Aramak

Mürşid İrşad ve Menzil Üslubu

Mürşid İrşad 

ve 

Menzil Üslubu

Zamanımızın en büyük mürşid-i kâmillerinden biri hakkında konuşmaya başlamadan önce kısaca mürşid-i kâmil kimdir, ona neden ihtiyaç vardır, tasavvuf nedir ve irşadda Menzil üslubu nasıldır soruları üzerinde durmak gerekir.

Cenâb-ı Rabb’ül-Âlemîn Kur’an-ı Kerim’inde “rahmetinin her şeyi kuşattığını”, (A’raf 156) “kullarına merhamet etmeyi kendi zâtına farz kıldığını” (En’am 12) beyan buyurur. O, “merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yusuf 92, Enbiya 83)

Bu sebepledir ki O, kullarını dünya imtihanında yardımsız bırakmaz. Dünyada da âhirette de güzelliklere nail olabilmeleri için sayısız nimetler, sayısız imkânlar bahşeder. 

İnsanı, hakkı ve hakikati benimseye yatkın, manevi inkişafa kabiliyetli bir fıtratta, akledebilecek bir kalple yaratmışken, gönderdiği peygamberler, indirdiği kitaplarla dosdoğru yola çağırır. Kemâle erdirilmiş yegâne din olarak İslâm nimetini ve İslâm’ın en güzel şekilde nasıl yaşanacağı hususunda Hâtemü’l-Enbiyâ sallallahu aleyhi vessellem Efendimiz’in örnekliğini ikram eder. Ve yine sonsuz merhametinin nişanesi olarak o örnekliği yaşadıkları çağa taşıyan irşad ehli kâmil müminleri hiçbir zaman gök kubbenin altından eksik etmez. 

Allah Teâlâ, kendisine samimiyetle yönelmek isteyen ama nefsiyle başa çıkmakta zorlanan kullarının hidayetine vesile kılmıştır bu müstesna zâtları. Bizden onları arayıp bulmamızı ister. 

İsmail Hakkı Bursevî rahmetullahi aleyh, Mâide suresinin 35. ayet-i kerimesinde geçen, “Allah’a yaklaşmaya vesile arayın” mealindeki ibarede “vesile” ile kastedilenlerin “Rabbanî âlimler ve mürşid-i kâmiller” olduğunu söyler. 

Bu manasıyla “vesile aramak”tan maksat, “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve sâdıklarla beraber olun” (Tevbe 119) mealindeki ayet-i kerime mucibince, kulluk misakına vefa gösteren âlim ve âriflerle bir arada, aynı istikamette bulunmak; örnek ve rehber edinerek onlara tâbi olmaktır. 

Nitekim müfessirler, hususen peygamberlere ittiba bağlamında gelen, “Sizden hiçbir ücret istemeyen hidayete erdirilmiş kimselere tâbi olun” (Yâsîn 21) mealindeki ayetin peygamber mirasçısı âlimleri kapsadığını da beyan etmişlerdir.

Kâmil Mürşid Kimdir?

İşte Rahman’ın kendisine yaklaşmaya vesile kıldığı, onlara tâbi olmamızı istediği has kullarının bir bölüğü de kâmil mürşidlerdir. Mürşid; “irşad eden, yani insanlara doğru yolu gösterip o yolda rehberlik eden kimse” demektir. 

Ma’rufu emir ve münkerden alıkoyma farz-ı kifâyesini ifa eyleyen herkese sözlük manasıyla mürşid denilebilirse de bu unvan daha ziyade bağlılarını tasavvuf terbiyesi ile irşada icazetli Allah dostları için kullanılır. Şeyh veya pîr diye de anılan bu zâtlar, hadis-i şerifte haber verildiği üzere “Peygamber mirasçısı Rabbanî âlimlerdir.” (Ebu Davud, İlim 1) 

Böyle zâtlar, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vessellemin tebliğ tarzını, terbiye usulünü ve örnekliğini bir miras olarak nesilden nesile devrederek yaşatma sorumluluğunu üstlenmişlerdir. Bu sorumluluk onların “kâmil: ermiş” ve “mükemmil: erdirici” olmalarını gerektirir. Kemâlatı; Sünnet-i Seniyye’ye sımsıkı sarılarak, insan-ı kâmil örneğinin zirvesi olan Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vessellem Efendimiz’e benzemeye çalışarak, dinin zâhirini de bâtınını da ikmal eyleyerek kazanmışlardır. 

Bu sebeple kâmil mürşidlerin en bariz vasfı, hatta yegâne alamet-i fârikası, Sünnet-i Seniyye’ye ittiba hassasiyeti ile her daim istikamet üzere olmalarıdır. Bir kimsenin gerçek ve kâmil bir mürşid olduğunu gösteren ilk ve en kesin delil keramet değil, “her hususta Kur’an ve Sünnet’e harfiyyen uyarak yaşamak” demek olan “istikamet”tir. 

Tasavvuf terbiyesi ile irşada icazetli kâmil mürşidler aynı zamanda mükemmil, yani başkalarını kemâle erdirme ehliyetine sahip Allah dostlarıdır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesseleme bağlanan sahih bir silsileden bir mürşid-i kâmilin icazetiyle vazifelendirilmişlerdir. Onun rehberliğinde daha evvel katettikleri yolun nasıl yürüneceğini, menzillerini ve tehlikelerini bilir; seyr ü sülûka koyulan sâliklere bu tecrübeyle kılavuz olurlar. Müntesipleri üzerindeki tesir ve tasarrufları sözden ziyade hâl iledir. İman nuru simalarına yansımıştır. Hürmet, itimat ve huzur telkin eden manevi bir heybete sahiptirler. Bir nazarla, bir tebessümle bile kalpleri fethedebilirler. Zira arındırarak beytullah kıldıkları kalplerini diğer insanların kalplerine ayna eylemişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfatlarının tecellilerine mazhardırlar. 

Hülasa, kâmil mürşidler, Resûl-i Kibriyâ sallallahu aleyhi vessellemin tarifiyle, “Yüzlerine bakıldıklarında Allah Teâlâ’yı hatırlatan” (İbn Mâce, Zühd 4) Allah dostlarıdır. 

Mürşid-i kâmiller insanları kendilerine değil, Allah’a ulaştıran yola çağırır, o yolda rehberlik ederler. Bunun için hiçbir dünyevî karşılık beklemezler. Bağlılarına neyi telkin, tavsiye veya emretmişlerse onları kendi hayatlarında uygulayan örnek insanlardır. Hak yolunda hangi mertebeye varırlarsa varsınlar, hiçbir zaman kulluk sorumluluklarından azade olduklarını düşünmezler; aksine, ibadetlerini daha da çoğaltırlar. Firaset ve basiret sahibidirler.  

Seveni Çok, Muhalifi de Eksik Değil

Kâmil Mürşidler cemâl tecellilerine mazhar güzel insanlardır. Çok sevilirler. Onlara duyulan ve genellikle aşk derecesinde olan bu sevgi, kulluklarındaki sadakat ve samimiyetten dolayı bahşedilen bir ilâhî ikramdır. 

Kur’an-ı Kerim’de mealen, “İman edip sâlih amel işleyenlere Rahman olan Allah gönüllerde sevgi uyandıracaktır” (Meryem 96) buyurulur. Resûlullah sallallahu aleyhi vessellem de “Allah Teâlâ’nın bir kulunu sevmesi halinde onu meleklere ve insanlara da sevdireceğini” (Müslim, Birr 157) beyan buyurmuşlardır. 

Rabbimiz’in velî kullarına karşı kalplerde uyandırdığı bu sevgi, esasen sevilenler kadar sevenler için de rahmet eseri bir büyük lütuftur. Zira mürşid muhabbeti, onun feyz ve himmetinden istifadenin, Hakk’a götüren yolda rehberliğine tâbi ve teslim olmanın, ona benzeme gayretinin şartıdır. Aşk olmazsa meşk, yani bir örneğe benzeme çabası olmaz, denilmiştir. 

Mürşid sevgisi, müntesiplerinin onu mevcutlar içinde en ehil ve en kâmil rehber olarak görmesini de gerektirir. Bunda bir beis yoktur. Ehl-i Sünnet çizgisinde olan başka meşreplerdeki diğer mürşidleri ehil görmemek manasına gelmez. Kişinin nasıl fıkıhtaki dört mezhebi “hak”, ama kendi mensubu bulunduğu mezhebi “ehakk” (en doğru) bilmesi esas ise, bâtın fıkhı olan tasavvufta da böyledir. 

Mürşidin çok sevilmesi, sevgide ifratı yahut ölçüsüzlüğü meşru kılmaz. Her hususta olduğu gibi muhabbette de gözetilmesi şart olan âdâp ve ölçüler vardır. Mürşide ulûhiyet izafesi manasına gelecek vasıflar atfetmek şirktir. Onları peygamberler yahut sahabe efendilerimizden daha yüksek mertebede görmek de yanlış ve bâtıldır. Böyle cahillikler, sâliki dalâlete düşürmesi yanında bağlı bulunduğu yola suizan edilmesine sebep olmak gibi bir vebale de ortak etmektedir. 

Mürşid-i kâmiller Allah dostlarıdır, takva sahibi örnek müminlerdir, saygı ve muhabbete lâyık güzel insanlardır. Fakat onlar da neticede birer beşerdir. Beşeriyetleri gereği yer, içer, uyur, sevinir, üzülür, yorulur, hastalanırlar. Kalpleriyle değil, ama elleriyle meşru dairedeki dünyalık bir işle meşgul olabilirler. Hata ve kusurdan münezzeh kılınmamışlardır. Yanlış yapabilir, yanılabilir fakat yanlış ve yanılgılarında ısrarcı olmazlar. Bu ve benzeri hallerin mürşid muhabbetinde tefrite, onun kemâlâtı hususunda şüpheye yol açmaması gerekir.

Allah dostu mürşid-i kâmillerin seveni çoktur, lâkin muhalif ve muarızları da vardır. Bunlardan küfür ve inkâr ehlinin dışında kalanların bir kısmı, bazı sûfîlerin ölçüsüz muhabbetten kaynaklanan yanlışlarını genelleştirmekle malûldür. Bir kısmı, mürşidin toplumdan ve yaşanan hayattan kendisini tecrit etmiş, dünyadan el etek çekmiş, fakr u zaruret içinde yaşamayı seçmiş olması gerektiğini öne sürerek eleştirir. Fakat bu iddialar tamamen mesnetsizdir.

İftira, itham ve itirazlara muhatap olması dahi mürşid-i kâmillik alâmetlerindendir. Nitekim Allah Teâlâ, rahmetinin eseri olarak insanların hidayetine vesile kıldığı için Kur’an-ı Kerim’inde “Rahman’ın has kulları” diye andığı kâmil mürşidlerin bu vasfına da mealen şöyle işaret buyurur: “Rahman’ın has kulları yeryüzünde vakarlı bir tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara sataştığında, ‘selâm’ der geçerler.” (Furkan 63) 

Yani Allah dostlarına her devirde alaycı, aşağılayıcı veya suçlayıcı bir dille sataşanlar, muhalefet edenler olacaktır. İşte kâmil mürşidler böyle cahillerle cedelleşmek yerine onların selameti ve ıslahı için dua eyleyip, kınayanların kınamasına aldırmadan Allah yolunda hizmete koyulan kimselerdir. 

Nebevî Bir Terbiye Usulü: Tasavvuf

Mürşidin, bağlılarını Allah Teâlâ’ya vâsıl eylemek için hizmete koyulduğu yola “tasavvuf” denilmiştir. Tasavvuf, Allah Resûlü sallallahu aleyhi vessellemin Ashab-ı Güzîn’ini yetiştirme usulünü esas alan bir terbiye tarzıdır. Bir mürebbiyi ve onun talimatına uymayı zaruri kılan uygulamalı bir ilimdir. Kâl ile yani sözle okunarak yahut işitilerek değil; ancak hâl ile yaşanarak öğrenilir. 

Tasavvuf terbiyesinde gaye, Müslümanı kulluk âdâbını titizlikle gözeten, dinini en doğru ve en güzel şekilde şevk ve muhabbetle yaşayan; Rabbi’nden razı, Rabbi’nin de kendisinden razı olduğu kâmil mümin kılmaktır. Ona, ibadetlerin bâtın şartı olan iman, ihlâs, huşû, takva, ihsan gibi derûnî halleri kazandırmaktır. Onu Rabbi ile, diğer insanlarla ve canlı cansız bütün mahlûkatla münasebetlerinde edeplere riayet eden, güzel ahlâklı örnek bir mümin haline getirmektir. 

Mürşid-i kâmiller, kendilerine tâbi ve teslim olmak üzere irade beyan eden bağlılarını, bu güzelliklere ulaştırmak için seyr ü sülûk denilen manevi bir yolculuğa çıkarırlar. Kademe kademe ilerlenen bu yolda onlara rehberlik ederek cehaletten ilme, kötü huylardan güzel ahlâka, kesretten vahdete, kulun kendini var zannetme vehminden yegâne var olan Allah Teâlâ’ya doğru yönelmelerine vesile olurlar. 

Mürşidin bu yoldaki rehberliği, her insanın fıtratındaki manevi gelişme kabiliyetini birtakım usullerle açığa çıkarmaktan ibarettir. Gafletten, mâsivâdan, dünya düşkünlüğünden, şeytanın ve nefsin tasallutundan kurtulmaları için türlü riyazet usulleriyle bağlılarının nefslerini tezkiye, zikirle de kalplerini tasfiye etmelerini öncelerler. Sâlikin kemâlât yolunda ilerlemesi bu tezkiye ve tasfiye işlemini, verilen talimata uygun şekilde titizlik ve samimiyetle yerine getirmesine bağlıdır. 

Tasavvuf terbiyesi, kabiliyet, meşrep ve gayret farkları sebebiyle her sâlike aynı ölçüde uygulanmaz. Başlangıç herkes için aynı olmakla beraber vazifeler her müridin tabiatına uygun miktar ve şekillerde verilir. Farklı tarikatların usul, erkân ve âdâbında da farklılıklar olabilir. 

Mesela terbiye usulü olarak kimi nefs mertebelerinden geçmeyi, kimi de kalp letâifinin açılmasını esas alır. Bazıları cehrî zikri, bazıları hafî zikri benimsemiştir. Ehl-i Sünnet dairesinde kalmaları kaydıyla bu farklılıklar, herhangi bir terbiye tarzını diğerinden aşağı görmeyi veya reddetmeyi gerektirmez. 

Bir hâl ilmi olarak tasavvufun, hakikatine tam uygun bir şekilde söze dökülmesi mümkün değildir. Zorlandığında yanlış anlamalara sebep olabilir. Nazariyeler üzerinden tasavvuf terbiyesinin sıhhatine dair fikir yürütmenin, meseleyi dallandırıp budaklandırmanın faydası yoktur. Bal bal demekle ağız tatlanmadığı gibi, balın acı olduğuna da hükmedilemez. 

Tasavvuf ehlinin yaptığı bütün tariflerde mutlaka marifetullaha, kâmil imana, sâlih amele, güzel ahlâka ve edebe vurgu vardır. Tasavvuf terbiyesinde bunların hilafına bir maksat aramak bühtan olur. 

Fakat öte yandan tasavvuf yolunda çoğu zaman yaşanan aşk, vecd, şevk, cezbe ve istiğrak hallerinin sûfîleri bazen şer’-i şerife uygun düşmeyen söz veya davranışlara sevk ettiği de vâkidir. Böyle taşkınlıkları tasavvuf zannedip İslâm’ın ölçülerine uymakta lakaytlık ve laubaliliği normalleştiren akımlar vardır. 

Oysa tasavvuf şeriatın dışında bir yol değildir. Kur’an ve Sünnet’in ölçülerine aykırı hiçbir usul, hiçbir esas, hiçbir gaye gerçek bir tasavvuf terbiyesinde kendine yer bulamaz. 

İrşadda Menzil Üslubu

Nakşî-Hâlidî çizgisinin Menzil merkezli kolu, şer’î ölçülere riayet hususundaki hassasiyeti ile tebarüz eyleyen irfan ocaklarından biridir. Bu vasfı da dâhil, Menzil’in irşad usulündeki kendine mahsus tarzı, bağlı bulunduğu çizginin temel esaslarına dayanır. 

Bu esaslardan biri, tasavvuf terbiyesi yanında başta fıkıh olmak üzere İslâmî ilimlerin öğrenilmesine ağırlık verilmesidir. Nakşibendiyye tarihinde hiçbir zaman tekke ve medrese çatışmamış, hep yan yana olmuştur. Böylece her merhalesinde şer’-i şerifin ölçüleriyle denetlenen bir irşad usulü sürdürülegelmiştir. 

Bugün de bu hassasiyet gözetilmektedir. Sûfîler, bulundukları yerlere gönderilen mollalarla zâhirî ilimlerle alakalı meselelerde de irşad edilmektedir. İrşad hizmetleri kapsamındaki yazılı ve görüntülü yayınlar, şeriatın ölçülerine uygunluğu bakımından ehlince denetlenmektedir. En son merhum Gavs-ı Sânî Seyyid Abdülbâkî el-Hüseynî kuddise sırruhû hazretlerinin kaleme aldığı “el-Minhâcü’s-Senî” gibi âdâp kitaplarında, yanlış anlaşılmaya ve istismara müsait teveccüh, tevessül, istimdat, râbıta, tevbe ile intisap ve benzeri usullerin meşruiyeti ayet ve hadislerle temellendirilerek anlatılmaktadır. 

Nakşibendiyye yolunun bir diğer esası “sohbet”tir. Sohbetle kastedilen, toplumdan uzaklaşmak, inzivaya çekilmek manasındaki “halvet”in karşıtı bir usuldür. Toplumla iç içe olmak, insanlarla ülfet ederek dostluk kurmak, onlara sahip çıkmak demektir. Resûlullah sallallahu aleyhi vessellemin sahabî efendilerimizi yetiştirme metodudur. Nitekim sohbet, “sahip” ve “sahabe” kelimeleri aynı kökten gelir. 

Bu sebeple Menzil Nakşîliğinde de sâliki diğer insanlardan farklı göstererek toplumdan ayrıştıracak bir tavır, tarz yahut kıyafet yoktur. Hiç kimse dışlanmaz; her mizaçtan, her seviyeden, her sınıftan insanın biatı ön şartsız kabul edilir. İntisap etsin etmesin, Allah rızası için günahlardan alıkoymak adına herkese sahip çıkılır, dostluk gösterilir. Tek tipe dönüştürmek gibi bir gayretle sûfîlerin meşru ölçüler içindeki farklı mizaçlarına, hayat tarzlarına müdahale edilmez; ailesiyle, etrafıyla irtibatlarını kesmesi istenmez. Toplumun birliğini, dirliğini, huzurunu bozan kamplaşma sebeplerinden uzak durulur. 

Bu tutum bir mürid yoğunluğunu getirmekte, o yoğunluk içinde de henüz ilmihal bilgilerini tamamlamamış hatırı sayılır bir kitleyle muhatap olunmaktadır. Tabiatıyla bilhassa yazılı ve görüntülü yayınlarla, yüz yüze sözlü sohbet ve ders halkalarındaki irşad faaliyetleri ağırlıklı olarak itikat, ibadet, muamelât ve ahlâka dair esaslar üzerinden yürütülmektedir. 

Fakat yine de Menzil Nakşîliğinde cehalet, eksiklik, hata ve günahlarından dolayı samimi bir pişmanlıkla tevbe edip yola koyulanların kısa zamanda mesafe alması mümkündür. Çünkü sâlik, daha yolun başında kalp ile çekilen Lafza-i Celâl zikriyle kalbini Allah Teâlâ’ya bağlaması halinde iman ve İslâm merhalelerini bir çırpıda ikmal edip ihsan mertebesine ulaşabilir. 

Menzil sûfîlerinde başka dergâhlara nisbetle daha çok görülen ve “Allah Teâlâ’nın kulunu manen kendisine çekmesinden kaynaklanan coşkunluk tezahürleri” manasındaki “cezbe” halleri de, sûfînin kalbini Rabbi’ne bağlamasının eseridir. Yadırgamak doğru değildir. 

Nihayet Menzil Nakşiliğinde “hizmet” esastır. Sûfîden başlangıçta istenen hizmetler daha ziyade nefs terbiyesi içindir. Bilahare hayır ve irşad faaliyetlerine gücü ve kabiliyeti nispetinde katılması istenir. Böylece hem yol kat eder hem sevap kazanır hem de tasavvuf terbiyesine sadece kendisini kurtarmak için yönelmek gibi bir bencillikten korur onu. Bu yüzden “hizmet nimettir.”

Gavs-ı Sânî hazretlerinin Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin  dergâhını ziyaretinden

Buhara, Özbekistan





Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy