Aramak

Tencere

Yeni Milli
Sporumuz

Geçenlerde okuduğum bir habere göre milli sporlarımız olan okçuluk, binicilik ve güreşin yanına bir yenisi daha eklenmiş. Huzurlarınızda yeni milli sporumuz: Travma sahibi olmak! 

Elbette ki Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın böyle bir ilâveden haberi yok. Bu tamamen benim travmam, pardon, tamamen benim hayal gücüm. Ama milli spor ilan edilse de şaşırmayacağız artık. Çünkü güzide memleketimizin artık üç yanı sularla, otuz iki yanı travmalarla çevrili!

Psikoloji, pedogoji, biyoenerji ve bilimum alanlarda yapılan çalışmalar, teşhis ve tedaviler üzerine elbette ki söyleyecek sözüm yok. Olamaz da. Çünkü neden olsun? Her birinin ayrı teorik altyapısı, zaman ve emek harcanmış araştırma ve uygulama süreçleri, şifalanmaya vesile olacak tonlarca teknikleri var. Benim canımı sıkan, bunların korsan versiyonları ve insanların şifa bulma ümitlerini istismar eden duygu tâcirleri!

Öyle bir pazar oluşmuş ki, bu sisteme kulak veren herhangi bir insan evlâdının bedenen ve ruhen sağlıklı kalması mümkün değil. Sağlıklıysa bile bunu sürdürmesi çok zor. Çünkü onlara göre herkesin ille de geçmişinde mutlaka birkaç ton travması mevcuttur ve ille de bunu bu kerameti kendinden menkul arkadaşlarımız olmadan bulabilemezler. 

Travma mafyası için zihnen sıhhatli olmamız imkansızdır ve bu anayasamızın ilk maddesi gibidir. Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez! Olur ya, bir gariban Âdemoğlu bu mafyanın eline düşerse yandığının resmidir. Artık girişi var, çıkışı yoktur. Zihin arındırması, travma temizlemesi, atalardan gelen negatif kodların pozitif eylenmesi gibi bir sürü dalda hizmet sunan bu mübarek örgüt, danışanlarına boyu boyuna huyu huyuna bir travma beğendirmeden şurdan şuraya bırakmaz!

.  .  .

– Yavrum. Ben hiç sevmedim burayı bak. Kalbim bi’ huzursuz. Kalk, sıra bize gelmeden çıkıp gidelim mi şurdan he annem? 

– Anne yapma lütfen yaa! Evden çıktığımızdan beri aynı şeyleri söylüyosun. Geldik işte bak, korkacak bi’ şey yok. Sadece konuşacaklar, hiç bi’ şey olmasa içini döker rahatlarsın. 

– Buyrun hanımefendi, sizi seans odasına alalım.

– Ben aslında... neyse artık, geldik buraya kadar girelim madem... Bismillah...

– Hoş geldiniz. Nerden başlayalım, şikâyetiniz nedir?

– Yaradanıma şükür, yok benim hiç bi’ şikâyetim hanım kızım. Bizim kız ısrar etti, kıramadım. Onun demesine göre biraz içime kapanmışım bu aralar, başka da bi’ şey yok.

– Anlıyorum. Buyrun şöyle uzanın koltuğa. Gözlerinizi kapatın. Şimdi sizinle bir yolculuğa çıkacağız. Derin derin nefes alın... şimdi... doğduğunuz eve gidiyoruz. Doğduğunuz evi hatırlıyor musunuz?

– Ben tarlada doğmuşum!

– Olsun, fark etmez. Lütfen gevşeyin. Çocukluğunuza dair zihninizdeki en eski görüntüyü bulmaya çalışacağız şimdi birlikte. Bastırılmış duyguları tetikleyebileceğimiz bir ipucu bulacağız birlikte.

– Valla... ne desem şimdi? Bizim bi’ Hayriye vardı, komşunun kızı. O geldi gözümün önüne. Çağla ağaçları vardı, beraber toplar yerdik. Pek severdi meyvelerinden mahallenin çocuklarına dağıtmayı. O geldi aklıma en eskilerden.

– Güzel, devam edin. Peki Hayriye ile hiç kavga ettiniz mi?

– Pek uslu bi’ kızdı, kimseyle kavga etmezdi. Ben de etmezdim zaten.

– Yani öfke duygunuz eskiden beri bastırılmış. Peki başka? Başka neler geliyor aklınıza?

– Bakkal Cevdet Amcamız vardı rahmetli, o geldi. Yaz gelir gelmez ilk dondurmalar benden derdi, hepimize bedavadan dondurma verirdi. Ne iyi adamdı!

– Anladım. Toplu halde yerdiniz yani. Bireysellik duygusu bastırılmış. Başka?

– Başkaa... valla yavrum, bilemedim ki. Hah, şey vardı şey, Sâkine Abla vardı bi’ de. Benim rahmetli anacığım hasta yatardı sık sık. Sâkine Abla her gün gelir, çorba yapar, evi derler toplar, bizim karnımızı doyururdu Rabbim razı olsun. O da geldi gözümün önüne şimdi..

– Eveet... Annelik rolünü anneden başkasının üstlenmesinden kaynaklanan değersizlik duygusu. Bu bilgiler ışığında net olarak söyleyebilirim ki bu kadar ağır travmalar yaşamanıza rağmen buraya gelip çözüm aramanız çok kıymetli. Bu anlattıklarınızı kim yaşasa çok daha kalıcı hasarlar alabilirdi. 

– Hasar mı?!

– İyi ki kendinize hak ettiğiniz kıymeti verdiniz ve buraya geldiniz. Şimdi lütfen kendinize sarılıp bunu yaptığınız için teşekkür eder misiniz? Sarılırken de “Ben önemliyim. Kendimi olduğum gibi kabul ediyorum. Kendimi sevgiyle onaylıyorum” deyin.

– Sarılmadan söylesem olmaz mı?

– Olmaz, sarılmanız gerek. Tekrar edin lütfen. “Ben yaşadığım tüm bu büyük problemlerin üstesinden gelecek kadar güçlüyüm. Hepsiyle tek başıma mücadele edebilirim. Bundan sonraki yaşayacağım sıkıntılar için de kaygı duymuyorum. Onlarla da baş edebilirim.. Her birini şimdiden sevgiyle kucaklı…” Süremiz doldu. 

– Nası, bitti mi?

– Bitti evet. Bir sonraki seansta görüşmek üzere. Ödemeyi girişteki arkadaşımıza yapabilirsiniz. 

.  .  .

Sanıyorum meseleyi anladınız. Benim sözüm psikoloji, pedagoji, biyoenerji gibi cafcaflı laflar altında sinekten yağ çıkarır gibi insanların duygu dünyasından travma çıkarıp, bunun üzerinden para kazananlara. Dünya hayatının onca imtihanı arasında zaman zaman yüreği daralan, kendine bir çıkış kapısı arayan insanların bu durumlarından istifade eden hiç kimseyi masum ve haklı göremem, kimse kusura bakmasın. 

Hepinize sıkıntılarınızda ferahlıklar ve Rabbimiz varken evrene mesajlar göndermeyi seçen şarlatanlardan uzak bir ömür dilerim.


Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy