Elindeki balta ağırlık yapınca diğer eline aldı. Ama yüreğine oturan ağırlığı nereye koyacağını bilmiyordu. Nemden sırılsıklam olmuş bir yorganın ağırlığı altında eziliyordu epeydir çocukları. Üşüyorlardı, onlar üşüdükçe o da üşüyordu. Emanete hıyanet olmasa yerdeki tahtaları yakacaktı. Ama çocukları da emanetti. Onlar ne olacaktı? Hem sadece kendisine değil, ona iş vermeyen, verse de karın tokluğuna çalıştıranlara da emanetti. Kaldıkları derme çatma kulübenin yakınındaki okula çocuklarını almak istemeyen o yöneticilere de emanetti. Alsalardı belki o ıslak yorganın altında üşümeyeceklerdi.
– Bir bana mı emanetler, dedi içinden. Sonra boş verdi.
Yok, vermedi veremezdi, olsaydı verirdi. Boş bile veremiyordu, boş bile yoktu yani. Nasıl boş versindi hem. Orada rutubetli yorganın altında üşüyen kendi çocuklarıydı. Onlar olanca ağırlığı ile varlardı. Dolap boştu, soba boştu. İçini yakan acı sobada olsaydı keşke, ısınırlardı.
Bir balta vardı elinde, başka da bir şey yoktu. Diğer eli boştu, cebi boştu, dolap boştu.
Bir tek içi boş değildi, doluydu, çok doluydu. Bir de elinde bir balta. Bir de balta sallamaktan yorulan kolları. Kalbinde kırıklar, yerde kırılmış odunlar. Odun demeye bin şahit isteyen tahta parçaları. Aslında tahta da sayılmazlar. Parkelerini yenileyen bir villanın dışarı attığı kalıntılar. Onları kırdı baltayla.
İnsanlar da onu kırmıştı. Parke kalıntıları gibi. İş vermediler kırdılar, ev vermediler kırdılar. Kırdılar, un ufak ettiler. Fakat bu parke paçaları un ufak edilmemeliydi, edilse işe yaramazdı. Zaten gücü de yetmezdi, açtı, halsizdi. Çocukları da açtı. Islak yorganın altındaydılar. Üşüyorlardı, o da üşüyordu.
Bir an önce eve gitmeliydi. Kırdığı parkeleri yırtık bir torbaya koydu. Yürüdü, yürümedi, takati kesildi. Çömeldi yere, aslında çömelmedi, çöktü. Soba da çökecek gibiydi zaten. Boruları eskiydi. Çöpte yeni boru ne gezerdi, onları bile zor bela bulmuştu. İnşallah soba çökmez yakınca, dedi. Yoksa çocukları nasıl ısınırdı. Kalktı, kalkamadı. Baltaya dayandı. Komşunundu balta, sapı inceydi, kırılmamalıydı. Oysa kalbi nasıl da kırılmıştı. Olsun dedi, emanettir, kırılmamalı. Kalan gücünü baltaya vermekten sakındı. Bismillah, dedi. Dayanağım sensin, dedi Allah’a. Kalktı. Gözünden iki damla yaş geldi, sonra diğerleri. Yüzünü elleriyle kapattı. Allahım, dedi. Başka bir şey diyemedi. Utandı. Allahım, dedi. Kırıldı, Allahım, dedi. Birden sakinleşti. Torbayı ve baltayı aldı. Yürüdü.
Şehrin bir ucundan diğerine yürüdü. Bir enkazı sürüklüyor gibi yürüdü. Soba, dedi. Çocuklar, dedi. Allahım, dedi. Biliyorsun, dedi. Yürüdü.
Eve geldi. Ama neredeydi bilemedi. Niye buradaydı, bilemedi. Ona koşarak gelen çocuklar kimdi bilemedi. Niye bağırıyorlardı, bilemedi. Niye ona sarıldılar bilemedi. Yere çöktü, çocuklar niye onu öpüyorlardı, bilemedi. Kapının önünde niye bir minibüs vardı? Birine bir şey mi olmuştu, bilemedi. Rengi turkuaz mıydı, beyaz mıydı bilemedi. Çöktü yere sadece.
Yüzüne su serpiyorlardı, bildi. Evet, eve gelmişti, bildi. Sarılanlar çocuklarıydı, bildi. Çocukları mutluydu, bildi. Üşümüyorlardı. Evin bacası tütüyordu. Müjde baba müjde, diyordu çocuklar. Minibüsün rengi turkuaz ve beyazdı.
Gelenlerle konuştu. Uzun uzun ve sakin. Sobanın üstünde kaynayan çaydan ikram etti onlara. Çok özlemişti sıcak bir çayı. Sıcak bir odayı, bir çocuk gülümsemesini, bir ilgiyi çok özlemişti. Gelenler ne güzel müjdeydi, müjdeciydi. Gözünden yaş geldi. Allahım, dedi, Allahım, dedi. Başka bir şey diyemedi.