Allah Teâlâ’nın Müslümanlara hitaben gelen, “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun” mealindeki emri (Âl-i İmran 104), evvela zaruri bir irşad sorumluluğuna işaret eder. Zaruri, çünkü bu ayet-i kerimenin öncesinde gayrimüslimlere uymak suretiyle Rabbimiz’e karşı gelmek, ayetleri inkâr etmek ve tefrikaya düşmek gibi tehlikelere karşı uyarılırız.
Yani kıyamete kadar sürecek hak–bâtıl mücadelesinde, küfür cephesinin şerre, kötülüğe, yanlışa sevk eden ayartmasına karşı, insanları her devirde hayra, iyiliğe, doğruya yönlendirmek kaçınılmaz bir gerekliliktir. Kaldı ki dışarıdan bir saptırma çabasına maruz kalınmasa bile herkesin her konuda doğruyu, hayırlı olanı bilmesi ve o istikamette tutum belirlemesi mümkün değildir. İlim, irfan, feraset, takva ve akl-ı selim sahibi kâmil müminlerin yol göstermesine her halükârda ihtiyaç vardır.
Bu sebeple ayet-i kerimede irşad sorumluluğuyla bir farz-ı kifaye olarak Müslümanların tamamı yerine içlerinden bu işe ehil bir zümre öncelikli sorumlu kılınmıştır. Bunlar Resûlullah sallallahu aleyhi vessellemin tebliğ, talim, terbiye tarzı ile örnekliğini yaşadıkları çağa taşıyan âlimlerdir. Âlim “ilim sahibi” demektir ama irşad ehli âlimlerin ilmi herhangi bir malumat yığını değildir. Kur’anî bir terim olan “el-ilm”dir. “İlâhî bilgi, vahiy ve vahyin uygulaması olan sünnet-i seniyye” yahut Allah indindeki tek din olan “İslâm” anlamına gelir.
Âlimlerin “nebilerin vârisleri” diye nitelendiği hadis-i şerifte (Tirmizî, İlim 19) nebilerden devralınan mirasın “ilim” olduğu beyan buyurulurken kastedilen el-ilm’dir. Yunus Emre hazretlerinin “İlim ilim bilmektir” mısraındaki ikinci ilim de bu anlamdadır.
Kişinin İslâm’ı incelikleriyle bilmesi, ayet ve hadislere vâkıf olması, âlim sayılabilmesi için yetmez yine de. Bildikleriyle amel etmesi, İslâm’ı örnek teşkil edecek bir güzellikte yaşaması da şarttır. Nihayet âlim irşad ehlidir. Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi insanları hayra çağırır, iyiliğe yönlendirir, kötülüklerden sakındırır. Onlara Cenâb-ı Mevlâ’ya sâdık bir kul olabilmeleri için nefslerini yenmenin, kalplerini arıtmanın yolunu yordamını öğretir.
İmal edilmiş kanaat önderleri
İnsanları hayra çağırma, marufa yönlendirip münkerden sakındırmanın farz-ı kifaye olması, âlim vasfı taşımayan Müslümanların bu sorumluluktan geri durmasını gerektirmez. Her Müslüman, yanında yöresinde bulunanları bilgisi ve gücü nispetinde doğruya sevk etmek, yanlıştan caydırmakla da sorumludur. Ancak bu sorumlulukla daha sınırlı alanlarda ifa edilen irşadın ulemaya ve onlardan öğrenilenlere atıfla yapılması, âlimlerimizi asıl sorumlu kılarken bizleri de her halükârda onlara tâbi olmakla mükellef kılar.
Biz millet olarak asırlar boyu ulemaya itibar ederek aziz-i vakt, yani yaşadığımız devrin üstünleri olduk. Onlara bazen âlim, bazen mürşid, bazen de Hâcegân silsilesindeki “hâce”den ilhamla “hoca” deyip ittiba eyledik. Nasihatlerini, telkin ve tavsiyelerini can kulağı ile dinleyip tatbike çalıştık. İmanımızı, kulluğumuzu, istikametimizi, izzet ve edebimizi böylece koruduk. Yakın zamanlara kadar herkesin hürmet ettiği, en muteber, en mutemet insanlardı âlimlerimiz.
Ehl-i iman için hâlâ öyledir ama şimdilerde toplumun çok önemli bir kısmının rağbeti bir ideolojinin, bilim, spor veya sanat dalının şöhretli simalarına, medya fenomenlerine kaymış durumda. Hoca unvanının ayağa düşürüldüğü, bilimsel bulunmadığı için âlimlerin küçümsendiği, mürşid-i kâmillere teveccühün tehlike sayıldığı zamanları yaşıyoruz. Artık onların tahtında modernitenin etki elemanlığına koşulmuş “kanaat önderleri” var.
Kanaat önderi tabiri 1940’lı yıllarda Amerika’da üretilen ve “görüş lideri” anlamına gelen “opinion leader”in tercümesi. Önceleri seçmenlerin siyasi tercihlerini belirlemek üzere, örnek alınacak ve hayranlık duyulacak şekilde inşa edilen tipler için kullanılmış. Bugün artık hızla gelişen iletişim teknolojilerinin yedeğinde, avam dediğimiz geniş kitlelerin hemen her konudaki tutum, tercih ve görüşlerini belirleyen bir manipülasyon aracı olarak tasarlanıyor bu tipler. Ve elbette medyaya hâkim olan kapitalist zihniyetin amaçları doğrultusunda bir yönlendirmenin aktörü olarak sahneye sürülüyorlar.
Onlara verilen rol; insanları fıtratından ve ulvî değerlerinden uzaklaştırarak nefsinin kölesi kılan, akledemeyen, varlık sebebini sorgulamayan ve kolayca güdülebilen birer tüketici haline getirmeleri. İnsanlara ilâhî ölçüleri, kulluğunu, âhireti hatırlatıp onları sırat-ı müstakime çağıranları itibarsızlaştırmak da vazifeleri arasında.
Karanlık ortaçağ kimin ortaçağı?
Modern anlayış, etki elemanı kanaat önderlerini kitlelerin sempati, takdir, teveccüh ve hayranlığını celbedecek bir sıfatla piyasaya sürüyor. Sorgulanmayan, üstünlüğü peşinen kabul edilen sıfatlar bunlar. Mesela aydın, entelektüel, sanatçı, akademisyen diye nitelenen birilerinin hemen her konuda fütursuzca serdettiği görüşler, sırf bu sıfatları sebebiyle kolayca alıcı bulabiliyor.
Medyanın özellikle popüler hale getirip şöhret kazandırdığı bu tür kimseler, söz ve davranışlarıyla toplumların ifsadına alet ediliyorlar genellikle. Böyle değilse ve taşıdıkları sıfatın hakkını layıkıyla verdikleri kabul edilse bile bunların her meselede bilgi ve fikir sahibi oldukları kabul edilemez. Üstelik çoğu ithal bu sıfatlar, mahiyeti yahut misyonu bakımından da son derece problemli.
“Aydın”, o sıfatlardan biri. 18. Asır Avrupa’sında daha önceki bazı gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan “aydınlanma” düşüncesi veya ideolojisini benimseyen, o ideolojinin esaslarını hayat tarzı haline getirip aydınlanan kişi demek. Fransızcadaki “aydınlanmış” anlamına gelen “éclairé”yi almış, önce “münevver” sonra da “aydın” kelimeleriyle karşılamışız. Böyle adlandırılması, aydının ve onun önderliğindeki Batı toplumunun bir karanlıktan kurtulduğu kabulüne dayanıyor.
Avrupalılar o karanlığa “Ortaçağ Karanlığı” diyor ve Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonraki bin yıllık dönemi kastediyorlar. Kilisenin tahakkümü altında bir bağnazlık ve zulüm çağı olarak nitelenen bir dönem bu. Daha çok Engizisyon denilen ve sorgulama işkenceleriyle, suçlu buldukları insanları diri diri yakarak infaz etmeleriyle ünlü Katolik kilisesi mahkemelerinin barbarlığıyla anılıyor.
Dolayısıyla aydınlanma düşüncesinin en temel vasfı kiliseye, kilisenin temsil ettiği Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlık özelinden hareketle de dine karşı çıkmaktır. Bu yüzden dini, aklı tahakküm altına alan, kişinin özgürlüğünü sınırlayan, ilerlemeyi engelleyen bir baskı aracı olarak görür ve reddeder.
Bu esas çerçevesinde beşer aklının mutlak belirleyiciliğini kabul eden, ferdiyetçi, maddeci, seküler ve ilerlemeci bir ideoloji olarak tanımlar kendini. Aydınlanma düşüncesinin en çok rağbet gören ilkesi ilerlemecilik, “tekâmül” anlamında değildir. İnsanlığın düz bir çizgide bir önceki zaman diliminden daha iyi, daha üstün, daha doğru bir konuma geldiği iddiasını ifade eder. Eskiyi aşılmış, artık dönülmemesi gereken işe yaramaz bir merhale olarak görür.
Aydınlanma ideolojisinin fanatikleri
Aydınlanma ideolojisinin kendisini pazarlamak ya da sebep olduğu cehalet ve barbarlıkları ortaçağ zihniyetine bağlayıp kendisini temize çıkarmak için o dönemdeki olumsuzlukları abartması bir yana, karanlık ortaçağ Müslümanlar olarak bizim ortaçağımız değil. Müslümanlık da aydınlanmacı anlayışın karşı çıktığı tahrif edilmiş Hıristiyanlıkla bir değil. Avrupa’nın karanlık ortaçağında Müslümanların en parlak, en aydınlık dönemlerini yaşadığı da gün gibi aşikâr.
Böyleyken İslâm’ın şu veya bu alanda hayata müdahil kılınması gayretine “ortaçağ zihniyeti”, “ortaçağ karanlığına dönmek” diye karşı çıkılması, dehşetli bir aydın cehaletine yahut aydın karanlığına işaret ediyor. Elbette kavramın nereden kaynaklandığını bilmeden, dine hürmetkâr, kendi tarihine ve kültürüne vâkıf, sahih bilgi ve fikir sahibi kimselere de aydın denildiği oluyor. Bunları değil, aydınlanma ideolojisinin fanatiği aydınları kastediyoruz ki fanatizm, cahiliyye asabiyesinin Batı dillerindeki karşılığıdır ve yine dehşetli bir cehalettir.
Ortaçağ denilen zaman dilimindeki Müslüman bilim adamlarının buluşlarına, eserlerine, bunların Batı’ya etkisine girmeden, meseleyi şöyle bağlayalım:
Bazı tarihçiler Ortaçağın başlangıcı kabul edilen Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışını miladi 560’lı yıllara kadar çıkarıyor. Avrupa için karanlığın başladığı bu yıllar ilginç bir şekilde Resûlullah sallallahu aleyhi vessellemin doğum tarihine çok yakın. Süleyman Çelebi rahmetullahi aleyh, Mevlid’inin velâdet bölümünde Efendimiz aleyhissalatu vesselamın dünyayı teşrifleri esnasında annemiz Âmine Hatun’un gördüğü bazı harikuladelikleri anlatır. Onlardan biri Âmine Hatun’un doğumdan hemen önce “acaip bir nur” görmesidir. Acaiptir, çünkü o kadar parlak ve büyüktür ki “güneş onun yanında, bir ışığın etrafında dönen kelebekler” gibi kalmaktadır. Bu nur, “âlemlere rahmet olarak gönderilen”in doğmak üzere olduğu evden, “şimşek gibi çakarak aniden çıkar” ve “göklere dek bütün cihanı doldurur.” İslâm’ın küfür karanlığını dağıtacak aydınlığının habercisidir o nur.
Bizim doğru yolu bulmak, Hakk’a, hakikate, marufa yönelmek için İslâm’ın asırlar önce ikram edilmiş nuruyla nurlanmış âlimlerimizin irşadına tâbi olmamız yeterli. Onlar bize “cahillerden yüz çevirmemiz” gerektiğini de söyleyecektir. Çünkü ne kadar yüceltilirse yüceltilsin, aydınlanma ideolojisinin fanatiği aydınlara özgü karanlık yahut cehaletin insanları herhangi bir hayır hasenata yönlendirmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Nitekim bugünkü ilerlemiş Batı’nın veya Batılılaşmış çevrelerin açgözlü, sömürgeci, merhametsiz, ırkçı, ikiyüzlü ve her türlü sapkınlığa teşne tavrı bir aydınlığa değil, zulmete işaret etmektedir.