Cenâb-ı Hak Kâfirûn sûre-i celilesinin ilk ayetinde mealen: “(Ey Muhammed!) De ki: Ey kâfirler!” buyurarak müşriklere kendi memleketlerinde, kendi güç ve kuvvetlerinin bulunduğu yerde böyle alçaltıcı bir vasıfla hitap etmişti. Bu hitap şekliyle de Allah Resûlü sallallahu aleyhi vessellemin insanların şerrinden korunduğunu dolaylı olarak herkese ilan etmişti.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem Cenâb-ı Hakk’ın emriyle kâfirlerin yüzlerine karşı diyor ki: “Ben sizin taptıklarınıza tapmam!”
Benim taptığıma siz tapmazsınız
Bu meydan okumanın muhtevasında şunlar vardır:
“Ey Allah’tan başkasına tapan ve artık iman etmeyecekleri Allah Teâlâ’nın ilminde sabit olan kâfirler! Ben ne şimdi ne de gelecekte sizin taptığınız nesnelere gönül verip ibadet etmem.
Ben vahdâniyet-i ilâhîye’yi terk ederek size şirk koşmada ortaklık edecek değilim! Çünkü sizin taptığınız şeyler ilâhlık vasıflarına sahip değil. Bu yüzden onlar ibadet edilmeye asla layık olamazlar. Sizin taptıklarınızın hepsi yaratılmıştır, bir yaratıcıya muhtaçtır ve bir gün yok olacak. Onlara nasıl ibadet edilebilir?”
Bu ifadeye karşı müşriklerin, “Biz Allah’a da ibadet ederiz” deme ihtimalini ortadan kaldırmak için ayet-i celîlenin devamında şöyle buyuruluyor: “Benim taptığıma da sizler tapmazsınız.”
Yani siz ibadet ettiğim Rabbim’e ibadet etmeye lâyık değilsiniz. Siz ona tapmıyorsunuz, tapmazsınız da.
İbadetin manevi rüknü ihlâstır. Allah Teâlâ’nın birliğine iman etmeyince ona ibadet edilemez. Allah Teâlâ’ya ibadet eden, ondan başka ilâh tanımaz. O’na başkalarını ortak tutarak veya başkasını ilâh diye hayal ederek tapmak Allah’a ibadet değil, O’nu tanımamaktır. Bunun için müşrikler Allah’a kulluk ettiklerini zannetseler bile kulluk etmiş olmazlar. Onlar kendi hayal ve hevâlarına taparlar. Bundan dolayı Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’da mealen; “De ki: Ey cahiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?” (Zümer 64) buyurulmuştur.
Ben de sizin taptığınıza tapmam
Sûre-i celilenin devamında tevhid ehli ile müşrikler arasındaki bu farkı açıklamak için şöyle buyuruluyor: “Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim.”
Yani yalnızca şimdi taptıklarınıza değil, geçmişte taptıklarınız da dahil olmak üzere hiçbirine ibadet etmem; ne taptım ne de ne taparım! Peygamberlik gelmeden önce sizin ilâhlarınıza tapmamışken şimdi hak din İslâm gelince böyle bir şey benden nasıl beklenir!
Sûre-i celilenin iniş sebebi göz önünde bulundurularak bu ifade şöyle açılabilir:
“Sizin benden istediğiniz şirki geçmişte yapmadım ve hiçbir zaman yapmayacağım. Ben, daima bir olan Allah’a kulluk ederim. O’ndan başkasına ibadet etmem. Çünkü O’ndan başkası asla ulûhiyet ve mâbudiyet sıfatına sahip değildir. Üstelik ‘Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz.’
Ey inkârda ısrar edip duranlar! Siz de benim ibadet ettiğim Rabbim’e ibadet edenlerden değilsiniz. Hiçbir zaman değildiniz, hiçbir zaman da olmayacaksınız!
Ben sadece Allah Teâlâ’ya ihlâs ile ibadet etmekteyim, sizin ibadetleriniz ise makbul değil, şirk ile karışık. Gaflet ve cehalete bulanmış. Emr-i ilâhîye muhalif.”
Bu iki âyet ilk bakışta öncekilerin tekrarı gibi görünür. Bunun hikmeti ise manayı pekiştirmektir. Ferrâ rahmetullahi aleyh bu konuda şöyle der:
“Kur’an-ı Kerim Arap diliyle nâzil olmuştur. Anlamı kuvvetlendirmek için ifadeyi tekrar etmek Arapların âdetlerindendir. Tekâsür suresindeki şu ayetler buna örnektir: ‘Hayır! (Böyle yapmayın!) Yakında bileceksiniz. Hayır, hayır! Yakında mutlaka bileceksiniz!’”
Şiirde ve nesirde bunun örnekleri çoktur. Burada ayetin tekrar edilmesi manaya, kâfirlerin ümitlerini kesmek ve ebedî olarak küfürde kalacakları anlamını katar.
Herkes kendi yoluna
Madem ki durum böyledir; “Sizin dininiz size, benim dinim bana!”
“Sizin dininiz size” ifadesi mealen; “Ben sizin taptıklarınıza tapmam” ayeti ile “Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim” ayetlerinin anlamlarını vurgular ve pekiştirir. “Benim dinim bana” ifadesi de mealen; “Benim taptığıma da sizler tapmazsınız” ayetinin manasını pekiştirir.
Bu hitapların açılımı da şöyle dile getirilebilir: “Ben size hakikati açıklıyorum. Ben sizi İslâm’ı kabul ettirmeye zorlamakla emrolunmadım. Dilediğiniz dine inanarak yaşayın. Bir gün bâtıl bir yolda olduğunuzu elbette anlayacaksınız. Ben de Hak Teâlâ’nın bana lütfettiği dinim üzere yürüyeyim.”
Bu ayet-i celilede küfre bir izin ve cihaddan alıkoyma yoktur. Bu ilâhî beyan kâfirler için gizli bir tehdit, onlara karşı meydan okuma mahiyetindedir. Yani şöyle denilmiş olmaktadır:
“Ey müşrikler! Sizin dininiz, şirkiniz sizin içindir. İnkâr ve şirkle iç içe olan dininiz size mahsustur. Onun cezası ve azabı da size dönecektir. Benim dinim ise İslâm’dır. Onun mükâfatını da ben alacağım.
Sizin olsun dininiz! Ebediyen ona inanmayacağım. Dininizin bütün sorumluluğu, hesabı, cezası, vebali sırf size aittir, bana zararı dokunmaz. Ben ondan tamamen uzağım. Benim hak dinim de bana aittir. Sizin için ezelde cehennemlik olma hükmü verildiği için, siz de benim bu dinimde hak sahibi olamazsınız. Öyleyse benden onu kabul etmemi asla beklemeyin. Benim dinim tevhid ve ihlâs ile Allah Teâlâ’ya ibadet ve taatten ibarettir.
‘O, Resûlü’nü hidayet ve hak din ile gönderdi.’ (Feth 28), ‘Muhakkak ki Allah katında din İslâm’dır.’ (Âl-i İmran19)
Onun ecir ve sevabı da ancak benim için olacaktır. Sizin ondan nasibiniz yoktur!”
Her müşrik kâfirdir. Çünkü müşrik, şirk koştuğu ve ilâh edindiği şey hakkında hevâsına tâbi olur. Allah Teâlâ’nın birliğini kabul etmez. Aklını tevhîde götüren ayet ve delilleri anlamakta kullanmaz. Böylece zâhiren ve bâtınen doğruyu kendine gizlediği için gizleyen/örten anlamındaki kâfir; ilâhlığı Allah Teâlâ’dan başkasına nispet ettiği için de müşrik diye isimlendirilir.
Üç mesele
Bu ayet-i celile ile alakalı olarak Fahreddin Râzî rahmetullâhi aleyh üç meseleden bahsetmiştir. Birincisi şudur:
İbn Abbas radıyallahu anhu demiştir ki: “Allah’a küfrünüz sizin, tevhid ve ihlâs da benim! O halde onların küfürlerine izin verilmiş denilebilir mi? Hayır! Çünkü Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem insanları küfürden alıkoymak için gönderilmiştir. Ona izin vermesi nasıl düşünülür! Ayette kastedilen şu üç emirden biridir:
• ‘İstediğinizi yapın’ (Fussilet 40) gibi tehdittir.
• Ben sizi hak ve kurtuluşa davet için gönderilmiş bir peygamberim. Böyle iken bana uymuyorsunuz. O halde beni şirke davet etmeye kalkışmayın.
• Dininiz sizin olsun! Eğer helâk olmak bir hayır ise siz ona sarılın, ben dinimi bırakmam!”
Bu açıklama din kelimesinin itikat ve amele dair olan manasına göredir. Diğer manalarından birine göreyse din ‘hesap’tır. Bu manaya göre ‘Sizin hesabınız size, benim hesabım bana! Hiçbirimizin amelinden diğeri için bir sorumluluk yok’ demektir.
İkincisi, din kelimesinden diğer bir maksat da ‘karşılık’tır. Yani ‘sizin dininizin karşılığı sizin, benim dinimin karşılığı benimdir’ de. Onlara dinlerinin cezası olan vebal ve ceza; sana da dininin mükâfatı olan tazim ve sevap yakışır.
Ya da şöyle demek olur: Madem ki birbirimize meydan okuyoruz, benim Rabbim’den gelecek karşılık size, sizin putlarınızdan gelecek karşılık da bana aittir. Fakat sizin putlarınız bir şey yapamaz, ben onların vereceği karşılıktan korkmam. Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Âlemlerin Rabbi’nin vereceği karşılıktan ise sizin korkmanız gerekir.
Din, “Dini yalnız Allah’a has kılarak O’na dua edin” (Mümin14) ayet-i kerimesinde dua manasına gelir. Buna göre ayet-i kerime şöyle anlaşılabilir: “Duanız, yalvarmanız sizin olsun, kâfirlerin duası boşunadır.” Çünkü Allah Azze ve Celle şöyle buyurur:
“İşte kâfirlerin duası böyle boşa gitmektedir.” (Ra’d 14)
“Onlara (putlara) yalvarsanız duanızı işitmezler. İşitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet gününde de sizin onları Allah’a ortak koşmuş olmanızı reddedecekler. Hiç kimse bu gerçekleri sana her şeyden hakkıyla haberdar olan Allah gibi haber veremez.” (Fâtır 14)
Benim Rabbim ise her şeyden haberdardır, iman edenlerin dualarına icabet eder. Çünkü O şöyle buyurur: “Allah, iman edip sâlih amel işleyenlerin dualarına karşılık verir.” (Şurâ 26)
“Bana dua edin, duanızı kabul edeyim.” (Mü’min 60)
“Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler. Böyle yaparlarsa en doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara 186)
Din, âdet manasına da gelebilir. Böyle olunca ayetin manası şöyle olur:
“Atalarınızdan ve şeytandan aldığınız o şirk adetiniz sizin olsun! Benim melekler ve vahiyle Rabbim’den aldığım adetim de benim! Siz, şeytanlara ve ateşe kavuşuncaya kadar adetinizde kalın. Ben de Rabbim’e, cennet ve rıdvanıma kavuşuncaya kadar kendi adetimde kalayım.”
Üçüncü mesele şudur: “Sizin dininiz size, benim dinim bana” hitabı tahsis ifade eder. Bu durumda manası şöyle olur: “Sizin dininiz sizedir, sizden başkasına değil. Benim dinim de banadır, benden başkasına değil.”
Bu mana şu ayetlere işarettir: “İnsana çalışmasından başka karşılık yoktur.” (Necm 39),
“Hiç bir günahkâr başkasının günah yükünü taşımaz.” (İsra 5)
Bu da baştaki “de ki” emri düşünülünce şu anlama gelir:
“Ben böyle vahiy ve tebliğ ile yükümlüyüm, sizler de kabul ile sorumlusunuz. Ben görevimi yaptım, sorumluluğumu yerine getirdim. Sizin küfürde ısrarınızdan bana zarar gelme ihtimali yoktur, bütün zarar size aittir.”
Özetle: Bir kimse dince hoş olmayan bir şeyi görünce onun yapılmaması için eliyle ve diliyle karşı koysa, buna rağmen o işe devam edilse, artık o kişiye ısrar gerekmez. Üzerine düşeni yapmıştır. Artık yapması gereken şudur: Kendi doğru bildiği şeyde istikamet üzere durmak. Onları o sapkınlıkları üzere terk etmek.
Kâfirûn sûre-i celilesini okuyan, mutlaka karşısında bir muhatap aramamalıdır. Ayet-i celilelerde anlatılanlara kendisini muhatap olarak demelidir ki: “Ey Kalbim! Ey kâfirler, yani ey nefsim! Ben senin tapmış olduğun dünyaya, dünya putlarına tapmayacağım. Çünkü ben Allah Teâlâ’ya iman etmek ve şeytana uymamakla emrolundum.”
Allah Teâlâ’yı unutturan her şey, şeytan ve sahte ilâh kabilindendir. Kulluğa layık bir zât vardır, O da bütün kusurlardan münezzeh olan Cenâb-ı Hak’tır.
Sûre-i celilenin tefsirini şu hadis-i şerifle tamamlayalım:
“Çocuklarınıza söyleyin, bu sureyi uykuya yatarken okusunlar. Böyle yaparlarsa onları hiçbir şey rahatsız etmez.” (Sa’lebî, Tefsir, X, 315)
Hak Subhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir!
Faydalanılan kaynaklar
(Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-Kebîr; İbni İshak, es-Sîre; Taberî, Câmiu’l-Beyân; Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân; Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l- Kur’an; İbn Fürek, el-İbâne an Turuki’l-Kâsidîn; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve; Abdulkerim el- Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât; Gazâlî, İhyâu
Ulûmi’d-Din; Râğıb el-Isfahânî, Müfredât; Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr; Celâleddin es-Süyûtî, Esbâbü’n-Nüzûl; en-Nahcuvânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye; Ebussuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Hasîrîzâde Elif Efendi, en-Nûru’l-Furkân; Konyalı Mehmed Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri)