Aramak

Cemal Altundaloğlu

Köhne bir konakta fareler türemiş. Konak yıkık dökük olsa da ambarında yeterli yiyecek bulunuyormuş. Fareler zahmet çekmeden istedikleri vakitte gidip yiyebiliyorlarmış. Fakat yiyecek bulmak için vakit harcamadıkları ve yorulmadıkları için çok fazla boş vakitleri kalıyormuş. Zamanla sıkılmaya başlamışlar. Boş vakitlerimizi nasıl geçirelim diye düşünürlerken, fare aklını aşan büyük meseleler üzerinde konuşmaya dalmışlar. Konular değişmiş değişmiş ve nihayet kendilerini “istediğimiz her şeyi bulabildiğimiz bu konak ezelî midir yoksa sonradan yaratılma mı” tartışmasını yaparken bulmuşlar.

Üzerimize düşen sorumluluklarda ihmalkârlık edip, hiçbir fayda sağlamayacak mevzulara dalınca Mesnevî’de geçen bu darb-ı mesel gelir aklıma. Bazen bir caminin hemen yanındaki bir çay ocağında derin mevzulardan bahsedilirken ezan okununca kalkıp camiye bile gitmeyenleri gördükçe de hikâyeyi hatırlarım. Öyle ya, ilâhî aşktan bahset, ama Maşuk’un çağrısına icabet etme! Ne çelişkili ve tuhaf bir durum, ne sığ bir aldanış! Mevlânâ hazretlerinin bu hikâye üzerine dediği gibi: “Ameli talep eden nerededir ki onlara amel göstereyim? Sen hâlâ sözün tâlibisin, bir şey dinleyeyim diye kulak vermişsin. Eğer söylemesem üzülürsün. Amel tâliplisi ol ki sana ameli göstereyim. Biz âlemde ameli göstermek için adam arıyoruz, fakat müşterisini bulamıyoruz.”

Onların meseleleri bizim meselelerimiz

Anlaşılacağı üzere hikâyede geçen köhne konak, her şeyi bulduğumuzu zannettiğimiz bu dünyadır. Bize gelen nebevî habere göre bu dünya âhiretin tarlası iken, buna göre sorumluluklarımız varken bunları bırakıp yükümlü olmadığımız mevzularla zaman öldürmek bir aldanış biçimidir. Bazen aklıma gelir, neden Sahabe-i Kiram Efendilerimiz Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e ulûhiyet ve rubûbiyet meseleleri hakkında pek soru sormamışlardı? Neden sonraki nesiller arasında revaç bulan konuları onlar kendi aralarında bahis mevzu etmemişlerdi? Efendimiz’den böyle bir tavsiye mi almışlardı yoksa bu tür konuşmaları gereksiz mi görüyorlardı? Sonrakilerin akıllarına gelenlerin onların hiç aklına gelmemiş olması mümkün müydü? 

Sanki bu soruların cevabını, bu tür konuların konuşulmaya başlanmasıyla ayrışmaların ve fırkalaşmaların ortaya çıkmasından anlayabiliriz. Ne zaman ki zat-sıfat, akıl-nakil, kader-irade, kadim-hâdis gibi konular ana meseleler haline gelmiş, işte o zaman akla kapasitesinden fazla yük yüklenmiş, asıl sorumluluk alanlarından uzaklaşılmış, fırkalaşmalar ortaya çıkmış, yani zihinler ve kalpler karışmaya başlamıştır. 

Akıl, ulûhiyeti idrak için değil ubudiyyeti ifa için gereklidir. Yani akıl Allah’ın zâtı, sıfatları ve esmâsını anlayıp ihata etmek için değil, mükellefiyetlerimiz için gereklidir. Nitekim bundan dolayı dinî sorumluluğun ilk şartı akıldır. İnsan mükellef/sorumlu bir varlıktır, yani kendisine teklif gelendir. Teklifi kabul ettiğinde tıpkı bir sözleşme gibi mükellefiyet mesuliyete dönüşür. 

Ulûhiyyet alanı ise tamamen “semi’nâ ve eta’nâ: işittik ve itaat ettik” alanıdır. Burada tam bir teslimiyetle iman aranır. Ulûhiyyet alanı gaybîdir, yani görünmeyen ve bilinmeyendir; akıl bu alanda yetersizdir. Şu da var ki kişi sorumluluklarını yerine getirip Rabbi’ne yöneldikçe bu alana dair sezgiye benzer belli idrake ulaşır ki buna “marifet” denilir. Bu, sûfîlerin çok üzerinde durduğu bir husustur. Fakat bu idrakin yolu akıl değil manevi kalptir. Aklı yetersiz olduğu sahaya sokar, “bu işleri sen idrak edip kavra” dersek ona katlanabileceğinden fazla yük yüklemiş oluruz. Neticede, altından kalkamayacağı bir yük yüklenen herhangi bir şeye ne olursa akla da o olur. Zayıf düşer, vehim karışır, yanlışa sapar. 

Muhtemelen bu sebeple Asr-ı Saadet’te bu tür mevzular ne Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e sorulmuş ne de sahabe kendi aralarında konuşmuştur. Çünkü sual meseleye, mesele de mesuliyete bağlıdır. Mesuliyet yoksa sual de gereksizdir. Onlar mesuliyetleri ve mükellefiyetleri ile ilgili sualler sormuşlar ve bu konuları konuşmuşlardır. Bunlar da ubûdiyyete yani kulluğa dair konulardır. “Ne yaparsak Allah Teâlâ’nın rızasını elde ederiz, nasıl yaparsak daha güzel olur, neler bizi cennete götürür, nelerden sakınırsak cehennemden korunuruz” gibi soruları sormuşlar, dertleri bunlar olmuştur. Çünkü mükellefiyet bunlarla ilgilidir. Onlara göre sorumluluk alanı dışındaki şeylerle meşgul olmak boş bir iş olmanın ötesinde tehlikeli ve yasaktır da. Eğer öyle olmasaydı kader ile ilgili soru soran bir sahabiyi Efendimiz bundan men eder miydi? 

Sınırsız olan hangi tarife sığar?

Bir şey sınırsızsa belirsiz, belirsizse tanımsız olur. Ulûhiyyet sahası sınırsız, dolayısıyla akıl açısından belirsiz ve tanımsızdır. Bir başka ifade ile ulûhiyet, gücü ve kapasitesi sınırlı olan aklın bu sınırını aşan sonsuzluğa ve yüceliğe sahiptir. Ubûdiyet yani mesuliyetlerimiz ise belirli, sınırlı ve tanımlıdır. Akıl bu alanda güç yetirebilir ve sorumluluk üstlenebilir. Bundan dolayıdır ki Kur’an- Kerim’in ve hadis-i şeriflerin konusu daha çok bu alana yöneliktir.

Özellikle sûfîler aklın bu sınırlılık haline vurgu yapmışlar, birçok hususta en büyük akıllılığın teslimiyet ve itaat olduğunu söylemişlerdir. Nitekim sahabe ile Resûlullah ilişkisinin en bariz vasfı bu teslimiyettir. Sınıra geldiğinde akla haddini bildirmek; aklına güvenerek “bilirim” diyen insanı daha da akıllı hale getiren “bilmem” dedirtebilmek en büyük maharettir. Bu, tasavvuf ehlinin muazzam terbiye ve irşad usulünün vazgeçilmez unsurudur. 

Edep, durulması gereken yerde durmaktır. Aklın edebi de sınıra geldiğinde durmasını bilmektir. Sûfîlere göre aklın alanı madde âlemidir. Eğer ilâhî alana yönelecek olursa yok olur gider. Akıl kendisinin ne olduğunu bile bilemezken Yaratıcısı’nı nasıl bilebilir? Sûfîlere göre Allah’ı bilmek konusunda aklın ulaşabileceği en son nokta hayret ve dehşet içinde kalmaktır. Aklın âciz olduğunu bilmesi en yüksek idraktir. Bu hususta aklı iddia sahibi kılmak ve yükünü artırmak ancak ona eziyet olur. 

İşte bundan dolayı sûfîler, aklın mahiyetini tahlil ve tarifle fazla meşgul olmayıp, sadece din ve ahlâk alanında sağladığı veya sağlaması gereken faydalar üzerinde durmuşlardır. Dünyadan uzaklaşıp âhirete yönelmeyi, nefsin istek ve yönlendirmelerini terk edip dinin emir ve yasaklarına uygun yaşamayı esas aldıkları için aklı tarif ederken özellikle bu noktalara dikkat çekmişler, imandan sonra en büyük nimet olarak görülen akla, âhireti kazanmaya vesile olması yönüyle büyük değer vermişlerdir.

Bir ışık ihtiyacı

Kulağın işitme alanı sınırlı olduğu gibi aklın anlama alanı da sınırlıdır. Ezelî ve ebedî hakikat de aklın alanının dışında kalır. Mevlânâ Celâleddin Rûmî Hazretleri, aklın gayb âlemi hakkında verdiği bilgileri körün renkler, sağırın sesler hakkında verdiği bilgilere benzetir. Aklın söz ve davranışlarımızda rehber olabileceğini, fakat ulûhiyet hususunda “çamura batmış merkep” gibi âciz kalacağını söyler ve “Mustafâ’nın huzurunda aklı kurban edin” öğüdünü verir. İmam-ı Gazâlî hazretleri de şöyle der: “Akıl göz, vahiy güneş gibidir. Güneş (ışık) olmadan nasıl göz göremiyorsa, vahiyden mahrum bir akıl da önünü göremez.”

Hak Teâlâ, gönderdiği peygamberleri vasıtasıyla akıl sahibi kıldığı insana ışığı vermiş, yol göstericiliğini, yapmıştır. Peygamberlerin vahiyle getirdiği bilgilerle aydınlanan akıl, altından kalkamayacağı yükü atmak suretiyle rahatlamış ve hızlı bir şekilde yol almıştır. Yolda önüne çıkan çer çöpleri ise vahyin bu ışığıyla görebilmiş, takılıp düşmemiştir. Düşse bile yine vahyin bu nuruyla ayağa kalkmış ve yoluna devam etmiştir. En önemlisi de kendisini hakiki hayat olan âhiret hayatındaki ebedi selamete vahyin ışığıyla atabilmiştir. Filozofların çoğu ve bu ışığı görmezden gelenler ise aklı vehimleriyle karıştırmışlar, hakikati bulayım derken karanlıklarda boğulmuşlardır.

O halde bizler de aklımızı haddi olmayan alanlarda değil, sorumlu olduğumuz kullukta kullanmalıyız. Sorularımızı, konuşmalarımızı, ilgilerimizi gözden geçirmeliyiz. Mesuliyet alanımızla alakalı sorular sormalı ve bu hususlarda konuşmalıyız. Bir soru sormadan önce “bu sorunun cevabı gerçekten beni ilgilendiriyor mu, bu cevap sorumluluk alanımla mı ilgili, bu cevap beni bir amele sevk edecek ya da bir yanlıştan uzaklaştıracak mı” gibi sorularla önce kendimizle yüzleşmeliyiz. Bir sorumuza cevap aldıktan sonra da kendimizi şöyle bir muhasebeye çekmeliyiz: “Bu cevap ya da bu sohbet benim muhabbetimi mi artırdı, yoksa şüphelerimi mi? Beni amele mi sevk etti, yoksa kafa karışıklığına mı sebep oldu? Kalbimin itminanı mı artırdı yoksa yeni sorular mı doğurdu? 

Cevaplarımız eğer ilkiyse devam, ikincisiyse dikkat! Akıllıca bir iş yaptığımızı zannederken dalâlete düşüyor olabiliriz.




Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy