Aramak

Atilla Pamirli

Batılı misyonerler sömürdükleri her yerde Hıristiyanlığı yaymak ve adam devşirmek için genellikle üç kurum kurdular: Okul, hastane ve yetimhane. İstanbul’daki Robert Kolej de bir misyoner okuludur. Amerikan Protestan misyonerlerin kendi ülkelerinin dışında kurdukları ilk okuldur. Yeri özellikle seçilmiştir. Binalar Müslümanların İstanbul’u fetihte kullandıkları Rumeli Hisarı’nın tam üstündedir. 1869’da okulun temel atma töreninde Yunan yetkili şöyle söyler: “Bu bina şu hisarlardan daha yüksekte. Onlara hâkim. Güçleri ruhani ve ebedi. Bu bina onların yıkılıp gitmesine şahitlik edecek!” 

Robert Kolej eğitimde o kadar başarılı olmuştur ki Amerikalı misyonerler bu başarı üzerine Kahire, Beyrut, Halep, Tarsus, Kayseri gibi Osmanlı’nın büyük şehirlerinde de okullar açtılar. Robert Kolej bugün aynı fikriyata göre eğitim veriyor. Kolejin üniversite kısmı 1971’de Boğaziçi Üniversitesi hâline getirildi. 

Misyoner okulları sadece buradan ibaret değil. Fransız, Alman, Avusturyalı, İtalyan misyonerlerin kurdukları okullar hâlâ açık. Saint Benoît, Saint Michel, Saint Joseph, Sainte Pulcherie, Notre Dame de Sion, İtalyan Lisesi, Alman Lisesi, Avusturya Lisesi ve benzerlerinin tamamı öyledir. 

1980’lere kadar ülkemizdeki misyoner okullarında, erkek okuluysa papazlar, kız okuluysa rahibeler kendi kıyafetleriyle, boyunlarında haçlarla, duvarlarda haç asılı sınıflarda ders verirlerdi. Şimdi kendileri ve haçları yok ama benimsettikleri kafa yapısı pek çok eğitimli insanda devam ediyor. Bu okullarda okuyup Hıristiyan olan Müslüman sayısı azdır. Fakat dinsiz ve münafık olan Müslüman sayısı çoktur. Meşhur Osmanlı şairi Tevfik Fikret, Robert Kolej’de öğretmenlik yapıyordu. Küfrünü ilan eden şiirler yazan birisiydi. Oğlu Haluk da bu okuldan yetişip papaz oldu. Ama misyonerliğin asıl başarısı gönüllü uşaklığı kabul eden Müslüman isimli insanlardır. Onların sayısı çok daha fazladır.

‘Türkler Arasında’

Yakın zamanda Robert Kolej’i kuran Amerikalı Cyrus Hamlin’in 1877’de yazdığı “Türklerin Arasında” başlıklı hatıralarını okudum. Osmanlı ülkesine 1839’da yani Tanzimat ilan edildiğinde gelmiş. Amerikan Protestanlarının İstanbul’daki misyonerlik faaliyeti bu tarihten evvel, 1831’de başlamış. İnce ince, sabırla, dikkatle, ciddiyetle kendi habis niyetlerini gerçekleştirmişler. Bir asır sonra kurdukları okullardan önceleri Bulgarlar, Ermeniler ve Rumlar Amerikan sempatizanı ve protestan olarak yetişirken, daha elli yıl geçmeden Müslüman ailelerden gelen talebeler de bunlara katılmış. Üstelik en üst makamlardaki Osmanlı paşalarının çocukları... Mesela Tanzimat döneminin ikinci güçlü adamı Âli Paşa oğullarını sık sık Robert Kolej’e getirirmiş.

Bundan da bir ibret almamız gerekir. Şer niyetliler şer hedefleri için bu kadar yıl sabırla, gayretle, azimle çalışıyor da biz hayır niyetle hayır işlere iki gün sabredemiyoruz. Batı ile kendimizi sürekli kıyaslarız. Batı’nın teknoloji, eğitim, ekonomide başarılı olduğunu söyler dururuz. Fakat bu başarıların hepsinin altında yatan gerçek, Batılılar’ın bir hedefi olması ve o hedefe yönelik sürekli ve ciddi bir azimle çalışması, yılmamasıdır. Başarı böyle elde edilir. Bizde maalesef bu özellikler nadirdir.

Robert Kolej’i kuran Amerikalı Cyrus Hamlin, hatıralarında bir misyoner olarak şeytanî niyetlerini açık eden şeyler anlatıyor. Ama söylediklerine kendi açımızdan bakınca bazı doğruları da süzebiliriz. Bu yüzden düşünmemize ve dünümüz ile bugünümüzü irtibatlandırmamıza vesile olsun diye Hamlin’in kitabında gördüğüm, dikkatimi çeken bazı noktaları aktarmak istiyorum.

Hamlin’in Osmanlılar ile ilgili bir gözlemi şu: “Doğulularda hayrete şayan bir serinkanlılık ve cesaret vardır. İtimat ettikleri adamın arkasından ölüme bile giderler.” 

O cesareti akıl ile buluştursak ne iyi olur! O dönemde Bursa’da büyük bir deprem olur. Hamlin şöyle anlatır: “Türklerin dinî vazifeleri gereğince, muazzam bir hizmet aşkıyla camilerini onardığını duyduk. Umumiyetle geç kalsa da, Türk bir kez kıpırdadı mı durdurulamaz.” 

Ortaya karışık bir gözlemi de şu: “Türkler en sert muameleye katlanırlar. Ta ki bu muamele yüzlerine karşı olsun da gıyabında olmasın. Sayıp sövme pek fayda getirmez, üstelik şeytanî hırsları ve her türden kötülüğü dürter.”

O günlerden bugünlere

Hamlin bizde bugün yaygın olan sorunların o zamanlarda görüldüğünü gösteren birçok olayı da aktarır. Onlardan biri şu: 

Hamlin’in yolu bir gün mahkemeye düşer. Osmanlı mahkemesindeki vaziyeti şöyle anlatır: “Dava sekiz kere görüldü ve sekizinde de aleyhimizde karar verildi. Türk mahkemelerinde harika bir uygulama var. Avukat tutmaya mecbur değilsinizdir, o yüzden masrafınız az olur. Harika başka bir şey de dava aleyhinizde sonuçlandığı zaman bir yolunu bulup tekrar dava açabilmenizdir.” 

Güzel! Ama iş orada bitmez. Dokuzuncu davada karşıdakiler 21 yalancı şahit ayarlayıp mahkemeye getirirler. Gerisini Hamlin anlatsın: 

“Hâkim kanunları görmezlikten geldi. Ve hiç utanmadan 22 tanık getirebilirsem davayı lehime sonuçlandıracağını söyledi! Yüzüne karşı adaletsizlik ettiğini ve İslâm’ın hükümlerini çiğneyen bir hâkim olduğunu söyledim. Kendisini ve hükmünü reddettim ve İstanbul’a şikâyet edeceğimi bildirdim. Mahkemeyi terk ettim. Hem orada kalsaydım bir arbede yaşanabilirdi. Akşam vakti aynı hâkim, başına iş açarım korkusuyla altmış dolar verirsem lehime karar çıkartacağını bildirmek üzere bana yaşlı birini gönderdi. Bizim yerel idarî teşkilatlarımızdakine benzer bir durum! Zavallı hâkim âdil olmayı ister istemesine ama ne yapsın, hayatını da idame ettirmek zorundadır! Elbette zengine karşı fakirin, Müslümanlara karşı reâyanın lehine âdilâne hükümlerin verildiği oluyor, fakat üzülerek müşahede ediyoruz ki Türk mahkemelerinde bu hâkimin yolunu tutanların sayısı bir hayli fazladır.”

Hamlin’in anlattıklarına bakılırsa bizim memlekette bazı işlerin hiç değişmediği ortada. Meselâ şöyle diyor: “Bir Türk memurunu doğru olan bir şeyi yapmaya ikna edemezseniz gözdağı vermeye teşebbüs edebilirsiniz. Şayet işiniz basit ve anlaşılır ise umumiyetle muvaffak olursunuz.” Ve şunu da: “Bu ise Türk hükümetinin en kötü zaaflarından biridir. Kanunlar gayet sıradan ve sessizce tatbik edilir, umumiyetle memurların kaprislerine bağlıdır.” 

Başka bir yerde şunu söyler: “İş ertelemeye gelince dünya üzerinde Türk devleti kadar hünerli başka bir devlet yoktur!” 

Hamlin’in bizzat şahit olduğu bir olay da çok ilginç: Telgraf alfabesini geliştiren Mors’un yardımcısı Beylerbeyi Sarayı’na bu yeni icadı göstermek için gelir. İcadın ne işe yaradığını görmek için Sultan Abdülmecid bir odada Mors alfabesiyle bir şeyler yazdırır, öteki odadaki alıcıya giden şifre orada hemen çözülüp bir kâğıda yazılır. Kâğıdı sonra Padişah’a getirirler. Padişah kâğıdı okur, kendisinin bir yerde söylediklerinin başka bir yerde kelimesi kelimesine kaydedilmesinden çok etkilenir. İkinci bir deneme yapılmasını ister. Fakat bu kez telgraf makinesi çalışmaz. Hamlin bir bakar ki telgrafın telleri kesilmiş. Anlar ki oradaki Osmanlı bürokratları deneme başarısız olsun diye sabotaj yapmışlar. Peki ama neden? Telgrafın bürokratlara ne zararı olabilir ki? Zararı şu: Kendi yönettikleri bölgelerde başkente haber gidene kadar istediklerini yapabilen valiler, telgraf kullanılmaya başlanırsa anında başarısızlıkları, tembellikleri, foyaları meydana çıkar diye korkmuşlar!

Okullar ve cehalet

Hamlin’in hatıralarında toplumdaki cehaletin boyutları da göze çarpıyor. Ona göre Müslümanların Avrupalılar’ın açtığı savaşlarda mağlup olması, salgın hastalıklara karşı tedbir almaması, bunları da sürekli getirip kadere bağlaması onları daha da güçsüz hâle getirmiş. Bunda bir hakikat payı vardır. Asırlardır kendi gücüne mağrur olan Osmanlı; ciddiyeti, çalışmayı, eğitimi ve düşünmeyi arka plana atınca mağlup olmaya başladı. Ama Hamlin bir Müslüman olmadığı için şu ayrımı bilmiyor: Kader başka, kadercilik başkadır. Müminler kadere inanır, tedbirlerini de alırlar. Çünkü her şey gibi tedbir de takdirin içindedir. Bizim zilletimiz bu gerçeği unuttuğumuz içindir. 

İnsan dindarlığını ilim üzerine inşa ederse ona “takva,” cehalet üzerine inşa ederse de “taassup” denir. O dönemde de bugün de maalesef bu cehalet belası en çok dinimizle ilgili canımızı yakıyor. Cehalet, okul okumamış olmak değildir. Kendini bilmemek, kişiliğini geliştirmemek demektir. Yoksa nice tahsilli cahilimiz olduğunu biliyorsunuz. Müminlerin ilk öğrenmesi gereken Allah’ın ilmidir, dininin ilmidir, sünnet ilmidir. İnsanda inanç yani akaid bilgisi olmadan bir anda küfre düşebilir. İyi yapıyorum zannederek kötü işler yapabilir. Bugün bunu maalesef sık sık görüyoruz.

Eğitim sadece okullardan ibaret değil. Asıl eğitim ailelerde, sosyal çevrede, kâmil insanlar ve rehberler tarafından verilen kişilik eğitimi, yani terbiyedir. Tahsil ile terbiye, öğretim ile eğitim iç içe gitmelidir. 

Kişiliğe, ahlâka, karaktere önem vermeyen eğitimin ne tür insanlar yetiştirdiğine bir örnek Mustafa Reşid Paşa’dır. Hamlin onu “İngiltere yanlısı Reşid Paşa İngiliz sefaretinin gözdesiydi” diyerek anlatıyor. Evet, Osmanlı’yı Tanzimat sonrasında yöneten başbakanların, bakanların, bürokratların önemli bir kısmı İngilizci, Fransızcı, Rusçu, Almancı olarak nitelenecektir. Çünkü kendi devletlerinden önce bu devletlere sadakatleri vardır. O devletlerden himaye görürler. Yapacaklarını o devletin büyükelçisiyle istişare ederler. Görevden alınacaklarını duyunca o büyükelçiliğe kaçıp sığınırlar. 

Bunlar donanımsız, liyakatsiz adamlar mıydı? Hayır, hepsi iyi tahsilli, yabancı dil bilen adamlardır. Ama kişilikleri bozuktur. Peki Cumhuriyet döneminde işler değişti mi? Elbette hayır! 

Yıkım fermanı

Mustafa Reşid Paşa’nın İngiliz büyükelçisi ile beraber hazırladığı ve Sultan Abdülmecid’in duyurduğu Tanzimat Fermanı, Osmanlı’nın yıkımının miladıdır. Hamlin bile bakın ne diyor: “Bu fermanda birkaç noktaya dikkat edilmelidir. Bütün devlet vesikalarında olduğu gibi bu fermanda da Müslüman dindarlığı ve şeriata bağlılık apaçık beyan edilmektedir. Öte yandan ferman kendisiyle çelişmektedir. Çünkü fermanda şeriatın aksine olarak dinine bakılmaksızın herkesin eşit olduğu beyan edilmiştir.” 

Yani tarihte ilk defa bir Müslüman devlet Müslümanlar ile gayrimüslimleri eşit saymıştır. Bu neden önemli? Çünkü bu fermandan sonra İngiliz, Fransız, Rus gibi yabancı güçler gayrimüslimleri sahiplenmişler ve ülkeyi fiilen sömürgeleştirmişlerdir. Bu yüzden Tanzimat’ın üzerinden daha otuz sene geçmeden Osmanlı’da gayrimüslimlerin ticaret hayatı, hakları, okulları, vakıfları ile ilgili her konuda Osmanlı devletinden çok bu devletler söz sahibiydi. Her işe onlar karışıyorlardı. Osmanlı devletinin her işine müdahale ediyorlar ve sonuç alıyorlardı. Devlet yetkilileri artık bu elçiliklere teslim olmuşlardı. Olan sahipsiz kalan Müslüman tebâya oluyordu. 

Hamlin, Osmanlı devletinin son asrındaki perişan vaziyetini gerçekçi bir şekilde anlatıyor. “Osmanlı yıkılacak” diyor. Ama asıl mesele Osmanlı’nın mirasını kimin yiyeceği. Onun arzusu İngiltere’nin veya Rusya’nın değil Amerika’nın yemesi. Ama sonucu hepimiz biliyoruz. Osmanlı mirasının çoğunu İngilizler yedi. Birazı Fransızlar’a kaldı. 20. asırda ise Amerika parsayı topluyor.

Hamlin bir gün Ermeni Hıristiyanların saldırısına uğrayan Protestan Hıristiyanları görmek için Adapazarı’na gider. Yanına Müslüman bir rehber alır. Gece saldırıya uğrayanların kaldığı yere doğru giderler. Şöyle der: 

“Türkler kışın sekizde, yazın dokuzda yattıkları için gece vakti mezarlık kadar sessiz olan Türk mahallesinde rehber eşliğinde fark edilmeden dolaşmak mümkündü. Arada sırada bir bekçiye rastlayabilirsiniz. Rehberim bekçiyle karşılaşınca, ‘Başhekim Hamlin, İstanbul’dan!’ dedi. Bekçi cevaben ‘Allah şifa versin’ dedi ve geçtik.” 

Hamlin tabii ki yalan söylemiş. Kendisi hekim falan değil. Ama siz burada Müslüman bekçinin safiyetine dikkat ediniz. Rehberin sözüne itimat ediyor ve “başhekim” lâfını duyunca da hasta kimse ona şifa niyaz ediyor. İlki itimat, ikincisi samimiyet ifadesidir. İkisi de güzel özellikler. Ama kime karşı, nasıl kullanıldığına göre... Batı’nın İslâm toplumlarına kolayca tahakküm etmesinin bir sebebi de Müslümanların bu saflığıdır. Batı’dan ve Batılılar’dan gelen her şeyi kusursuz ve dosdoğru olarak bilmemizdir. Bunu Batı çok istismar etti, hâlâ ediyor. 

Hamlin’in başka bir tespiti de şu: “Avrupa’ya has içme alışkanlıkları Türk memurlara da sirayet etmeye başlamış. Avrupa tesirinin kuvvetle hissedildiği ticaret merkezi şehirlerde ise iş çoktan çığırından çıkmış.” 

Dikkat edelim, 1850’lerden bahsediyoruz. Bu aşağılık kompleksi birçoğunun imanına da mal olur. Hamlin böyle bir Osmanlı paşasıyla karşılaşır. Onun hakkında şunları söyler: “Avrupa kültüründen şüphecilik kapmış, insanlardan kaçar olmuştu. ‘Tabiatın kuvvetlerine’ ve ‘doğal yasaların egemenliğine’ inanan bir Darwinciydi. Bunlar dışında bir güce inanmıyormuş. Aklı, kendisinden imanını çalan hırsızların eline düşmüştü. Avrupa’daki Türkler’in başına sıkça gelen bir felâket.” 

Elbette Hamlin’in “felâket” diye hayıflandığı şey, bu paşanın Hıristiyan olmaya yanaşmamasıdır, yoksa Müslümanlık’tan çıkması değil.

Uzun lâfın kısası, bu hatıraların gösterdiği şu: Kendimizi düzeltmeden işimiz ve yolumuz düzelmez.




Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy