Hâller ve
Ameller
Şâzeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhûnun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Şeyh Said Ramazan el-Bûti rahmetullahi aleyh tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. Dokuzuncu hikmetin şerhine devam ediyoruz.
9. Hikmet: Amellerin başka başka olması, kalbin hâllerinin ve manevi vâridatın değişik olması sebebiyledir.
“Hâl”, devamlı olmayan ve kişide bir meleke haline gelmeksizin gelip geçen hislerdir. Hâller de kendi içerisinde ikiye ayrılır: Kalbin hâlleri ve içtimâi hâller.
Kalbin hâlleri ile kastettiğim, sûfîlerin veya Allah’a vâsıl olmak için kalbin terbiyesi hususunda yol gösteren zühd sahibi âlimlerin kavramsallaştırdığı “hâl”dir.
Hâller, Hak Teâlâ hazretlerinin bazı isim ve sıfatlarını tefekkür neticesinde kula tesir eden, kulu, tefekkür ettiği isim ve sıfatlarla uyumlu amellere sevk eden ve fakat kalıcı olmayan hislerden ibarettir.
Kulun kalbini hükmü altına alan ve ona tesir eden bu hâllerin bir başka misali, kalbe gelen bir his neticesinde kulun Allah’ın emirlerine isyan edip bazı haramlara dalmasıdır. Bu histen geriye kalan, hemen sonrasında kulun ilâhî azap endişesiyle korkusunun artması ve işlediği günahı hatırlaması sebebiyle Hak Teâlâ huzurunda ıstırap çekmesidir.
Mesela sâlihler arasında daha ziyade, her birisi esmâ-i hüsnâdan neşet eden Allah’ın rahmet, cömertlik, ihsan, mağfiret ve affedicilik gibi sıfatlarına odaklanan, daha çok bunları ön plana çıkaranlar mevcuttu. Bu zâtlar, Hak Teâlâ hazretleri hakkında hüsnüzan beslemek gibi sağlam bir esas üzerine cemâl sıfatının tecelli ettiği bir davranışı benimsemişti. Öyle ya, onlar etraflarındakilere Allah’ı hatırlattıkları vakit, O’nun ihsanlarını, ikramlarını, mağfiretini ve affediciliğinin çokluğunu hatırlatıyorlardı. Taat ve ibadete yöneldikleri vakit de bu şuur onları taat ve ibadete sevk ediyordu. Böyle bir hâl sahibi de bahse konu ilâhî sıfatların tesiri ile genellikle iyi geçimlidir ve bütün işlerinde de bu sıfatların izleri görünür.
Yine sâlihler arasında daha ziyade, Allah’ın kahr, ikâb, bütün kâinata nüfuz eden ilâhî hükümrânlık, haddi aşanlar ile zalimleri tehdit ettiği ilâhî azap gibi kahredici sıfatlarına odaklanan, bunları daha çok ön plana çıkaranlar da mevcuttu. Bu zâtlar da Hak Teâlâ hazretlerinden hakkıyla korkmak, kulluktaki kusur sebebiyle endişelenmenin ağır basması gibi sağlam bir esas üzerine celâl sıfatının tecelli ettiği bir davranış benimsemişti. Hele ki geçmişinde ilâhî emirlerinden uzaklaşmış, günahlara ve kınanan işlere dalmış biriyse…
İşte nefse zaman zaman galebe çalan bu hislere “hâl” denir ki, sahibine bir an tesir eder, bir müddet kalır, sonra da geçip gider. Kimi zaman tekrar geri de gelir. Ancak hâllerin kalış süresi, uzun veya kısa oluşu hususunda bir kesinlik söz konusu değildir.
Davud-i Tâî hazretleri gibi, geceler boyu gözüne uyku girmemiş zatlar vardır ki o Rabbi’ne şöyle niyaz etmekteydi: “İlâhî, senin korkundan dolayı bendeki endişe bütün dünyevî endişelerimi gölgede bıraktı, beni uykudan alıkoydu.”
Yine bu zâtlardan Fudaly b. İyâz… Arafat’ta vakfe esnasında hacılar duada iken o dua etmiyor, onlar dilleri döndüğünce evrad ve ezkâr ile meşgulken Fudayl öylece duruyordu. Çünkü haddi aştığı eski günleri hatırına gelmiş, bu sebeple de utanç ve mahcubiyetle kendinden geçmişti. Bu hâl de onu dua, evrad ve ezkârdan alıkoyuyordu.
İshak b. İbrahim et-Taberî naklediyor: “Arafat’ta Fudayl b. İyâz ile beraberdim. Dua ile meşgul değildi. Sadece sağ elini yanağına koymuş, başını öne eğmiş, içten içe ağlıyordu. Hissiyat ve hâlini gizlemeye takati kalmayınca da başını semaya kaldırıp şöyle nida etti ve bunu üç defa tekrarladı: “Ya Rabbi, beni bağışlasan da sana karşı ne kadar mahcubum!”
Benzer bir hâl sahibi de Seriyy-i Sakatî hazretleri… Zâhiren ibadet ve taat sayılabilecek bir hâl sebebiyle tevbe ve istiğfara devam eden zat. Şöyle buyurdu: “Otuz senedir bir ‘elhamdülillah’ sözüm için Allah’tan bağışlanmayı diliyorum.” “Bu nasıl olur?” diye sorduklarında şu cevabı verdi: “Bağdat’ta bir yangın çıkmıştı. Birisi gelerek, ‘dükkânın kurtuldu’ dedi. Ben de, ‘elhamdülillah’ diye mukabele ettim. Şu gün oldu, hâlâ bu sözüm için pişmanım. Çünkü Müslümanların başına gelen musibete rağmen kendim için iyi olanı istemiştim.”
Bir başka hâlin örneği de orucunu bozan Marûf-i Kerhî hazretleri… Nafile oruç tuttuğu bir gün yanından bir sucu geçti. Sucu, “Suyumdan içene Allah rahmet etsin!” diye sesleniyordu. Sucuya yaklaştı ve ikram ettiği suyu içti. “Oruçlu değil miydin, niye ikram edilen suyu içtin?” denilince de şu cevabı verdi: “Evet, ama onun duasını almayı, ilâhî rahmete bu vesileyle erişmeyi murad ettim.”
Bu ve benzeri hâller, kulların iç âleminde olup bitenlerle taat ve ibadetleri arasındaki irtibatı kuramayan, bunları ayrı ayrı değerlendiren kimselerce tenkide konu olabilir. Böyleleri, kim için olursa olsun, her hâl ve şartta taat ve ibadeti sadece zâhiriyle değerlendirir. Aynı şekilde her hâl ve durumda, işlenen kimi hataları da zâhirine bakarak değerlendirir ve bunları dinden ve şeriattan sapma olarak görür. Fakat bu yüzeysel bakış açısı hatalı olmak bir yana, tehlikelidir de. Bu sebeple bu hususta dikkatli olmak icap eder. İbn Atâullah kuddise sırruhûnun bu hikmetinde dikkat çektiği husus da budur: “Amellerin başka başka olması, kalbin hâllerinin ve manevi vâridatın değişik olması sebebiyledir.”
Öyleyse bir amelin özü, zâhiren nasıl isimlendirildiğiyle, yani sevaba konu olup olmaması, ona kaynaklık edip etmemesiyle alakalı değildir. Aksine, bütün varlığıyla Rabbi’ne yönelmiş kulun içerisinde bulunduğu hâlin gereğince amel etmesiyle alakalıdır.