde, değişen jeopolitiğin oluşturduğu fırsatlardan yararlanıldığı aktarıldı. The Economist’in övgüleri Türkiye açısından bir anlam ifade etmiyor tabii ki. Fakat tüm dünya şunu biliyor: Artık kullanılmış postalların hibe olarak verildiği bir Türkiye yok!