Ebu Hüreyre radıyallahu anhudan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdular:
"Allah, yarattığı gün rahmeti yüz rahmet olarak yarattı. Doksan dokuz rahmeti kendi katında tuttu ve cümle yarattıklarına bir rahmet gönderdi. Kâfir, eğer Allah katındaki rahmetin enginliğini bilse cennetten ümidini kesmez. Mümin de eğer Allah’ın katında ki azabın şiddetini bilse cehennemden emin olmaz" (Buhârî, “Rikak” nr. 6469)
Hadis-i şerif, Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliğini ve azabının şiddetini hatırlatmakta, kurtuluşun ancak O’nun azameti karşısında korku ve ümit arası takva üzere yaşamakta olduğunu bildirmektedir.
Rahmet ve azap, birbirinin zıddı ve geniş anlamlı iki ayrı kavramdır. Rahmet acıma, şefkat, merhamet, ihsan, yardım, nimet, iyilik, cennet gibi birçok olumlu anlamı ifade eder. Azap ise maddi ve manevi cezayı ifade eden ve acı, eziyet, sıkıntı, cehennem gibi anlamlarda kullanılan bir kavramdır. Rahmet sırf hayırdır ve cezbedicidir. Azap ise sırf şerdir, korkutucudur, uzaklaştırır.
Yüz rahmet
Rahmet ve azap, Allah Teâlâ’nın yarattıkları üzerinde tecelli eden fiilî sıfatı, tasarrufudur. O'nun azametine, kudretine delalet eder. Rahmetini ummak ve azabından korkmak O'na imanın gereklerindendir. Cenâb-ı Allah dilediğine rahmetiyle muamele eder, dünya ve âhiret nimetleriyle mükâfatlandırır. Dilediğini de bunların tamamından yahut bir kısmından mahrum edip azap eder. Rahmeti ve azabı nihayetsizdir; mahiyeti akılla bilinemez, enginliği sınırlanamaz. İlâhî rahmetin hadis-i şerifte sayı ile ifade edilmesi şu şekilde yorumlanmıştır:
İlâhî rahmetin ‘yüz rahmet’ şeklinde sayı ile ifadesi çokluğuna işaret içindir. Anlamı kolaylaştırmak, ilâhî rahmetin enginliğini ve çeşitliliğini zihinlere nakşetmek maksadıyla böyle sayı ile ifade edilmiştir. Bütün mahlûkat yeryüzüne indirilen tek bir rahmetle hayat bulup türünü devam ettiriyorsa, ilâhî rahmetin tam tecelli edeceği âhiret yurdunda Allah’ın nimetlerinin tahayyül edilemeyecek mahiyet ve enginlikte olduğu kolayca anlaşılır. (Molla Ali el-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtih 4/540)
Diğer açıklama, hadis-i şerifte kastedilen rahmet, ilâhî sıfat değil mahlûkata bahşedilen rahmettir. Yani ilâhî nimetlerdir. “Allah, rahmeti yüz rahmet olarak yarattı” ifadesi fiilî rahmet, yani nimetler anlamına gelir ki bunlar, mahiyeti bilinemeyecek bir taksimatla yüz çeşittir. Dünyada bahşedilen bütün nimetler onun bir parçasıdır. Kalan doksan dokuzu ise âhirette cennetlik olan müminlere verilecektir. Nitekim hadis-i şerifin farklı bir rivayetinde Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin şöyle buyurdukları nakledilmiştir:
“Allah, göklerle yeri yarattığı gün yüz rahmet yaratmıştır. Her rahmet gökler ile yer arasını dolduracak kadardır. Ondan yeryüzüne bir rahmet indirmiştir. İşte anne yavrusuna bununla şefkat eder. Vahşi hayvanlar ve kuşlar birbirlerine bununla acırlar. Kıyamet günü yüz rahmeti bu rahmetle tamamlayacaktır.” (Müslim, “Tevbe” nr. 7153; Buhârî, “Edeb” nr. 6066)
Rivayetler farklı olsa da rahmet hadis-i şerifleri bize, Cenâb-ı Allah’ın rahmetinin enginliğini hatırlatmakta, saymakla bitiremediğimiz şu dünya nimetlerinin hepsinin ilâhî rahmetin küçük bir parçası ya da eseri olduğunu; asıl önemli olanın rahmetin tamamının verileceği güne hazırlık olduğunu haber vermektedir.
En büyük nimet
İnsana bahşedilen en büyük nimet hidayet, yani İslâm nimetidir. İnsan onunla huzuru ve ebedi mutluluğa kavuşur. Akıl, can, sağlık, ilim, mal, rızık gibi bütün nimetler ancak onunla rahmete dönüşür, bereketlenir. Böyle değilse boş ve anlamsızdır, sonunda pişmanlık vardır. Mümin için en büyük mutluluk Allah Azze ve Celle'ye kul olmak, en büyük kazanım ise O'nun rahmetine erişmek ve cennete girmektir. En büyük tehlike ve felaket de ilâhî rahmetten mahrum kalmaktır. Ümit ve endişelerin kaynağı budur, bu olmalıdır.
Cennet, inanan ve sâlih amel işleyenler için hazırlanmış mükâfat yurdudur. Ebedi kurtuluş ve saadet yeridir. Cehennem ise âsi kullar için hazırlanmış ceza ve azap yeridir. Cennet, Cenâb-ı Allah’ın lütfu, ikramıdır. Ona layık olmanın ön şartı iman edip sâlih amel işlemektir. Cehennem ise Cenâb-ı Allah’a âsi olmanın bedelidir. İyilerin mükâfatlandırılması ne kadar yerinde ve gerekli ise âsilerin, zalimlerin, haksızlık yapanların cezalandırılması o kadar yerinde ve gereklidir.
Dünya hayatı, insan ilişkileri için de aynı düzen gereklidir. İyilerin, çalışanların taltif edilmediği, haksızlığa uğrayanların haklarının iade edilmediği, kötülerin, zalimlerin cezalandırılmadığı yerde huzur olmaz, hayat sürdürülemez. Adaletten hiç bahsedilemez.
İslâm baştan sona hayır dinidir. Hayra, hayırlı olana çağırır, erdemli hayatı teşvik eder. Ümit yahut korku kişiyi Allah’a yöneltiyorsa, emirlerine uyup yasaklarından sakındırıyorsa anlamlıdır; yoksa kuruntudan ve boş temenniden öteye geçmez.
Azabı geçen rahmet
Hadis-i şerif, Hak Teâlâ'nın rahmetinin azabından, lütfunun kahrından daha engin, daha büyük olduğuna da işaret etmektedir. Allah Teâlâ'nın rahmeti, yüceliğinin gereği her şeyi kapsayıcıdır ve gazabını geçmiştir. Nitekim bir ayet-i celilede, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A'raf 156) ve bir kudsî hadiste de “Şüphesiz rahmetim gazabıma galebe çalar.” buyurulmuştur. (Buhârî, “Tevhid” 15, 22, 28, 55, Bediü'l-Halk 1, Müslim, “Tevbe” 14; Tirmizî, “Deavât” 109)
Yani Allah Teâlâ’nın rahmeti daha çok, daha kapsayıcı ve daha engindir. Lütfunu dilediğine, layık olana ve olmayana bahşeder. Kahrı ise sadece hak edenedir. İnananlar için bu bir ümit kaynağı ve müjdedir. Bir şartla ki rahmetinin enginliği gazabının şiddetini asla unutturmamalıdır. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek de azabından emin olmak da imana aykırıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak mealen buyurur: “Rabbinin rahmetinden sapkınlardan başka kim ümit keser?” (Hicr 56) “Ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah’ın mekrinden (gazabından) emin olmaz.” (A'raf 99)
Ümit ve korku
Ümit ve korku kalbe sirayet eden iki farklı haldir. Her ikisi de gelecekle, vuku bulması muhtemel olaylarla ilgilidir ve insan tabiatına ait bir durumdur. İnsan sürekli kalbinde elde edeceği veya kaybedeceği bir şeylerin ümidini veya kaygısını taşır. Ümit hoşnutluk alâmetidir, ilgiyi ve gayreti arttırır, teşvik edici bir haldir. Korku ise hoş olmayan ve kişiyi karamsarlığa iten, caydırıcı bir durumdur.
İnsanı harekete geçiren, eylemlerini şekillendiren en önemli etken aslında ümit ve korkudur. Duygu ve düşüncelerin, söz ve eylemlerin arkasında ümitler ve endişeler gizlidir. Onları şekillendiren, yönlendiren ise hayat anlayışı ve tarzıdır. Anlayış ve tarzlar farklı olunca neticeler de değişir. Çabanın, sevinç, üzüntü ve şikâyetlerin dozu farklılaşır, tartışma, itiraz ve kavgaların tonu farklı olur. Kısacası ümit ve korkular, niyet gibi işin mahiyetini değiştiren, kazananı ve kaybedeni belirleyen önemli birer etkendir. “İnandığın gibi yaşar, yaşadığın gibi ölürsün” kelam-ı kibarı bu hakikati özetler.
Ümit ve korku türleri
Ümit ve korku, niyet ve ihlâs gibi kalbin eylemidir. Tek başına bir değer, bir anlam ifade etmez. İnsanı harekete geçirip eyleme dönüştüğünde ancak faydası ve zararı ortaya çıkar. Dolayısıyla ümit ve korkular, övülen ve yerilen olmak üzere iki türlüdür:
Övülen ümit ve korku hayra vesile olan, kişiyi erdemli kılan, sorumluluklarını yerine getirmeye sevk eden ve en önemlisi Hakk’a yaklaştıran ümit ve korkulardır.
Yerilen ümit ve korku ise hayra engel olan, insanı faziletli olandan ve sorumluluklarından uzaklaştıran ümit ve korkulardır.
Hadis-i şerif, sırf hayırlı olana, insanı dünya ve âhiret saadetine kavuşturacak ümide ve korkuya teşvik etmektedir.
Dünyalık menfaat peşinde koşanların ümit ve korkuları dünyayla ilgili, Rabbi'nin hoşnutluğunu ve asıl hayat olan âhireti tercih edenlerinki ise uhrevîdir. Çabalar hangi hedefe yönelikse ümit ve korkuların kaynağı oradadır. Kalpler mutlaka bir şeylerle meşguldür; dolayısıyla kapta ne varsa dışına o sızar. Dünya ve içindekiler fanidir; ümitlerin fani olana bağlanması hayal kırıklığı ve sıkıntıların sebebidir. Korku için de durum böyledir. Asıl korkup sığınılması gereken Âlemlerin Rabbi'dir. O’na yönelmeyip fani ve muhtaç olanla teselli bulmak bâtın ve zâhir bütün sıkıntıların kaynağıdır. İlâhî rahmete dikkat çeken hadis-i şerifler bu hakikate işaret emekte, inananları kalplerini kontrol etmeye, ümit ve korkularını nereye bağlamaları ve hangi seviyede tutmaları gerektiğini bildirmektedir.
Müminin ümidi ve endişesi
Mümin, hayatın her anını değerlendirmeye ve gaflete düşmemeye çalışır. Onun için en muteber makam kulluktur. Kulluk, Cenâb-ı Mevlâ’ya samimiyetle yönelmek ve O’nun rızasına uygun yaşamaktır.
Kulluk, insanı sabit bir merkeze bağlayan, yönelimlerini derleyip toparlayan, dolayısıyla hayatı kolaylaştıran bir ferahlık halidir. Kul, aklını ve iradesini, tercih ve terklerini Mevlâ’nın iradesine bağladığı için rahattır. O'nun hoşnutluğunu kazanabilmenin heyecanı ile vazifesine odaklıdır. Dünya ile ilişkisi de bu doğrultudadır.
Hadis-i şerif, müminleri ümit ve korku (endişe de diyebiliriz) dengesini tutturmayı ve bu seviyeyi muhafaza ederek yaşamayı tavsiye eder. Hayatın saf, temiz ve huzurlu olması buna bağlıdır. Birinin eksikliği veya azalması durumunda inanç ve teslimiyette sapmalar başlar. Ümidin azalması karamsarlık, ibadetlerde gevşeklik ve ihmal sebebidir. Korkunun azalması ise günaha ve isyana yol açar; akıbeti büyük tehlikeye sokar.
Bu yüzden mümin amelinin çokluğuna bakmadan son nefesine kadar ilâhî rahmetten mahrum olma korkusu ile nail olma ümidini dengeli bir şekilde kalbinde taşımalı, bu uyumu hayatına yansıtmalıdır. Bu hal selim kalbin özelliği ve yüce bir makamdır.
Dengeyi bulmak
Ümit ve korku dengesi, insanın içinde bulunduğu hal, ortam ve takva derecesine göre değişir. Âlimler, dengenin nasıl olması, nasıl muhafaza edilmesi ve hangisine daha çok öncelik verilmesi gerektiği ile ilgili belli kurallardan bahsederler. Mesela Molla Ali el-Kârî rahmetullahi aleyh, Mirkâtü’l-Mefâtih adlı eserinde özetle bunları şöyle açıklar:
• Doğru ve güvenli olan, ümit ve korku arası kulluk yapmak; Allah’ın cemâl ve celâl sıfatlarını düşünerek, kalpte ümit ve korkuyu eşit taşıyarak ilâhî emirlere sımsıkı sarılmaktır.
• Ümit hali baskın olanlar, ilâhî rahmet ve ebedi saadetten mahrum kalma korkusuna öncelik vermeli ve son nefeslerine kadar bu korkuyu kalpte muhafaza etmelidir.
• Kalpteki denge hal ve hareketlere yansır. Yapıp etmelerdeki tutarsızlık dengenin bozulduğu, ümit veya korkuda veya her ikisinde sapma olduğu anlamına gelir.
• Denge, aşırılıklardan sakınmak, haddi aşmamaktır. Denge bozulur ve eylemlerde ifrat veya tefrit başlamışsa korkunun baskın olması kurtarıcıdır. Çünkü sakınmak, hoş olmayan duruma düşmekten daha önemli ve önceliklidir. Bu durumda korku nefsi azgınlıktan, haddi aşmaktan alıkoyar. Ziyanın önlenmesi menfaat elde etmekten önceliklidir. Haramı terk etmeyenin ibadetinin boşa olmasından endişe edilir. Günahın, çirkin işlerin işlendiği ortamda sevabı gözetmek abestir.
• Sağlıklı, gücü kuvveti yerinde olanın korkuyla hareket etmesi önceliklidir. Çünkü bu durumda olanların nefsleri daha güçlü ve faaldir; her an nefsine uyup günah işlemesi mümkündür.
Diğer tarafta elden ayaktan düşmüş, zayıf, sağlığını veya gücünü yitirmiş, sıkıntı içinde olan kimsenin veya ölüm anı gelip çatmış, dönüşü olmayan yola girmiş kimsenin ümide bağlanması daha faziletlidir.
• Mümin ne ümitsizliğe ne de rehavete kapılır. Yanlış yapsa da tevbe kapısının açık olduğunu bilir, asla ümidini kaybetmez. İnancına ve amelinin çokluğuna güvenip asla gurura kapılmaz, kurtuldum zannıyla hareket edip rehavete düşmez. Aksine, Hak Teâlâ’nın nimetleri karşısında yetersizlik ve amelinin eksikliği hissini kalbi taşır, daima mahzun ve mahcuptur.
• Ümitsizlik, Allah Teâlâ’dan korkmamak gibi iman için tehlikeli bir durumdur. Ümitsizlik ve aşırı güven kâfirin halidir.
O halde kişi kendi durumuna bakmalı, dengede olup olmadığını test etmelidir. Yeterli ilmi varsa halini kendisi düzeltmeli, değilse ehlini bulup bu hususta yardım almalıdır.
Nefsine hâkim olamayan, din ve dünya işlerini birbirine karıştıran, nefsin istek ve yönlendirmelerine yenik düşen kimsenin önceliği korku olmalıdır. Sürekli tövbe ve istiğfar halinde bulunmalıdır. İpini nefsinin eline bıraktığı halde Allah Teâlâ’nın rahmetini uman kimse nefsin oyununa gelmiştir, kendisini kandırıyor demektir. Bu hali, ilâhî emir ve uyarıları hafife almak anlamına gelir. Ne yazık ki çoğunluk, nefsin istek ve yönlendirmelerini ebedi saadete tercih ediyor.
Diğer tarafta nefsini dizginlemiş hakikat erlerinin durumu farklıdır. Onlar sürekli murakabe yani iç denetim halindedirler. Her hallerinde Allah’a yakınlığı hedeflediklerinden onlar için öncelikli olan ümit halidir. Buna rağmen akıbet korkusundan kalpleri ürperir.
Abdurrahman b. Mehdi rahmetullahi aleyh şöyle anlatır:
"Süfyan-ı Sevrî benim yanımda vefat etti. Ölüm anı yaklaşıp ağrıları şiddetlenince ağlamaya başladı. Yanındakilerden biri ona: 'Günahın çokluğu mu seni ağlatan?' dedi. O ise eliyle yerden bir şey kaldırdı ve onu göstererek şöyle dedi: 'Vallahi benim için günahlarımın çokluğu şundan daha hafif. Beni asıl korkutan, ölmeden önce imanımın benden çalınmasıdır.'”
Müminlere uyarı
Hadis-i şerif, âsi kullara ümit tavsiye ederken, mümin kulları azap korkusuyla uyarmaktadır. Aradaki incelik bellidir. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, bütün ümmetini kullukla buluşturup ilâhî huzurda toplanmalarını ve cennete girmelerini istiyor. Âsi ve günahkârım diye kimse Cenâb-ı Allah’tan uzaklaşmasın, tevbe edip ilâhî rahmetten nasibini alsın ve kurtulsun. Ve yine kimse ilâhî rahmetin enginliğine bakıp rehavete düşmesin veya amellerine kanıp kendisini güvende hissetmesin. Kâfir ve âsi için asıl tehlike Allah’ın rahmetinden ümit kesmek. Mümin için ise tehlike Allah’ın gazabından emin olmaktır. Her iki durum da cehalet ve gafletten kaynaklanır.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ölüm halindeki bir gencin yanına gitti ve ona: “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu. Genç: "Allah’ın rahmetini umuyor ve günahlarımdan da korkuyorum" dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem:
“Böyle durumdaki bir kulun kalbinde ümit ve korku bir araya gelirse, Allah o kula umduğunu verir ve korktuğundan emin kılar” buyurdular. (Tirmizî, “Cenaiz” nr. 999; İbn Mace, "Zühd” nr.4402)