Aramak

Nakşibendîliğin Anadolu’ya Girisi

Nakşibendî tarikatının Anadolu topraklarına ilk olarak ne zaman girdiği hususu her zaman zihnimi meşgul eden bir konu olmuştur. Zaman zaman bu konu üzerinde düşünürken Doç. Dr. Abdurrezzak Tek Hoca’nın “Nakşîliğin Osmanlı Topraklarına Girişi: Molla Abdullah İlâhî” isimli kitabını okuyunca bu konudaki merakım büyük ölçüde zâil oldu. 

Bunun yanında hayret ve hayranlığımı celbeden birçok şeyle karşılaştım. Hele Nakşibendîliğin Anadolu’ya ilk olarak Ankara Savaşı’nda (1402) Osmanlı hükümdarı Yıldırım Bayezid’i mağlup ederek Osmanlı Devleti’nin fetret devrine girmesine neden olan Timur’un ordusundaki Nakşibendî dervişleri vasıtasıyla girdiğini görünce sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Üzüldüm, Anadolu topraklarında yaşayan birisi olarak doğal olarak Osmanlı tarafındayız ve Osmanlı ordusu mağlup oldu. 

Timur’un ordusunda Nakşibendî dervişleri vardı ve belki de Timur onların savaşçılıkları yanında manevi tasarrufları ve âlî himmetleri ile Osmanlı ordusunu yenmişti. Kim bilir? 

Ancak beni asıl sevindiren, Nakşibendîliğin etkin bir şekilde, Kütahya Simavlı büyük âlim ve mürşid Molla Abdullah İlâhî (v.1491) ile Anadolu topraklarına girdiğini ve bazı Anadolu şehirlerinde, İstanbul’da ve Balkanlarda onun vasıtası ile yayıldığını görmem oldu. 

Molla Abdullah İlâhî’den önce Anadolu’da Nakşibendîlik

Nakşibendîliğin Anadolu’ya ilk olarak Timur’un ordusundaki Nakşî dervişleri ile girmiş olması, Molla Abdullah İlâhî’den yaklaşık 80-90 sene öncesine tekabül etmektedir. Hemen peşinden 1404 yılında Amasya’da, Anadolu’daki ilk Nakşibendî tekkesi bina edildi. Tekkenin ilk şeyhi de bizzat Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Buhârî’nin (v.1389) halifeleri arasında zikredilen Rükneddin Mahmud Buhârî’dir. Bu tekke İkinci Bayezid devrine kadar Nakşibendî tekkesi olarak kalmış ve daha sonra Halvetî tarikatı mensuplarının idaresine geçmiştir.

İlginç olan bir diğer husus da Nakşibendî dervişlerinin Yıldırım Bayezid devrinden sonra bu sefer İstanbul’un fethine katılmak üzere Fatih Sultan Mehmed devrinde Anadolu topraklarına gelmiş olmalarıdır. Ancak bu defa Osmanlılara karşı savaşmak için değil, Bizans’a karşı İstanbul’un fethine katılmak üzere Anadolu’ya gelmişlerdi. İşte her iki şekilde gelen bu gazi Nakşî dervişlerinin az da olsa kendi tarikatlarını tanıttıkları bilinmektedir. 

Fetihle birlikte aynı yılda (1453’te) Amasya’da ikinci bir Nakşibendî tekkesinin kurulduğunu görünce, Amasya’nın nasıl bir ilim ve medeniyet şehri olduğuna şahit oldum. Demek ki bu şehir Osmanlılar zamanında boşuna şehzadeler şehri olmamıştı. Bu tekkenin şeyhi de büyük Nakşî mürşidi Sadeddin Kaşgârî’nin (v.1456) halifesi Sunullah Buhârî olmuştur ve tekke 18. asrın sonlarına kadar varlığını sürdürmüştür.

Amasya ile birlikte İstanbul’da kurulan ilk Nakşibendî tekkelerinden biri de Fatih Sultan Mehmed tarafından Aksaray’da kurdurulan Hindîler tekkesidir ve şeyhi de Hâce İshak Buhârî Hindî’dir. Bu noktada İstanbul’daki ilk Nakşî tekkelerinden birisinin bizzat Fatih tarafından tesis edildiğini görünce büyük devlet, medeniyet ve maneviyat adamı Fatih’e hayranlığım bir kat daha arttı. 

Öte yandan Fatih döneminde İstanbul’da Nakşibendîliği yayan Molla Abdullah İlâhî’nin halifesi Seyyid Ahmed Buhârî (v.1516) olmuştur. İşte Müceddidiye öncesi dönemde Nakşibendîliğin Anadolu ve Rumeli’deki kolu Hâce Ubeydullah Ahrâr’a (v.1490) nisbet edilen Ahrâriye koludur. Zamanla Ahmed Kâsânî’ye (v.1542) nisbet edilen Kâsânîye ve Mahmud Urmevî’ye (v.1639) nisbet edilen Urmevîye kolları da yayılma göstermiştir. 

Bu duruma göre ilk olarak 1402 tarihini baz alacak olursak 2023 yılı itibariyle Nakşibendîlik Anadolu’ya 621 yıl önce girmiş olmaktadır.

Molla Abdullah İlâhî ile birlikte Nakşibendîliğin Anadolu’ya girişi

Doğum tarihi, künyesi ve ailesi hakkında bilgi olmayan Abdullah İlâhî, eski adı Germiyan olan Kütahya ilinin Simav kasabasında doğdu. İlk eğitimini Simav’da tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek Zeyrek Medresesi’nde okudu. Burada dönemin önde gelen âlimlerinden Mevlânâ Alâeddin et-Tûsî’den (v.1482) ders aldı.

Molla İlâhî İstanbul’daki eğitimini tamamlayınca dönemin Türkistan kültür merkezlerinden biri olan Semerkand’a doğru yola çıktı. Semerkand’da Hâce Ubeydullah Ahrâr’a intisab ederek burada yaşadığı bir cezbe hali sonucu şeyhinin izniyle Buhara’ya Şâh-ı Nakşibend’in türbesine gitti. Şâh-ı Nakşibend’in türbesinde bir yıl kalarak dokuz erbaîn çıkardı. (Erbaîn kırk günlük uzlet ve çile halidir ki dokuz erbain 360 gün yani bir sene etmektedir.) Üveysî yolla Şâh-ı Nakşibend’in ruhaniyetinden feyz alarak tasavvufî terbiyesini tamamladı. 

Sonrasında tekrar Semerkand’a dönen Molla İlâhî, şeyhi Ubeydullah Ahrâr’ın yanında bir müddet daha kaldıktan sonra icâzetini/hilâfetini alarak tekrar Anadolu’ya doğru yola çıktı. Dönüşte kendisine Sâdat-ı Nakşibendîye’den Mahmud İncir Fağnevî’nin (v.1315) torunu Seyyid Ahmed Buhârî (v.1516) de eşlik ederek onunla beraber Anadolu’ya geldi. Dönüş yolunda zamanın çok önemli ilim merkezlerinden Herat’a uğrayarak burada meşhur Nakşibendî şeyhi Molla Abdurrahman Câmî ve diğer meşâyihle görüştü. 

Molla Abdullah İlâhî, Anadolu’ya dönünce memleketi Simav’a yerleşti ve irşad hizmetlerine başladı. Kısa sürede irşad halkası genişleyerek ünü İstanbul’a kadar yayıldı. Fatih’in ulema ve meşâyihi İstanbul’da toplayıp, burayı payitaht olmasının yanında ilim, irfan ve medeniyet başkenti de yapma projesine bağlı olarak İstanbul’a gelme daveti aldı. Molla İlâhî davet üzerine önce kendisi gitmeyip İstanbul’daki havayı görmesi için halifesi Ahmed Buhârî’yi gönderdi. Bazı kaynaklar Abdullah İlâhî’nin İstanbul’a gitmediğini söyleseler de kendisi bizzat Zâdu’l-Muştâkîn adlı eserinde İstanbul’da bir müddet bulunduğunu ifade etmiştir.

İstanbul dönüşü memleketi Simav’a giden Molla İlâhî, Fatih’in vefatından sonra (1481) ikinci kez davet üzerine tekrar İstanbul’a gitti. Kendisi ve dervişleri için hazırlanan yerde kalmadı ve verilecek maaşı da kabul etmedi, metruk vaziyette olan Zeyrek Medresesi’nde ikâmeti tercih etti. Bu dönemde Şeyh Bedreddîn’in Vâridât adlı eserine Keşfu’l-Vâridât adıyla bir şerh yazdı. İstanbul’da dokuz yıl kadar irşad faaliyetinde bulunduktan sonra 1490 tarihinde müridlerinin başına halîfesi Ahmed Buhârî’yi bırakarak Selanik’e elli kilometre uzaklıktaki Vardar Yenicesi’ne gitti. Burada irşad ve telif faaliyetleriyle meşgul oldu ve 1491 yılında vefat etti. Zamanında ziyaretgâh olan kabri Yunan işgalinden sonra bugün belirsiz haldedir.

Hayatından bugüne bir hisse

Görüldüğü gibi Molla Abdullah İlâhî’nin çok hareketli ve çok verimli bir ömür sürdüğü anlaşılmaktadır. Yazının başında, Molla İlâhî ile ilgili bu yazıyı hazırlarken hayretimi ve hayranlığımı celbeden birçok hususla karşılaştığımı belirtmiştim. Bunlardan biri de Şâh-ı Nakşibend’in türbe-i şeriflerinde çıkardığı bir senelik dokuz erbaîn ve geçirdiği manevi tecrübelerdir. Yani Molla İlâhî manevi kemâlâtını Şâh-ı Nakşibend’in türbesinde tamamladıktan sonra Ubeydullah Ahrâr’dan hilafet almış ve irşada başlamıştır.

Bu durum Gavs-ı Sânî’nin, Şeyh Seyyid Muhammed Râşid’in 1993 yılındaki vefatı ertesinde irşada başladığında önce Buhara’ya gidip Şâh-ı Nakşibend’in türbesini ziyaret ettikten sonra irşada devam etmesi ile benzerlik arz etmektedir. Aynı şekilde başka mürşidlerin de irşada başladıktan hemen sonra burayı ziyaretle manevi makamlar elde edip irşadını sürdürmesini hatırlatmaktadır. Bu durum Molla İlâhî’nin Şâh-ı Nakşibend’in türbesinde geçirdiği manevi tecrübelerle paralellik arz etmektedir. Bu da onların hem tarikatın pîri Şâh-ı Nakşibend’e hem de önceki seleflerinin yoluna ne derece bağlı olduklarını göstermektedir. 

Abdullah İlâhî’nin ahlâk ve edebinden bir kesit

Abdullah İlâhî’nin hayatında hayretimi mucib olan hususlardan biri de yüksek bir ahlâk ve edeb sahibi olmasıdır. Öyle ki Buhara dönüşü Simav’da bulundukları süre içerisinde imamet görevini Ahmed Buhârî’ye vermiş; mürşidi olmasına rağmen hem seyyid hem de Mahmud İncir Fağnevi’nin torunu olduğu için asla onun önüne geçerek namaz kıldırmamıştır. Kendisinden de, “Seyyid Buhârî bize altı sene yatsı abdestiyle sabah namazını kıldırdı” diyerek iftiharla söz etmiştir. Bu durum onun ne derece ahlâk, edeb ve mahviyet sahibi olduğunu göstermektedir. Bu ahlâkı bize ve özellikle de her şeyde öne geçmeye çalışan bazı zamanımız dervişânına ders olmalıdır.

Seyyid Ahmed Buhârî

Bu noktada Molla İlâhî’nin halifelerinden Seyyid Ahmed Buhârî’den de bahsetmek gerekir. Ahmed Buhârî 1445 yılında Buhara’da dünyaya geldi. Önceleri Hâce Ubeydullah Ahrâr’a intisab etmişken, Molla İlâhî Buhara’ya geldikten sonra kendisiyle tanışarak dönüşte onunla beraber Anadolu’ya döndü. Abdullah İlâhî’nin yanında seyr ü sülûkunu tamamlayıp kemâle ererek hilâfet aldı. İlmî seviyesi de çok yüksekti. Bir ayet-i kerimeye üç dört mana verecek durumda olduğu belirtilir.

Daha sonra şeyhinden izin alıp hacca gitmek üzere yola çıktı. Yolculukta sadece Kur’an-ı Kerim ve bir de Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin (v.1273) Mesnevî adlı eserini yanında götürdü. Bu yolculukta Kudüs’e de uğradı ve orada bulunduğu süre içerisinde kimseden bir şey istemeyerek kitap istinsâhı/yazıp çoğaltılması ile geçimini sağladı.

Hac dönüşü tekrar Simav’a geldi. Abdullah İlâhî’nin, İstanbul’a davet edilince durumu görmesi için onu İstanbul’a gönderdiğini yukarıda belirtmiştik. İşte İstanbul’da ilk Nakşibendî tekkesini kuran Ahmed Buhârî’dir. 

Ahmed Buhârî 1516 yılında İstanbul’da vefat etti. Cenazesi yıkanırken üç defa gözlerini açıp baktığı, mezarına yerleştirildiğinde hemen kıbleye doğru sağ yanına doğru döndüğü, Hüseyin Vassâf Efendi’nin Sefîne-i Evliyâ adlı eserinde zikredilmektedir. Mezarı Fatih Camii’nin batısında bulunan Emir Buhârî Camii’nin kenarındadır. 

Ahlâk ve edebinden bir kesit

Burada da Ahmed Buhârî’nin önemli bir ahlâkî özelliğinden bahsetmek istiyorum. Şeyhi Ubeydullah Ahrâr kendisine çok yakınlık ve hatta edeb gösterir, nerede görse ayağa kalkar, hürmet ve ikramda bulunurdu. Seyyid Buhârî bu durumdan rahatsızlık derecesinde hicap duyar, utanırdı. Bir keresinde bundan mahcubiyet ve üzüntü duyduğunu söyleyince şeyhi şu cevabı vermiştir: “Size nasıl tazim ve hürmet etmeyelim ki! Sizi görünce hem Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi hem de dedeniz Mahmud İncir Fağnevi’yi hatırlıyoruz.”

Tasavvuf kaynakları, Ahmed Buhârî’nin Molla İlâhî ile beraber Buhara’dan ayrılıp Anadolu’ya gelmesinin sebebini bu olaya bağlamaktalar. Günümüz dervişânının bundan da alacağı büyük dersler olmalıdır. Günümüz mürîdânı şeyhlerinin kendilerine iltifat etmesini, insanların da hürmet ve saygı göstermesini beklerken o, kendisine şeyhinin gösterdiği yüksek edebden ve iltifattan mahcubiyet, hatta rahatsızlık duymuştur. Nitekim fıkıh âlimleri, kişinin kendisine hürmet edilmesini istemesini mekruh saymışlardır. Bu da Ahmed Buhârî’deki yüksek ahlâk ve edebi, tevazu ve mahviyeti göstermektedir. 

Molla Abdullah İlâhî’den sonra Anadolu’da Nakşibendîlik

Abdullah İlâhî’den sonra temsil ettiği Nakşibendîye’nin Ahrâriye kolunun Anadolu’da yayılmasında kendisinin ve halifesi Emir Buhârî’nin teşekkül ettiği silsilenin etkisi büyüktür. Bu şekilde yetişen birçok halife Nakşibendîye tarikatını İstanbul, Bursa, Isparta, Akşehir, Bolu, Kastamonu gibi Anadolu’nun farklı şehirlerinde yaymışlardır. 

Bu şekilde Anadolu’da yayılışını sürdüren Nakşibendîye/Ahrâriye, 18. asra kadar başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun diğer şehirlerinde yayılışını sürdürmüştür. Ahrâriye’den sonra Nakşibendîye’nin, İmam Rabbânî (v.1624) tarafından kurulan Müceddidiye kolunun Anadolu’ya girdiğini görüyoruz. Bunda etkili olan da öncelikle oğlu Muhammed Masum’un (v.1668) halifesi Murâd-ı Münzevî (v.1719) ile Muhammed Masum’un halifesi olan Ahmed Yekdest’in (v.1707) halifesi Mehmed Emin Tokadî’dir. (v.1745) 

Bu iki büyük Nakşibendî mürşidinden sonra Anadolu’da Nakşibendîlik kısmen bir duraklama yaşamışsa da Abdullah Dehlevî’nin (v.1824) halifesi Mevlânâ Hâlid Bağdâdî (v.1827) ile birlikte Anadolu’ya Nakşibendîliğin Hâlidî kolunun girdiğini ve kısa zamanda en yaygın tarikat halini aldığını görüyoruz. Hatta Osmanlı’da Nakşibendîlik o derece yayılmış ve ulema arasında o derece rağbet görmüştür ki Nakşibendîliğe “ulema tarikatı” denilmiştir. 

Bundaki en önemli sebep, Nakşîliğin Kur’an ve Sünnet’e tam bağlı olması, bid’at ve hurafelerden azami derecede sakınmasıdır. Şüphesiz bu durum ulema tarafından fark edilmiş ve böylelikle ilgilerini çekmiştir. Bugün de Anadolu’daki Nakşibendiyye mensuplarının hemen hepsinin Nakşibendî/Halidî oldukları görülmektedir.

Mevlâ Teâlâ ismi geçen zâtların makamını âlî sırlarını mukaddes kılsın.

Kaynaklar

• Abdurrezzak Tek, Nakşîliğin Osmanlı Topraklarına Gelişi: Molla Abdullah İlâhî, Emin Yayınları, Bursa 2012, s. 9-52.
• Osmanzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2015, II.54-60.
• Cemal Kurnaz - Mustafa Tatçı, Emir Buharî, Ankara 1998, s. 1-15.
• Türkiye Gazetesi Evliyalar Ansiklopedisi, İstanbul 1992, I.123-130, VI.16-24.
• TDV İslam Ansiklopedisi “Abdullah İlahi” ve “Emir Buhari” maddeleri.


Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy