Batı, üç asırdan beri yaptığı bütün sömürüyü, savaşları, katliamları ve işgalleri üç kelime ile meşrulaştırır: “Özgürlük, demokrasi, insan hakları.” Amerika Birleşik Devletleri (ABD), 1776’da kurulduğunda Bağımsızlık Bildirgesi’nin başında şu cümle yer alıyordu: “Bütün insanlar eşit yaratılmıştır, Yaratıcı onlara bazı gaspedilemeyecek haklar vermiştir. Bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama hakları bulunur.”
Güzel laflar... Ama bu bildirgeyi hazırlayanların çoğu yüzlerce zenci köle sahibiydi. Köleler kendilerine isim koyamaz, evlenemez, beyazlarla aynı ağacın gölgesinde bile bulunamazlar, yüzlerine izin almadan bakamazlardı. Bir yanda özgürlük tellallığı, öte yanda deri rengine bakarak milyonlarca insanı aşağılamak, ezmek, sömürmek... Şu tezata bakar mısınız? ABD’de kölelik 1860’larda resmen sona erdi. 1960’larda da zencilere kanun karşısında beyazlarla eşit haklar tanındı. Fakat gerçek hayatın içinde ikiyüzlülük ve tezat bitmedi.
Kim ırkçılık yapıyor?
Bir kere şunu bilmek lazım: Batı’da ırkçılık istisna değil, kuraldır. Sistemli ve şeffaftır. Hayatın her alanını derinden etkiler. Mesela ABD’de bir hanenin yıllık ortalama geliri beyazlarda 70 bin dolara yakın. Zencilerde ise onun yarısı, yvani 30 bin dolar. Beyazların elindeki servet, zencilerin elindekinden 16 kat daha fazla. Beyaz işverenlerin dörtte üçünün arkadaş çevresi hep beyaz. Dolayısıyla bir zencinin hak ettiği işe girmesi çok zor. Polis, beyazlara oranla yüzde otuz daha fazla ihtimalle zenci sürücüleri durdurup sorguluyor. Böyle daha nice ayrımcılık örneği her yerde, her gün, her an yaşanıyor.
Batı’da siyasîler ne kadar hoş cümleler kurarlarsa kursunlar, ırkçılık gündelik bir olay. O zaman şu soruyu soralım: Dünyanın en demokratik, en çoğulcu, en özgürlükçü toplumları neden aynı zamanda dünyanın en ırkçı toplumları? Böyle toplumlarda ırkçılığın daha az olması beklenmez mi? Oysa tam aksi oluyor.
Bugün Avrupa ve ABD’de gündem ne olursa olsun konu daima ırk mevzuuna dayanır. Tabii ki Batı yalancılığı sanat hâline getirdiği için doğrudan ırkçılık yapmadan da âlâsını yapabilir. Mesela 2014’te yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre İngiltere’de yaşayan insanların yarısı İngiliz sömürgeciliğinin sömürülen toplumlar için yararlı olduğunu düşünüyormuş! Batı’da ırkçılığın kökleri son derece derin. Bu insanlık dışı tavrı sürekli “aşırı sağ” veya “Neo-Nazi” dedikleri kesimin üstüne yıkarlar. Irkçılığı sanki sadece onlar yapmaktadır. Elbette değil.
Peki, bu ırkçılık belasının kökeni ne? Benlik, bencillik, ben’e tapmak. Yani kendini yüceltme. Bu yüceltme bir yandan başkalarını dışlamaya ve aşağılamaya, öte yandan ise yalnızlığa yol açar. Bugün İngiltere ve Japonya’da Yalnızlık Bakanlığı var. Bakanlığı kurulacak kadar yaygın ve önemli bir sorun demek ki. “İnsan insanın kurdudur” diyerek karşısına çıkan herkesi düşman gören Batılı insanın başka ne çaresi var?
Bu ikiyüzlülük her yere yansıyor. Mesela Batılı toplumlarda son yıllarda “savunmacı mimarî” diye bir akım var. Garipler, fakirler, evsizler parklarda yatmasınlar diye bankların ortalarına kolçaklar koyuyorlar, köprü altlarına beton veya metal çiviler çakıyorlar. O garipleri ortada görmek istemiyorlar.
Büyük endüstrilerin kirli yüzü
Batılı ülkeler dünyada en çok silah satan ülkeler. Bu sektör en kârlı alanlardan biri. ABD’li silah üreten firmaların toplam piyasa değerleri, en yakın rakipleri olan Rus şirketlerinin toplam değerinin tam altı katı. Dünyanın en büyük “savunma” bütçesi aynı zamanda dünyanın en “saldırgan” devleti olan ABD’ye ait. Neredeyse ülkemizin bir yıllık milli gelirine eşit. Sağlam bir topluma benziyor mu sizce? Veya bize ayar verebilecek bir hâli var mı?
Hepimizin gözünün içine baktığı tıp ve ilaç sektörü de aynı mantıkla çalışıyor. Yakınlarda “Painkiller” yani “Ağrıkesici” adlı bir dizi seyrettim. Gerçek olaylara dayanıyor. Amerikalı bir ilaç firmasının ağrı kesici bir ilacı nasıl bilerek, isteyerek bağımlılık yapıcı hâle getirdiğini, hastalara bu ilacı yazmaları için doktorlara verilen rüşvetleri anlatıyor. Bizde hâlâ bu işe uyanamayanlar var. Oysa Batı bir şeyin iyi olduğunu söylüyorsa baştan şüphe duymalıdır. Çünkü o şey ya yalandır ya yarım doğrudur ya da abartıdır. Ama her üç hâlde de sizi aldatıp üzerinizden çıkar elde ederler.
Çok moda olan başka bir küresel kriz alanına dönelim: Çevre sorunları ve iklim değişikliği. Bu sorun da diğerleri gibi dünya üzerinde yaşayan “herkes”in sorunu olarak takdim ediliyor. Doğru, hepimiz mağduruz, ama suçlu kim? Batılılar suçu üstlerinden atmak için “insanoğlu dünyayı kirletiyor” derler. Sanki dünyada onlar dışındaki herkes bu suçu işlemiştir! Oysa gerçek tam tersidir. 1750’den beri dünyayı en çok kirleten on ülkeden yedisi Batılı.
Peki bütün bu ikiyüzlülükler, münafıklıklar ne için? Çünkü Batı en yüksek değer olarak çıkarı görür. Batılı insana doğduğu günden itibaren bu öğretilir. “Kendi çıkarını korumak için her şeyi yapabilirsin!” Bütün başarı kültü, bencillik, kişisel gelişim zırvaları bunun üzerinedir. İnsanlar bencil olduğu gibi devletler de bencildir. Buna da “ulusal çıkar” derler. Bu bencillik bilimde de, düşüncede de kendini gösterir.
Bugün Batılı toplumlar başta olmak üzere her toplumda devlet var; söylem, bilgi, bilim, teknoloji, uzmanlar var. Sistem var, kanunlar var, para var. Fakat bir şey eksik: Ahlâk! Yani kendisi olmak ve karşıdakini kendisi gibi saymak. O yüzden bütün bu saydıklarımız insanı insana yaklaştırmıyor; aksine uzaklaştırıyor. İnsanı daha erdemli yapmıyor; aksine vahşileştiriyor. Hoş sözler, söylemler, teoriler insanı daha insan yapmıyor; onu güç sahiplerine kurban ediyor. Her on yılda bir uydurulan şirin kavramlar sadece yalan değil, aynı zamanda Batılı olmayan insanların kandırıldığı bir tezgâh oluyor.
Ne düşünürsek, neyi hedeflersek, ne yaparsak yapalım, ahlâk temel ölçü değilse bir işe yaramaz. Aksine büyük bir riyakârlık, ikiyüzlülük, zulüm alanı açar. Bizim kul olarak fıtratımız da vazifemiz de amacımız da Allah’a layık insanlar olmaktır.
Güçleri neye dayanıyor?
İki asırdır Müslümanların Batı’ya bakışları son derece sorunlu. Kendimiz güçsüz düştükçe onlardaki gücü kutsallaştırıyoruz. Batı’nın gücünün aslında yalana, aldatmaya ve yok etmeye dayandığını görmüyoruz. İşi daima onların bilimde ve teknolojide ne kadar üstün olduklarına bağlıyoruz. Sanki bu alanlar para istemiyormuş gibi. Batı’daki büyük firmaların çoğunun araştırma geliştirme bütçesi milyarlarca dolar. Peki, bu paralar nereden geliyor? Hangi usullerle kazanılıyor? Ürünler samimiyet, dürüstlük, sevgi ve saygıyla mı yoksa ikiyüzlülük, yalan ve sömürü amacıyla mı tasarlanıyor?
Başarı, performans, servet, şöhret ve güç tek başına hayırlı ve makbul addedilemez. Çünkü dünyada insanlar haram işlerden de kâr edebilir, çıkarlarını ve güçlerini büyütebilir. Helal yoldan da haram yoldan da zengin olunabilir. Asıl mesele gücün kendisi değil, nasıl elde edildiğidir. Güç devşirme yöntemlerinin Allah ve Resûlü’nün rızasına uygun olup olmadığıdır. Oysa biz iki asırdır güce giden yolda helal haram dinlemiyoruz. Bu bizi daha güçlü yapmadığı gibi, kulluğumuz da aşınıp gidiyor.
O hâlde önümüze konan her parlak lâfı yutmaktan, her teknolojiyi yüceltmekten, her gücü kutsallaştırmaktan vazgeçelim. Artık gücün ahlâkını değil, ahlâkın gücünü elde etmeye çalışalım.