Şazeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhûnun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Şeyh Said Ramazan el-Bûti rahmetullahi aleyh tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. Sekizinci hikmetin şerhine devam ediyoruz.
8. Hikmet: Sana marifet kapısı açılmış ise amelin eksik ve az olsa da gamlanma. Çünkü Allah Teâlâ sana o kapıyı ancak kendisini tanıtmak için açmıştır. Bilmez misin ki marifet sebeplerini sana göndererek ihsanda bulunan O’dur. Amellerin ise O’na sunduğun hediyelerden ibarettir. Hâl böyleyken senin sunduğun hediyeler nerede, O’nun sana ihsanları nerede?
[Bûtî merhum, “amelin eksik ve az da olsa gamlanma” cümlesiyle kastedilenin, istikamet sahibi olmadan önceki şaşkınlık ve sapkınlık hâli olduğuna dikkat çekmiş; Allah’ın, kulu içerisinde bulunduğun perişan hâlden çekip çıkarmasının akabinde kulun amelden yüz çevirmesinden bahsetmediğini, buna teşvik etmediğini vurgulamıştı. Devam ediyoruz.]
Cenâb-ı Hakk’ın, ilâhî bir cezbe ile nezdine celbettiği ve bu suretle bir anda hidayet ve istikamete eriştirdiği o seçkin ve azınlık zümreden bahsedelim bir miktar da. Kim bunlar? Ne tür meziyetlere sahiptiler de hızlıca ve kolaylıkla bu değişim ve dönüşüme nail oldular?
Her şeyden evvel bu, ilmimizin kuşatabileceği, zâhir ölçülerimizin hakkında karar verebileceği bir mesele değildir, rabbânî bir tecelliden ibarettir. Öte yandan ardında muhakkak bir sebep olsa da bu sebep anlayış ve idrakimizin ötesindedir.
Peki ama bazılarının sahip olduğu nitelikler bu rabbânî lütfa erişmelerine, böyle bir ihsana nailiyete vesile olmuş olamaz mı? Hak Teâlâ hazretlerinin onları cezbetmesi bu nitelikleri sebebiyle değil midir acaba?
Bu soruya verebileceğim cevap şudur:
Yoldan çıkmışlığına ve sapkınlığına rağmen bu haliyle böbürlenen ve hakkın hak olduğunu bildiği halde inadı sebebiyle ondan yüz çeviren kimse, bahse konu ilâhî lütfa nail olmaktan muhakkak alıkonulur. İbn Atâullah’ın deyimiyle, nerede kaldı ki ona Zât-ı Uluhiyyeti’nin marifetinden bir nebze bahşedilsin, marifet kapılarından bir kapı açılsın! Allah Teâlâ’nın haklarında şöyle buyurduğu kimselere marifet kapıları nasıl açılsın?
“Bizim âyetlerimizi asılsız sayanlar, büyüklenip onlardan yüz çevirenler var ya, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!” (Araf 7)
Bahse konu hakikatin mefhumu muhalifinden anlaşılan da şudur: Kalbi, Rabbi karşısında acziyetini itiraf ile zelil bir halde bulunan kimsenin hayatında günahlar, ancak bu acziyet ve zillet halinin kulu dört bir yandan kuşatması vazifesi görür. Öyle ki, günahları sebebiyle kul baştan aşağı pisliğe bulanmış gibi hisseder. Ne yana dönse kendi halinden utanır ve etrafındakilerin kendisinden hayırlı olduğunu düşünür. İşte böyleleri, hidayet ve akl-ı selim yoluna cezbedilerek ilâhî lütuflara nail olması muhtemel zümrenin önde gelenleridir.
Ahmed er-Rufâî kuddise sırruhû hazretlerine ait olduğunu zannettiğim şöyle bir cümleye tesadüf etmiştim: “Allah’a ulaştıran yollara şöyle bir baktım, hepsini kalabalık gördüm. Bir de inkisar ve tezellül (kalbi kırıklık ve düşkünlük) yoluna baktım, neredeyse bomboştu, az bir kimse vardı.”
Yani dinî ilimlerle meşguliyet, insanları Hakk’a davet, Allah yolunda cihad, hac ve umre için devamlı Beytullah’a gidip gelmek gibi zâhirî yakınlık ve taate genellikle nefsin hazları sızar. Nefs bunlar vesilesiyle böbürlenmeye yol bulur. Dolayısıyla bu yolun yolcusu çoktur ve her birinin bir gayesi, bir maksadı vardır.
Allah için inkisar ve tezellül yoluna yönelenlere gelince: Sâlik nefsini Hak’tan uzak ve kınanmayı hak etmiş bir halde görür. Cümle halkın kendisinden daha hayırlı olduğunu düşünür ve onlarla münasebeti bu düşünce çerçevesinde gerçekleşir. Bu yolda şu hâli muhafaza edenler ise çok azdır. Sadece kulluğunda ihlâs sahibi sâdıklar böyledir. Zira inkisar ve tezellülde, kulun insanlar nezdinde kendisini kınamasında nefsin hiçbir payı yoktur.
Gösterişten uzak, Rablerine sadakatlerini muhafaza ile inkisar halini muhafaza eden böyleleri, günahlara ve dalâlete düşmüş olsa da, Hak katından cezbedilerek ilâhî lütuflara ve sırlara nail olması muhtemel zümrenin önde gelenlerindendir.
Daha evvel bahsettiğim ve Cenâb-ı Hakk’ın cezbetmesiyle sarhoşken tevbe eden komşumu, Allah’ın ona ikram ettiği yeni hayatı tebrik için ilk defa evinde ziyaret etmiştim. Başladı anlatmaya:
“Odamda bir başıma, şarap önümde, geceler boyu Allah’a dualar ediyor ve diyordum ki: Ey Rabbim! Bu aşılmaz manevi duvarların aramızda perde oluşu beni harap ediyor, yıkılıp gitmesini ne çok istiyorum. Fakat ben zayıfım, güç yetiremiyorum. Her şeye kâdir, mutlak güç sahibi senken niçin aramızdaki bu duvarları kaldırmıyorsun?
İşte böylece dua ediyordum.”
Şu tezellülü bir düşünün… Hak Teâlâ’nın müdahalesini, O’na kulluğu kelimenin tam manasıyla karşılayan şu yalvarış yakarışı… Allah’ın ona rahmet, lütuf ve icabet nazarıyla bakmasının en mühim sebebi, belki de tek sebebi bu olsa gerek. Cenâb-ı Hak onu debelendiği çamurdan bir anda çekip çıkararak muhabbet ve seçkinlik mertebesine eriştirdi. Söyleyen ne doğru söyledi: “Allah’ın rızasına nail olmak, bir anda olup bitiveren bir iştir.”