Aramak

Çevre Anlayışımız

Çevre Anlayışımız

Alındığı iddia edilen bütün tedbirlere rağmen tabiattaki kirliliğin ve tahribatın durdurulması bir yana, daha da büyümesinin önüne bile geçilemedi. İnsan kaynaklı küresel ısınma sebebiyle şimdiden büyük felaketler yaşanıyor.


Sorunun temelinde, görünür sebeplerden önce bir bilinç kirliliği, zihniyet tahribatı, hakikati idrake mani bir bakış tarzı var. Önce insan kirlenmiş, fıtratından uzaklaşmış, kutsaldan kopmuş; doğadaki kirlilik ve bozulma böylece başlamıştır. Tabiatı kendi mülkü sanan, dilediği gibi kullanacağını vehmeden bir insandır bu.


Müslümanın nazarında ise mülk Allah’ındır. İnsan, bu dünyadaki her şey gibi doğal çevrenin de emanetçisidir. Zarar vermeden, tahrip etmeden, yaratılışındaki denge ve nizamı bozmadan korumakla yükümlüdür.

Her geçen gün biraz daha tehlikeli boyutlara ulaşan bir “çevre sorunumuz” var. Havanın, suyun, toprağın kirlenmesinden veya tahribinden kaynaklı ciddi sıkıntılar var. Konuyla ilgili yapılan tespitlerde küresel ısınmanın, hayvan ve bitki türlerindeki kaybın, genetik bozuklukların, yeni hastalıkların, insan da dâhil bütün canlıları tehdit edecek bir ivme ile giderek arttığı vurgulanıyor. Doğal çevreye verilen zararın önlenememesi halinde, öyle çok da uzak olmayan zamanlar zikredilerek ömür biçiliyor dünyaya. 

Aslında tarihin her döneminde savaşlar, yangınlar, türlü afetler sebebiyle çevrenin tahrip edildiği, kirletildiği vakidir. Fakat bu tahribat ve kirlilik belli bölgeleri, yine belli bir dönem için etkilemiş; çevrenin doğal dengesini yeniden sağlayacak şekilde kendini onarıp yenilemesine mani olacak bir yaygınlığa ve sürekliliğe ulaşamamıştır. Dolayısıyla şimdilerde bütün dünyanın gündeminde olan problem yeni ve başka bir şeydir. 

Yeni, çünkü sanayileşme ile başlayan bir süreçtir bu. İlerleme ideolojisinin cazibesi, endüstri ve teknolojideki gelişmelerin yol açtığı tahribatın görülmesini uzunca bir süre engellemiş; meselenin vahameti ancak 1960’ların sonlarına doğru fark edilebilmiştir. İlerleyen yıllarda çözüm arayışları başlamış, bu doğrultuda özellikle Birleşmiş Milletler öncülüğünde çevre konferansları düzenlenmiş, üye ülkelerce doğal çevrenin korunmasına dair sözleşmeler imzalanmış, bakanlıklar kurulmuştur. 

Fakat alınan bütün tedbirlere rağmen kirlilik ve tahribatın durdurulması bir yana, daha da büyümesinin önüne bile geçilememiştir. Birleşmiş Milletler’in her on yılda bir düzenlediği çevre konferanslarında değişmeyen tespitlerden biri, bir önceki konferansta alınan kararlara rağmen bir ilerleme kaydedilemediğidir. Problemin hem tespitinde hem çözüm tekliflerinde bir isabetsizlik olmalıdır öyleyse. 

İlâhî nizamı ihlal edince 

Allah Teâlâ kâinattaki her şeyi “takdir ettiği bir ölçüye göre, yaradılış hikmetinin gereklerine uygun, mükemmel bir nizam ve denge içinde” (Furkan 2, Kamer 49) yaratmış; “göklerde ve yerde ne varsa hepsini katından bir lütuf olarak insanoğlunun istifadesine amade kılmıştır.” (Câsiye 13) Doğal çevre de dâhil, yaratılmış her varlık için takdir buyurulan ölçü, nizam ve denge, o varlıklardan istifadenin de şartıdır. Aksi durumda, yani Cenâb-ı Mevlâ’nın “dengeyi bozmayın, ölçüyü gözetin” (Rahman 8-9) emrine muhalefetle tabiattaki ilâhî düzeni bozmak, nimetleri felakete dönüşecektir ki bugün “çevre sorunu” dediğimiz tam da budur.

Suya, havaya, toprağa, bitki veya hayvan türlerine, kendi tabii seyirleri dışında, yaradılışlarındaki dengeyi bozacak şekilde müdahale, sadece bu kaynakların tahribi ya da yok olması anlamına gelmiyor. Çevrede bu unsurların da katılımıyla sağlanan denge ve uyum kaybolmakta, arızalanan bir çarkın bağlı bulunduğu bütün sistemi etkilemesi gibi yeryüzündeki işleyiş bozulmaktadır. Nitekim dünya üzerindeki canlılığı tehdit eden küresel ısınma, atmosferi oluşturan gazların her birine yeryüzündeki hayatı mümkün kılacak ölçüde takdir edilen oranların insan eliyle ihlalinden kaynaklanmaktadır.

Tabiattaki ilâhî nizamı ve dengeyi bozarak insanlığın başına bu belayı açanlar, gelişmiş diye nitelenen sömürgeci ülkelerdir öncelikle. Bu ülkeler, karşı karşıya olduğumuz vahim durumu sanayi atıkları, kömür ve petrol cinsinden fosil yakıtlar, kimyevî maddeler, radyasyon yayan elektronik cihazlar, nükleer denemeler ve benzeri sebeplerle bilimsel olarak izahta mahirdirler. Fakat bütün bunları üretip kullanmaktan vazgeçmedikleri gibi asıl sebebe, yani tabiatı tahrip etme pahasına yağmalamayı kendine hak bilen bir anlayışa hiç değinmezler. Zaten bütün çevre konferanslarının üst başlığı ya da ana gündemi “sürdürülebilir kalkınma”dır. Bu anlayışa göre kalkınmış ülkelerin gelişme, ilerleme, refah veya konforlarının devamlılığı, çevrenin sadece tamirini değil, bazen tahribini de gerektirmektedir. 

Çevreyi tahrip edenlerin çözümleri

Birleşmiş Milletler topluluğunca çevrenin korunması için alınan bazı kısıtlama kararlarının zaman zaman daimî üyeler Amerika, Çin, İngiltere, Fransa veya Rusya tarafından veto edilmesi, onların bu konudaki samimiyetsizliklerini göstermeye yeter aslında. Bu tür ülkelerin temsil ettiği zihniyetin her meseleye çıkar odaklı bir bakışı vardır. Kendilerine zarar vermeyecekse diğer coğrafyalardaki tahribat da, oralarda yaşayan insanların maruz kaldığı açlık, yokluk ve hastalıklar da umurlarında olmaz. Doğal kaynakların yetersizliği kabulünden yola çıkarlar; artan dünya nüfusunun kaynak ve gıda krizine sebep olup, konforlarına gölge düşüreceği korkusuyla çözüm ararlar. 

Buldukları çözümlerden biri, çoğalmalarını eğer başka yollarla durduramıyorlarsa, kendileri dışındaki insanlar da dâhil, doğal kaynakları kullanan bütün canlıları imha etmektir. Bunu bazen 2020 yılı başında Avustralya’da olduğu gibi alenen yaparlar. Hatırlayanlar olacaktır, o tarihte kuraklığın azalttığı su kaynaklarına ortak oldukları gerekçesiyle binlerce yabani deve, tepkilere rağmen helikopterlerden ateş açılarak itlaf edilmişti. Aynı anlayış, Asya ve Afrika’da dünya nüfusunun yüzde onunu oluşturan bir kitlenin açlıkla boğuştuğunu, kendileri için muhtemel bir tehlikeye dikkat çekmek için tespit ederken, Amerika ve Avrupa’da üretilen gıdanın üçte birinin çöpe gittiğini görmezden gelmekte; tasarrufu ya da paylaşmayı düşünmemektedir.

Teknolojik üstünlüğe sahip tuzu kuru ülkelerin sürdürülebilir kalkınma için başvurdukları başka çözümler de vardır. Mesela kaynaklarını sömürmek üzere başka coğrafyaları yakıp yıkmaktan, kaosa sürüklemekten, kan gölüne çevirmekten çekinmezler. Bir yandan da tükeninceye kadar yağmalayacaklarını bildikleri o kaynakların yerine koyacakları yapay imkânları üretmeye koyulurlar. Her iki tutumun da doğayı tahrip edeceği gerçeğine aldırmazlar. En fazla, aynı anda hem insanın fıtratını bozmayı hem doğal çevrenin fıtratını korumayı amaçlamak gibi yaman bir çelişkiyle malul yeşil partiler benzeri oluşumlara yol vererek vicdanları yatıştırmayı denerler. 

Pazarlanan sahte duyarlılık

Bütün bu izahatı, modern anlayışın pazarladığı ve maalesef Müslümanların da satın aldığı bir çevre hassasiyetinin sahteliğine, işe yaramazlığına işaret etmek için yaptık. Zira problemin temelinde, görünür sebeplerden önce bir bilinç kirliliği, zihniyet tahribatı, hakikati idrake mani bir bakış tarzı var. Önce insan kirlenmiş, fıtratından uzaklaşmış, kutsaldan kopmuş; doğadaki kirlilik ve bozulma böylece başlamıştır. Tabiatı kendi mülkü sanan, dilediği gibi kullanacağını vehmeden bir insandır bu. Sahip olduğu teknoloji ile her şeye güç yetireceğini, her şeyi kontrolü altına alabileceğini, her türlü kayıttan azade olduğunu zannetmektedir. Bencil, çıkarcı, açgözlü ve hırslıdır. Çevresine karşı sorumsuz, saygısız ve merhametsizdir. Sadece dünyalık kazanmayı düşünür; bunun için ulaşabildiği bütün imkânları, bütün kaynakları hoyratça kullanır. Tüketimi körükleyip kitleleri israfa teşvik eder. Daha çok kazanmak için daha çok ve daha çabuk üretmek üzere hayvanların ve bitkilerin genetiğine müdahalede bulunur, onlara zulmetmeyi meşru görür mesela. 

Bu yaklaşımın çevreyi tehlikeli bir sorun haline getiren asıl sebep olması sebebiyle kirlilik ve tahribatı önlemesi de tamiri de elbette beklenemez. Duyarlılık söylemlerine, teklif ettiği tedbirlere rağmen tehlikenin gittikçe daha da büyümesi bunun böyle olduğunu göstermektedir. Fakat meseleye tabulaştırılan bir bilimsellikle getirilen izahlar bu hakikati görmeyi engellemektedir. Oysa “bilimsel bilgi” epeydir varlığı anlamanın, hakikati kavramanın değil; insan hayatını daha rahat, daha konforlu bir seviyeye çıkarmanın aracı haline getirilmiştir. Bu uğurda bir av alanı olarak görülen doğal çevrede, estetize edilmiş hunharca bir avlanmanın usul ve imkânlarını üretmektedir sadece. Ya da 1950’lerde “modern bilimin mucizesi” diyerek piyasaya sürülen kimyasal tarım ilaçları gibi bilimsel buluşlar toprağa, suya, ürünlere ve hayvanlara verdiği tamir edilemez tahribatla neden sonra “modern bilimin faciası” haline gelmektedir. 

Müslümana özgü bakış

Kur’an-ı Kerim’de “yeryüzünde bozgunculuk yaptıkları, ekini ve nesli yok etmeye çalıştıkları” halde insanların hoşuna gidecek sözlerle aslında ıslah gayesi güttükleri iddiasında bulunan fâsıklara karşı uyarılırız. (Bakara 204-205) Bu uyarı, çevre konusunda gelişmiş ülkelerin pazarladığı o sahte, yapılan tahribatı perdeleme amaçlı ya da çıkar odaklı hassasiyete itibardan kaçınmamızı da söyler bize. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin, “Fâcirlerin ölümüyle insanlar, beldeler, ağaçlar ve hayvanlar rahata ererler.” (Müslim, Cenâiz 61) hadis-i şeriflerinde de çevreye zarar verenlerin kötü işler yapan, günaha düşkün, yalancı kimseler olduğu tespiti var. Şu halde doğal çevredeki tahribatın asıl sebebi olan insan tipini “fâsık“ ve “fâcir” diye niteleyebilir; çözümün fısk ve fücurdan imtina eden bir mümin tavrında olduğunu söyleyebiliriz. İşte o tavır her meseleye olduğu gibi çevre konusuna da İslâm’ın inşa eylediği bir bilincin mümkün kıldığı anlayışla, Müslümana özgü bakışla yaklaşabilmeyi gerektirmektedir. 

Müslümanın nazarında mülk Allah’ındır. İnsan, bu dünyadaki her şey gibi doğal çevrenin de emanetçisidir. Zarar vermeden, tahrip etmeden, yaratılışındaki denge ve nizamı bozmadan korumakla yükümlüdür. Kirletmekten sakınır. Çünkü doğayı kirletmek Allah Teâlâ’nın mülkünü kirletmek yahut “Yeryüzü bana (ve ümmetime) mescit kılındı” (Buhârî, Salât 56) hadis-i şerifi mucibince mescitleri kirletmek gibi bir hürmetsizlik demektir. Yine Efendimiz sallallahu aleyhi vessellemin, “Temizlik imandandır.” (Müslim, Taharet 1) hadisindeki temizlik, doğal çevreyi de kapsar. 

Tabiatın yahut kâinatın tamamı, kevnî ayetlerin yer aldığı bir “kitabullah-ı a’zam” olmakla da hürmete şayandır. Canlı cansız her bir varlık Allah Teâlâ’nın varlığına, birliğine, kudret ve azametine delildir. Üstelik Kur’an-ı Kerim’de, “Yedi kat gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan her şeyin, biz anlamasak da Âlemlerin Rabb’ini hamd ile tesbih eyledikleri” (İsra 44) haber verilmektedir.

Çevreye de şefkat ve muhabbet

Bu bakış, Yunus Emre’nin “Yaradılmışı severiz Yaradan’dan ötürü” mısraları ile özetlediği üzere bütün mahlûkatı sevmeyi, onları incitmemeyi, onlara şefkat ve merhametle muameleyi de gerekli kılar. İnsana, kâinattaki her bir varlığın basit, önemsiz, değersiz ve anlamsız olmadığını idrak ettirir. Tabiatı üretim için gerekli hammaddenin istiflendiği bir depo olarak görmekten alıkoyar. Havası, toprağı, suyu, ağacı, kuşuyla bütün bir tabiatı, kâinattaki ilâhî âhengin, mükemmel uyumun, küllî dengenin vahdetinden koparan “parçacı yaklaşım” yanlışından korur.

Bu bakışın kazandırdığı duyarlılık, çevreye karşı fıkhî yükümlülüklerin de ötesinde, erdemli davranışlara sevk eder insanı. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vessellemin, yapraklarını hayvanlarına yedirmek için bir ağacın dallarına sopayla hoyratça vuran bedevîye, “öyle vurup kırmak yerine ağacı incitmeden, yumuşak bir şekilde tatlılıkla salla” uyarısıyla telkin buyurduğu incelikler böylece kuşanılır. Bırakın tabiatı kirletip tahrip etmeyi, Aziz Mahmut Hüdâyî kuddise sırruhû hazretleri gibi, Allah Teâlâ’yı tesbihi dolayısıyla hiçbir çiçeği koparmaya el vardırmayan bir duruş böyle kazanılır. 

Fakat bütün bunlar doğal çevrenin dokunulamaz, müdahale edilemez bir alan olduğu anlamına gelmemektedir yine de. Çünkü doğal çevre de her şeyiyle insanın istifadesine sunulan bir nimet, insana bahşedilen ilâhî bir ikramdır. Beşerî ihtiyaçlar buradaki kaynaklardan elde edilen imkânlarla karşılanacaktır. Ham haldeki bazı maddelerin işlenmesi, üretime tâbi tutulması bir müdahaleyi gerektirecektir şüphesiz. Üstelik Rabbimiz’in diğer mahlûkata nispetle insana verdiği akıl, irade, güç, yeryüzü hilafeti payesi, üstünlük imtiyazı ve yeryüzünü imar sorumluluğu bu tür müdahaleleri insan için bir yükümlülük haline de getirmektedir. Ancak bu istifade ve müdahale hak ve sorumluluğu ölçüsüz yahut sınırsız değildir. O imkânları lütfedenin talimatı ve rızası istikametinde gerçekleştirilecektir.

Dünya imtihanımızın
bir parçası

Tabiatı yağmalayıp tahrip eden tutum, bencilliğin ve açgözlülüğün olduğu kadar, nimete şükürsüzlüğün, yani o nimetleri veren Allah Teâlâ’yı ve istifademiz hususunda O’nun koyduğu ölçüleri unutmanın da eseridir. Cenâb-ı Mevlâ’nın ikram eylediği nimetlerde sadece insanların değil, bütün canlıların hakkı vardır. İnsanın, kendisine tanınan üstünlüğü kullanarak, helal haram gözetmeden kaynakları keyfince tüketmesi, dilediği gibi işleyip üretmesi ve başkalarının hakkını gasp etmesi zulümdür. Oysa insana bahşedilen üstünlük, hilafet yahut gökte ve yerde ne varsa onun emrine amade kılınması, tabiattan helal çerçevede faydalanması yanında kaynakları adaletle koruyup yönetmesi içindir. Emanet bilinci de bunu gerektirir. 

Doğal çevrenin emanet olarak görülüp korunması, faydalanmak için kullanılmasına mani değildir. Buradaki korumadan maksat, istifadenin devamlılığını sağlayacak şekilde varlığını, dengesini, verimliliğini muhafazadır. Kirletmemek, zarar vermemek, israf etmemektir. Nitekim Cenâb-ı Mevlâ, mealen “(Helâlinden) yiyin, için, fakat israf etmeyin!” (A’raf 31) buyurarak israfı, ihtiyaçtan fazla tüketmeyi haram kılmıştır. Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem ise bizleri, akan bir nehirden abdest alırken bile suyu gereğinden fazla kullanmaktan sakındırarak (İbn-i Mace, Taharet 48) israfa, konunun ciddiyetini vurgulayan bir ölçü koymuştur. 

Kaldı ki insan, “hesap gününde kendisine verilen nimetlerden de mutlaka hesaba çekilecektir.” (Tekâsür 8) Yani doğal çevreyi ve oradaki imkânların her birini nasıl kullandığımız, koruyup korumadığımız da dünya imtihanımızın bir parçasıdır. Çevreyi kirletmenin, tahrip etmenin, zaruret olmadığı halde oradaki canlılara zarar vermenin vebali vardır. Resûlullah sallallahu aleyhi vessellem, çöllerde yolcuların ve hayvanların gölgesine sığındığı sidre ağacının kesilmesini yasaklamış; “Her kim yenisini dikmeden bir sidre ağacını keserse Allah ona cehennemde bir ev yapar” buyurmuştur. (Ebu Davud, Edeb 158, 159) Yine hadis-i şeriflerde “Herkesin gelip geçtiği yolları, gölgelikleri, su kenarlarını ve ağaçların altını abdest bozarak kirletenlerin lânete uğrayacakları” (Müslim, Taharet 68), “Allah Teâlâ’nın haksız yere bir serçeyi öldürenden kıyamet günü hesap soracağı” (Müslim, Sayd 57) haber verilmiştir. 

Mahsulümüzde kurdun
kuşun hakkı

Çevreyi temiz tutma, koruma konusunda başka pek çok nebevî emir, yasak ve uyarı vardır. Müslümanlar, hayvan ağıllarını su kaynaklarının ve meskenlerin yakınına inşa etmekten, savaşlarda ağaçlara, ekili alanlara ve hayvanlara zarar vermekten, zevk için avlanmaktan; aç susuz bırakarak, fazla yük yükleyip takatini aşacak derecede yorarak, birbirleriyle dövüştürerek hayvanlara eziyetten sakındırılmıştır. 

Doğal çevrede Allah Teâlâ’nın rızasına uygun tasarruf ise sevaba, âhiret mükafatına vesiledir. Mahlûkatın istifadesi için akıtılan su, dikilen ağaç sadaka-i câriyedir. Hadis-i şerifte, “Bir Müslüman bir ağaç diker veya bir tohum eker de bunların mahsulatından bir insan, bir kuş, başka bir hayvan yiyecek olsa, bu o Müslüman için sadaka olur” buyurulmuştur. (Buhârî, Hars 1) Bu sebepledir ki bizim ceddimiz hasatta ağaçtaki meyvesinin, tarladaki mahsulünün az da olsa bir kısmını “kurdun kuşun, börtü böceğin hakkı” diyerek toplamamıştır. 

İnsanın hilafet sorumluluğu yeryüzünü imar vazifesini de kapsar. Doğal çevrede imar daha ziyade ağaçlandırma, suları daha kolay faydalanılacak tarzda düzenleme; verimliliği artırıp sürdürecek, yeşilliği koruyacak, zarar ve hasarları giderecek bakım şeklinde tezahür etmiştir. Özellikle Efendimiz sallallahu aleyhi vessellemin, “Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa mutlaka dikin.” hadis-i şerifi böyle bir imara teşvik sadedindedir. (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred 168) Bu ve benzeri hayırlarla doğal çevrenin imarı, ihyâsı, temizliği, cazip kılınması, insanların daha çok sükûnet bulmasını, daha çok tefekkür etmesini, o güzelliklerden daha çok faydalanmasını sağlayacaktır. 

Hikmet nazarıyla bakabilmek 

Tabiattan istifadeyi sadece maddi ihtiyaçların giderilmesi bağlamında düşünmemelidir. Bundan da önemlisi bizleri tefekküre sevk ederek manevi faydaya imkân vermesidir. Bir çiçeğin kokusu, bir kuşun ötüşü, bir yaprağın rengi, bir kelebeğin kanadındaki nakışlar, bütün bunları yaratana götürecektir insanı. Allah Teâlâ’nın varlığına ve kudretine delalet eden varlıklar, harikulâdelikler üzerinde tefekkür marifetullahı artıracak, kalpleri yumuşatacak, kulluğumuzu daha bir itina ile ifa şevki kazandıracaktır. 

Kâinata ve bize sunulan her türlü nimete Rabbimiz’i hatırlatan bir ayet, O’ndan bir armağan, bir emanet bilip rahmet, muhabbet, hikmet nazarıyla bakmadıkça, gittikçe artan çevre tahribatını durdurmak da onarmak da mümkün görünmemektedir. Modern anlayışın teklif ettiği çözümler en iyimser yaklaşımla felaketi biraz daha ertelemeye, günü kurtarmaya yönelik tedbirlerden ibarettir. Tehlikenin sürekli büyüyor olması, insanın kalbindeki ve zihnindeki kirliliği gidermeden, çevremizdeki kirlenmeyi önleyemeyeceğimizin delilidir. 

Çare; ümmet olarak çevre konusunda da uzunca bir zamandır kaybettiğimiz mümin duruşunu yeniden kazanmak, Müslümana özgü çevre bilincini yeniden inşa eylemektir. Başka çözüm arayışları sonuç vermeyecek, sadra şifa olmayacaktır. Kendi anlayışımızı ihyâ, bu meselede de insanlığa örneklik sorumluluğumuzun gereğidir. 

“Hak şerleri hayr eyler” fehvasınca yaşadığımız çevre felaketi bu sorumluluğumuzu hatırlamaya, çevreye dair kaybettiğimiz mümin yaklaşımını, o rahmet, muhabbet ve hikmet nazarını arayıp bulmaya vesile olur inşallah.


   


Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy