Aramak

Tefsir

“Her kim şan ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref bütünüyle Allah’a aittir. Güzel sözler ancak O’na yükselir. Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlar var ya, onlar için çetin bir azap vardır. Onların tuzağı boşa çıkar.” (Fâtır 10)

Allah Teâlâ bu ayet-i kerimeyle müşriklere şöyle diyor:

“Ey müşrikler! Siz putlara taparak güç ve üstünlük elde etmek istersiniz. Vehmettiğiniz yücelik ve üstünlük imanınıza mani oluyor. 

Ey Mekke’nin ileri gelenleri! Bu yüzden cehalet içinde büyüklenerek Resûlüm Muhammed’in davetini kabul etmiyorsunuz. Çünkü izzet ve üstünlüğünüzün gideceğinden, dolayısıyla Araplar üzerinde bir tesiriniz kalmayacağından korkuyorsunuz. Halbuki bu inancınız bâtıldır. Çünkü sizin izzet ve şeref beklediğiniz putlarınızın hepsi âcizdir. Âcizden izzet beklemek ise ahmaklıktır. 

Allah Teâlâ’ya isyan ettiğiniz için sizin izzet ve şerefiniz yok olmuştur. Her kim izzet, üstünlük ve güç istiyorsa bilsin ki, dünyada ve âhirette izzet ve şerefin hepsi Allah Teâlâ’nındır; başkasının değil! Öyleyse izzet ve şeref isteyen, taat ve takva ile sadece Allah Teâlâ’dan istesin.”

İzzetin gerçek sahibi

Ayet-i kerimede geçen “izzet isteyenler” ile kastedilenler, putları ile gururlanan müşrikler ve münafıklardır. Burada izzetin yalnız Allah’a ait olduğunu ifade etmek, izzetin yalnız O’ndan istenmesi gerektiğini de ifade eder. Bundan dolayı ayette talep konusu ayrıca zikredilmemiştir. “Kim ilim isterse bilsin ki ilim âlimlerdedir” sözü de böyledir. Yani “ilmi âlimlerden talep etsin” demektir. Çünkü bir şey ancak sahibinden istenir. 

Şeref, onur, güç, üstünlük gibi anlamları olan “izzet”in her yönüyle Allah Teâlâ’ya münhasır kılınması, insanlar tarafından asla elde edilemeyecek bir şey olduğu anlamına gelmez. Aksine, insanların elde edebilecekleri her türlü izzetin Cenâb-ı Rabbulâlemîn’den olduğunu ve ancak O’nun rızasına uygun olması halinde değer taşıyacağını ifade eder.

Burada “Bütün şeref Allah’ındır.” buyurulurken bir başka ayet-i kerimede ise “Hâlbuki asıl üstünlük (izzet), ancak Allah’ın, Peygamberinin ve müminlerindir.” (Münâfikûn 8) buyrulmuştur. Bu iki ayetteki durumu İmam Kuşeyrî rahmetullâhi aleyh şu şekilde izah etmiştir: 

“Şüphesiz ilâhlık şerefi yalnız Allah’ındır. Resûl’ün ve müminlerin şerefi ise bir lütuf ve ihsan olarak Allah Teâlâ tarafından verilmiştir. Allah Teâlâ’ya yakın olması hasebiyle izzet Peygamber sallallahu aleyhi vesellemindir. O’na yakın oldukları için de müminler izzet sahibidir. 

İzzet Cenâb-ı Hakk’a uymak ve O’na yakın olmakla, düşüklük ise O’na muhalefet etmekle olur. Yüce Allah’ın kapısından yüz çeviren kimse hangi kapıya giderse gitsin itibar bulamaz. Bütün şeref ve izzet Allah’ındır. 

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ‘Rabbiniz her gün şöyle buyurur: Aziz olan, izzet sahibi ve izzet verecek olan benim. Kim dünya ve âhiretin izzetini isterse Azîz olan Allah’a itaat etsin.’” (Kurtubî, el-Câmi’ li-Ahlâmi’l-Kur’ân;14/295; Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl,3/487)

İzzetin kısımları

İzzet iki kısımdır. Biri zâhirî, diğeri bâtınî izzettir. Zâhirî izzet, makam ve rütbenin yükselmesi, insanların bu makam sahibine ve ona bağlı kimselere hürmet göstermesidir. Bunun sebebi takva, ilim, sâlih amel, cömertlik, tevazu, güzel ahlâk, Allah’ın kullarına ihsanda bulunması gibi faziletlerdir.

Bâtınî izzet ise Allah Teâlâ’yı tanımanın şerefiyle zengin olmak, tamah ve hırsın bağından kurtulmaktır. Bâtınî izzetin sebebi, Allah için nefsi alçaltmaktır. 

Bâtınî izzetin gayesi, kişinin kendisinde ve dış dünyada Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve hikmetini müşâhede ile marifetullaha ermektir. Kimin kalbi Allah Teâlâ ile izzeti bulursa başka hiçbir şeye yönelmez, kendisini O’nun dışında herhangi bir şeye muhtaç hissetmez. Her şeyden özgür, böylece sadece Cenâb-ı Hakk’a kul olur.

Burada zikredilen her iki izzet de Allah Teâlâ’ya aittir. Sadece O’ndan talep edilir.

Özetle, insan zelil, aciz ve muhtaç olarak yaratılmıştır. İhtiyacı çok olanın zilleti de çok olur. Allah Teâlâ’nın hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı için “Bütün izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır.” 

Dolayısıyla Cenâb-ı Hak’tan başka kimseden izzet ve şeref talep edilmez. Çünkü O’nun dışında kendisinden bir istekte bulunulan herkes ve her şey, talep edenin kendisi gibi Allah’a muhtaçtır. 

Müminlerin izzeti

Cenâb-ı Allah’tan başkasına ihtiyacı olmadığını idrak eden kulun izzet ve üstünlüğü artar. O’ndan başkasına muhtaç olma hali “lâ ilâhe” reddi ve “illallah” kabulü ile ortadan kalkar. İşte bu ret ile kulun hem dünya hem âhiretle olan bağları kesilir. Kabul ile tamamen Hak Teâlâ hazretlerine yönelir. Kulun başka bir dünyevî bağı kalmayınca da kelime-i şehadetin hakikati Hak Teâlâ’nın zâtına döner, O’na yükselir.

Râgıb el-İsfahânî rahmetullahi aleyh der ki: 

“İzzet, insanın yenilgiye uğramasına engel olan bir haldir. Aziz ve kâhir olan demektir. İzzet bazen övülür. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Onlar diyorlardı ki: Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan zayıf olanı oradan muhakkak çıkaracaktır. Halbuki asıl üstünlük ancak Allah’ın, Peygamberi’nin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.’ (Münâfikûn 8)

İzzet bazen de yerilir. Bu kâfirlerin izzetidir. Çünkü Allah Resûlü’nün ve müminlerin izzeti daimî, bâkî ve ebedîdir. Gerçek izzet budur. Kâfirlerin izzeti ise kibir, gurur ve büyüklük taslamaktır. Bu da gerçekte izzet değil, zillettir.”

Kelime-i tayyib

Allah Teâlâ ayet-i kerimenin devamında, izzet ve şerefin neyle talep edileceğini beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: “O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır).”

Kelime-i tayyib yani güzel söz başta kelime-i tevhid olmak üzere ona bağlı olan tesbih (sübhanallah), tahmid (elhamdülillah), tekbir (Allahu ekber), dua, istiğfar, zikirler ve Kur’an-ı Kerim okumak gibi güzel kelimelerin hepsini içine alır. 

Güzel söz, içinde hiçbir nefsânî haz ve kötü düşünce bulunmayan mümin bir ağızdan ve temiz bir kalpten çıkan zikirlerdir.

Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: 

“Güzel söz şudur: Sübhanallâhi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber.” (Allah Teâlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Bütün hamdler Allah Teâlâ’ya mahsustur. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür.) Kul bu zikri söylediği zaman melekler onu semaya çıkarır. O zikri Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda sesli olarak sunarlar.” (Hâkim, Müstedrek, 2/425; Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, 2/34)

Fahreddin Râzî rahmetullâhi aleyh Tefsîr-i Kebîr’de şöyle der: “Tercih edilen görüşe göre güzel söz zikrullah, nasihat ve ilim gibi Allah için olan her kelimeyi kapsar. Böyle olan her söz Allah Teâlâ’ya yükselir.” 

Amel-i sâlih

Güzel sözlerin Allah Teâlâ katına yükseleceğinin beyanından sonra ayetin devamında şöyle buyurulmakta: “Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır.”

Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede ameli “sâlih” olmakla nitelemiştir. Amelin sâlih olması ihlâsa bağlıdır. Öyleyse ilâhî huzura yükseltilen ve Hak katında makbul olan amel, ehl-i tevhidin ihlâsla yaptığı ameldir.

Sâlih amel imanı kuvvetlendirip hakikat mertebesine yükseltir. Yüksek derecelere hep sâlih amelle ulaşılır. Tevhid ancak Allah’a itaat ve ibadet vesilesiyle kabul edilir. 

Her hâlükârda kelimeleri yükselten ameldir. Nitekim hadîs-i şeriflerde mealen şöyle buyrulmaktadır: 

“Allah amelsiz sözü kabul etmez.”
(Kenzu’l-Ummal, 1/260)

“Kul samimi bir niyet ile ‘lâ ilâhe illallah’ diyecek olursa melekler onun ameline bakar. Şayet ameli onun sözüne uygun ise her ikisi birlikte yükselir. Eğer ameli aykırı ise amelinden tevbe edinceye kadar sözü askıda kalır.”
(İbn Mâce, İman, I. 350) 

Saîd b. Cübeyr radıyallahu anhudan şöyle rivayet edilir:

“Allah hiçbir sözü amelsiz kabul etmez. Hiçbir söz ve ameli de niyetsiz kabul etmez. Hiçbir söz, amel ve niyeti de sünnete uygun olmadıkça kabul etmez.” (el-Lâlekâi, Şerh Usûl i’tikat Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat 64/1)

Manayı yukarıdaki açıklamanın zıddı şekilde ifade eden müfessirler de olmuştur. Bu izaha göre sâlih ameli yükselten güzel sözdür. Çünkü güzel sözden maksat kelime-i tevhiddir. Her amelin kabul şartı iman olduğu için, kelime-i tevhid amelin dergâh-ı ilâhî’ye yükseltilmesine vesile olur. Aksi halde iman olmadıkça hiçbir amel kabul olunmaz ki yükseltilsin. 

Burada şu detayı da gözden kaçırmamak lazım: Amelin yükselmesi bir sebebe bağlıdır. Güzel söz (tevhid zikri) ise kendisi yükselir. Böylece ayet-i kerime ile zikrin diğer amellere üstünlüğü ortaya çıkar.

Netice itibariyle sâlih amel onu yapan kimseyi yükseltir ve şereflendirir. Kim izzet ve yücelik isterse sâlih amel işlesin, çünkü kulu yükselten odur.

Diğer taraftan kul yaptığı ameli gözünde büyütürse bu amelinin kabul edilmediğinin alametidir. Eğer ameli kabul edilmiş olsaydı onun görüşünden kaldırılmış, yükseltilmiş olurdu. Kalbin amelleri arasında en makbulü, yapanın gözünde dergâh-ı ilâhîye layık olmaktan uzak, kişiye “amelim var” dedirtmeyen ameldir.

İsmail Hakkı Bursevî kuddise sırruhû hazretleri amelde tevhid ve ihlâsa vurgu yapar ve sâlih amelin yükselmesine dair şöyle der:

“Allah Teâlâ’nın sâlih ameli yükseltmesi demek, onun kadrini, derecesini yüceltmesi demektir. Burada kastedilen, ihlâslı ve tevhid ehli kimsenin amelidir ve hiçbir şey onun kadar değerli değildir.”

Söz ve amel ilişkisi

Ayet-i kerimede söz amelden önce zikredilmiştir. Demek oluyor ki söz amelden kıymetlidir. Tefsir-i Kebîr’de bu konu şöyle izah edilmektedir:

“Kalp esastır. Bunun böyle olduğunun delili Efendimiz’in şu hadis-i şerifidir: ‘Dikkat edin, insanın vücudunda küçük bir et parçası vardır. Eğer o iyi olursa bütün vücut iyi olur. O bozuldu mu bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir.” (Buhârî, İman, 39: Müslim, Musâkât, 107/3/1220)

Kalpteki iman, niyet gibi şeyler ise ancak dil ile ortaya konulur. Dilde olanın doğruluğu ise kişinin ameli ile anlaşılır. O halde söz kalbe amelden daha yakındır. İnsan konuştuğu her şey, içindeki mananın dışa vurumudur. Fakat amellerini bazen kalbinden kaynaklanmaksızın bir alışkanlık ya da tik olarak yapar. O halde söz amelden kıymetlidir.

Tuzak kuranlar

Allah Teâlâ ayet-i kerimenin devamında iki dünyanın da zilletinden bahsederek mealen şöyle buyuruyor:

“Kötülüklerle tuzak kuranlar var ya, onlar için çetin bir azap vardır. İşte onların tuzağı boşa çıkar.”

Allah Teâlâ güzel sözlerin ve sâlih amelin halini beyandan sonra bu ayet-i celile ile kötü sözün, amelin ve sahiplerinin halini beyan ediyor. Böylece izzetin şeytânî düşüncelerle elde edilemeyeceğini bildiriyor. 

Ayet-i celilede bildirilen şeytânî tuzağı kuranlar, Dârünnedve’de toplanarak Allah Resûlü’nü öldürme planları yapan Mekkeli müşriklerdir. Nitekim Hak Teâlâ onların planlarını şöyle haber vermiştir:

“Hani bir zamanlar kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni (yurdundan) çıkarmaları için tuzak kuruyorlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Enfâl 30)

Allah Teâlâ inkârcıların hile ve tuzaklarını boşa çıkardıktan sonra onları helâke uğratmıştır. Nitekim o müşrikleri Mekke’den çıkarmış, öldürmüş ve Bedir kuyusuna doldurmuştur.

“De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.” (İsrâ 84)

Başkalarına hile ve tuzak kuranlar Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine karşı gelen asilerdir. Bunların kârı nihayetinde kendi helâkları olmuştur. Güzel sözler ve sâlih amellerin sahipleri ise müttakî, ihlâslı ve güzel topluluklardır. İşlerinin sonu ise Rızâ-i Bârî ile ebedî saadettir.

Denilir ki, iman temenni ile olmaz. Tasdik ile birlikte amel de olmalıdır. Bu konuda yalnız temenni ile yetinen bir kimse, geminin karada yürümesini istiyor demektir. Yani imkânsızın peşindedir. Bütün âlemin ilmine de sahip olsa amel olmadıktan sonra neye yarar. 

Cenâb-ı Hak müminleri şeriatın emirlerini terketmekten muhafaza buyursun. Her sözde ve işte edebe riayet emekle şereflendirsin. 

Hak Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir.


Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy