Aramak

İbrahim Baran

İnsanoğlu bazen önüne konulan her yeniliği faydalı zannediyor. Vereceği zararı, ortaya çıkaracağı arızaları fark edemiyor, belki görmek istemiyor.

Yaşadığımız bu dijital çağda elimizin altında bulunan cihazlar, her yerden bağlanabildiğimiz internet altından kalkılması hayli zor olayların merkezine de koyuyor bizi. Etrafımızı çepeçevre saran dijital ağ, nefsimize hitap ettiğinden olsa gerek, kendimizi, yakınlarımızı ve belki gelecek nesillerin hayatını mahvetme potansiyeli taşıyor. 

Özellikle artık hayatın bir parçası haline gelen sosyal medya kitleleri önü alınamaz krizlerle karşı karşıya bırakıyor. Üstelik boşa geçirilen zamanı, yitip giden sağlığımızı ve enerjimizi, yapabilecekken yapamadıklarımızı bir kenara bırakıyorum. Düpedüz yönlendiriliyor, kendi eksenimizden sapıyor yani manipüle ediliyoruz. Birileri tarafından maruz bırakıldığımız yanlış bilgilerle, doğruluğunu araştırmadan yaydığımız yalanlarla kişileri ve grupları düşman ilan ediyor, kısa süre sonra hakikat ortaya çıktığında masum insanların haklarını çoktan gasp etmiş oluyoruz. 

Kim yalan söyler?

Tamamen daha fazla beğeni alma dürtüsüyle yayılan yalanlar kimseyi rahatsız etmiyor. Aksine, doğruların bitpazarına düştüğü bu mecralarda çok alıcı buluyor. Din ahlâk bir tarafa, seküler değerlerin bile merkezinde bulunan doğruyu söylemek, insanlığını dijital ekranlara gömenler için bir şey ifade etmiyor. Ve fakat Müslümanların hassasiyet göstermesi gereken konuların başında geliyor. 

Ebu’d-Derdâ radıyallahu anhu bir gün Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme sordu: 

– Ey Allah’ın Resûlü, mümin hırsızlık yapar mı? 

Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: 

– Ola ki yapabilir. 

Ebu’d-Derdâ tekrar sordu: 

– Mümin zina eder mi? 

Hz. Peygamber cevap verdi: 

– Sana kerih gelir ama evet, bu da olabilir. 

Ebu’d-Derdâ yeniden sordu: 

– Peki mümin yalan söyler mi? 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle cevap verdi: 

– Yalanı ancak mümin olmayan söyler. Kul elbette hata yapar ama sonra Rabbi’ne döner ve tevbe eder. Allah da onun tevbesini kabul eder.”

Varsayalım ki birer mümin olarak yalan söylemiyoruz. Fakat mesele burada bitmiyor. Kimi zaman bize ulaşan herhangi bir sözün, iddianın aslı astarı olup olmadığını araştırmadan kabulleniyor, hakkında bilgi sahibi olmadığımız, yolda görsek tanımayacağımız kişilerle ilgili suizanda bulunuyoruz. Oysa Mukaddes Kitabımız, eğer bir fâsık bize bir haber ulaştırırsa doğruluğunu araştırmamızı, yoksa bilmeden bir kişiye veya bir kavme karşı pişman olacağımız şeyler yapacağımızı söylüyor. (Hucurât 6) Yani sadece yalan söylemekten kaçınmak yetmiyor, bir şekilde yalan sarmalına düşmemeye özen göstermemiz gerekiyor. 

Atıfta bulunduğumuz Hucurât suresi 6. ayetin inmesine neden olan olayı aktarmakta fayda var: 

Allah Resûlü sallalahu aleyhi vesellem Velîd b. Ukbe’yi Mustalikoğulları’na zekât memuru olarak gönderir. Fakat Velîd görev yerine zamanında gidemediğinden, bir kısım kabile halkı onun neden gelmediğini öğrenmek için Medine’ye gitmek üzere hazırlık yapar. Velîd kabileye yaklaştığı sırada uzaktan onları silâhlı vaziyette görünce kendisine tuzak kurulduğu düşüncesiyle Medine’ye geri döner ve Hz. Peygamber’e Mustalikoğulları’nın dinden döndüğünü, hatta kendisini öldürmek için harekete geçtiklerini söyler. 

Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem durumu tahkik etmek üzere Hâlid b. Velid radıyallahu anhu kumandasında bir askerî birlik görevlendirir. Casuslarını kabileyi izlemek için görevlendiren Hâlid b. Velid, vakit girince ezan okuyup namaz kıldıklarını öğrenir ve haberin asılsız olduğunu anlar. Hz. Peygamber’e de yaşadıklarını ve işittiklerini aktarır. Bu hadise üzerine ayet nâzil olur: 

“Ey iman edenler! Fâsıkın biri size bir haber getirirse onun iç yüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz.” (Müsned, IV, 279)

Sadece bu örnek bile binlerce asılsız bilginin havada uçuştuğu bir ortamda yaşayan bizlere çok şey söylüyor.

Bataklıkta yürümek

Bugünlerde Türkiye’de siyaset ilgili ilgisiz herkesin gündeminde. Kendilerine kanaat önderi payesi verilen kimi sanatçılar, sosyal medya ünlüleri, toplumun değerlerinden bîhaber “aydınlar” ve gazeteciler, bulduğu her fırsatı menfaati için kullanan kimi siyasetçiler sosyal mecraları yoğun şekilde kullanarak insanlar üzerinde psikolojik etki oluşturmaya çalışıyor, kitleleri etkilemek uğruna her yola başvuruyorlar. Bunlardan herhangi birinin paylaştığı bir görüntü, ortaya attığı bir iddia, kurduğu asılsız bir cümle, alıcısı çok olduğu için doğruymuş gibi yayılmaya başlıyor. Dahası, kendileri gibi düşünmeyenlere yönelik linç kampanyaları insanları kişiler, gruplar, inançlar ve sosyal çevrelerle ilgili yanlış kanaat sahibi olmaya sevk ediyor. 

Bugün fâsıklığın yuvası haline gelen sosyal mecralara düşen herhangi bir bilgiye araştırmadan, doğrulamadan inanmamak mümine düşen en önemli görevlerden olmalı. Mevcut şartlarda sosyal medyadan tamamen soyutlanmak her babayiğidin harcı değil. Öyleyse onu kullanırken adımlarımızı nasıl bir bataklıkta yürüdüğümüzün farkında olarak atmalıyız. 

Amerikalı yazar Seth Godin sosyal medyanın temel felsefesini şu cümleyle açıklıyor: “Yapalım, büyütelim, etkileşime geçirelim. O zaman belki gelirler ve kalırlar!” Birilerinin yapmak, büyütmek ve etkileşime geçirmek için avcılık yaptığı ve avlanmak için her yolu denediği bu alanda sağlıklı bir şekilde var olmanın tek yolu, kırk defa ölçüp bir defa biçmek. Aksi takdirde bu fâsıklık girdabında özene bezene yaptığımız amellerimizi de kendimizi de yakmış oluruz.




Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy