İnsan Halleri
Tezkireler
Genel olarak tarih kitapları siyasî tarihi anlatır. Yani devletler, hükümdarlar, savaşlar, antlaşmalar... Elbette özel olarak tarihteki bazı sosyal, kültürel, iktisadî hadiseleri, bir tek kişiyi anlatmak için yazılmış tarih kitapları da vardır. Biz sıradan okuyucular bunlarla yetiniriz. Tarihçiler ise bilgileri çok çeşitli kaynaklardan toplarlar. Resmi vesikalar, fetvalar, şer’iyye sicilleri, tezkireler, mektuplar, resmî gayri resmî kayıtlar ve sair... Her tarihî vesika türünün kendine has bir özelliği vardır; o minvalde bilgi teminine vesile olur.
Mesela tezkireler üzerinden konuşalım. Tabi önce tezkire ne demekmiş bir öğrenelim. Tezkire, lügatte “anmak, hatırlamak” manasındaki “zikr” kökünden gelir. Yani “hatırlamaya vesile olan şey” demektir. Bu tabir eski dönemlerde yazılan biyografik eserleri ifade eder. İlk akla geleni Feridüddin Attar hazretlerinin Tezkiretü’l-Evliyâ adlı eseridir. Bu eserde kendi dönemine kadar olan meşhur sûfîleri isim isim anlatmıştır.
Tezkirelerin en eski örnekleri Arap ilim çevresinde “tabakât” adıyla ortaya çıkmıştır. Osmanlı’da ise çeşitli ilim dallarında yetişmiş âlimlerin ve şairlerin biyografilerine dair eserlere tezkire denilmiştir. Fars edebiyatında ise özellikle şairler için tezkireler yazılmıştır.
Osmanlı’da da Kanuni Sultan Süleyman devrinden başlayarak birçok tezkire yazılmıştır. Özellikle Sehi Bey, Latifî, Âşık Çelebi, Mustafa Âlî ve Safâyî’nin tezkireleri meşhurdur. Bu ve benzeri tezkirelerden Osmanlı’nın ilk asrından başlayarak son demlerine kadar şairler hakkında bilgi ediniriz. Mesela nereli oldukları, nesebi, kimlerden ilim tahsil ettiği, nerede vazife yaptığı, hangi tarikata mensup olduğu, hangi hastalıktan vefat ettiği, eserlerini hangi padişaha sunduğu gibi türlü malumat bu tezkirelerde mevcuttur. Gelin, Gelibolulu Mustafa Âlî’nin meşhur eseri Künhü’l-Ahbâr’ın tezkire kısmında zikrolunan Nakşibendî şairlerden üçünü tanıyalım:
İlhâmî: İstanbul’da doğmuş, ilim tahsilinden sonra Nakşibendî tarikatında seyr u sülûk etmesiyle tanınmıştır. Emir Ahmed Buhârî hazretlerinin halifelerinden Hakîm Efendi hazretlerine hizmet eylemiş, şanına layık bir şekilde halife olmuştur. Rabbânî ilhamlara ve ilâhî ihsanlara mazhar bir zât imiş. Beyitleri dervişâne, gazelleri de hikmetlidir.
Riyâzî: Rumeli’nde Tırnavo adlı kasabada doğmuştur. Baba Efendi diye bilinir. Hâcegân-ı Nakşibendiyye tarikatına mensup meşhur bir âlim ve büyük bir velîdir. Büyük vezirlerden Rüstem Paşa’nın hocalığını yapmıştır. Adı Mahmud’dur, babası Yeşilzâde diye bilinir ve meşhur kadılardandır.
Lamiî Çelebi: Bursalıdır. Babası Osman Çelebi, Sultan Bayezid (Yıldırım) merhuma defterdar olmuştur. Zahirî ilimleri tahsil ettikten sonra Emir Ahmed Buhârî hazretlerinin tesiri ile fakr yolunu seçip kalp zenginliği kesbetmiştir. Sonra şiir ve nesire yönelip önce Fettâh-ı Nişâburî’nin Hüsn ü Dil’ini tercüme edip bu eserden mülhem kendi bir Hüsn ü Dil telif etmiştir. Bu eseri tamamlayınca Yavuz Sultan Selim Han’a sunmuş ve Sultan’ın ihsanına mazhar olmuştur.
Dil Hazinesi
Gücenmek
Dilimizdeki bazı kelimeler birbirine yakın manalardadır. Hatta bazıları birebir aynı manayı taşır gibidir. Oysa her kelimenin mutlaka bir kullanım yeri ve mana farkı vardır. Hatta bu mana farkları belli bir sıralama da içerir. Mesela alınmak, incinmek, gücenmek, darılmak, kırılmak ve küsmek… İlk bakışta bu kelimeler birbirine yakın manadadır. Birbirinin yerine de kullanılabilir. Ama bir yere kadar. Çünkü gücenmiş biri kişi dargın olmayabilir, kırılmamıştır ve kesinlikle küsmemiştir. Nasıl mı? Açıklayalım:
Alınmak, dilimizde bir sözden, bir olaydan incinmek demektir. Bu kırılganlığın ilk merhalesidir. Hatta çok kolay incinen kimselere alıngan derler. İncinmek ise adı üstünde biraz narin bir kırılma türüdür. Alınmaktan bir derece daha ileridedir. Gücenmek ise alınma ve incinmeye göre devamlılık içerir. Yani alınma ve incinme olayın olduğu yerde olup bitebilir. Gücenme ise bu halin devam etmesi, kalpte tesirini bırakmasıdır. Mesela “alındı” yahut “incindi” deyince olayın vuku bulduğu anı kastederiz. “Gücendi” dediğimizde ise bir nebze incinmenin devam ettiğini kastetmiş oluruz.
Darılmak ise doğrudan incinmenin tesirinin devamını belirtir. Yani “darıldı” dediğimizde sanki “küstü gitti” der gibi oluruz. Kırılmak da öyledir. Adı üstünde incinmenin kalpteki tesirinin şiddetini beyan eder. Buna göre dargın ifadesi daha az bir incinme içerir, kırgın ise daha şiddetlidir. Son olarak da küsmek gelir. Bu fiil, incinmenin neticesidir. Yani bir kişi incinmiş, darılmış, kırılmış ve netice olarak küsmüş, irtibatı kesmiştir.
Bu açıklamalara göre, bu fiillerin sıralaması şöyledir: Alındı, incindi, gücendi, darıldı, kırıldı ve küstü. Tabi bu fiiller lügatımızda mevcut ise de, biz kimseyi incitmeyelim, kırmayalım, kimseye küsmeyelim. İrfan ehli bir şairin dediği gibi “ne kimse senden incinsin ne sen kimseden incin.”
Bir Söz Bir Şerh
İbn Atâullah el-İskenderî hazretleri Hikem-i Atâiyye’de şöyle buyuruyor:
“Ne zaman sana bir şey verse sana iyiliğini gösterir. Ne zaman senden bir şeyi alıkoysa sana kahrını gösterir. Demek ki o verse de vermese de sana kendini tanıtıyor ve sana lütfuyla yöneliyor.”
Molla Yahya hazretleri bu hikmeti şöyle şerh ediyor:
“Cenâb-ı Mevlâ kullarına karşı her zaman lütufkâr, cömert, kerîm ve rahîmdir. Kuluna bir ihsanda bulunduğunda kul O’nun lütuf ve keremine şahit olur. Kahhâr sıfatını göstermek istediğinde ise kuldan bir şeyi men eder. Kul böylece Allah’ın azamet, kibriyâ ve celâline şahit olur. Her iki halde de Cenâb-ı Mevlâ kula kendini tanıtmakta, iyilikte bulunmaktadır. Men ettiğinde kul bunu anlamasa bile...”
Bir Söz
“Vallahi, vallahi, vallahi! Bana deseler ki ‘Dünya padişahlığını mı istersin, yoksa Nakşibendiyye tarikatının neferi olmayı mı?’ Ben dünyaya padişah olmayı değil, Nakşibendiyye tarikatının bir ferdi olmayı tercih ederim. Çünkü dünya padişahlığı bu dünyaya mahsustur, geçicidir. Tarikatın faydası ise bu dünyada olduğu gibi âhirette de daimîdir.”
Seyyid Abdülhakim el-Hüseynî kuddise sırruhû