Önceleri hükümdarken bazı ilâhî ikazlarla hükümdarlığı bırakan İbrahim b. Ethem kuddise sırruhû hazretlerinin fakirlik ve mahrumiyeti o derece göze batıyordu ki, görenlerde yardım etme isteği uyanıyordu.
Bir gün varlıklı bir kişi ona yardım etmek istedi. İbrahim b. Ethem kuddise sırruhû;
– Yardımını eğer sen gerçekten zenginsen kabul edebilirim, dedi.
Adam gerçekten varlıklı biri olduğunu, hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını söyledi. Bunun üzerine İbrahim b. Ethem kuddise sırruhû sordu:
– Ne kadar paran var?
– Üç bin altınım var.
– Dört bin altının olmasını ister misin?
– Elbette isterim.
– Beş bin altının olmasını?
– İsterim.
– On bin altının olsa çok sevinirsin değil mi?
– Tabii ki çok sevinirim!
Bunun üzerine İbrahim b. Ethem kuddise sırruhû adama şöyle dedi:
– Zengin olduğunu söylüyorsun ama sen gerçekten fakir birisin. Sen on bin değil, yüz bin altının olsa kanaat etmez, fazlasını istersin. Kanaati olmayan insan zengin değildir. Gerçekten zengin olsaydın yardımını kabul edecektim, ama bu durumda kabul edemem.
Varlık ve yokluk imtihanı
Allah Teâlâ her insanı farklı mizaçta yaratmış, yaşantılarını da farklı kılmıştır. Bu çeşitliliğin bir yansıması olarak her zaman kimileri zengin, kimileri ise fakir olmuştur. Bu durum zâhir planda kişinin çalışma ve gayretine bağlı olsa da Cenâb-ı Hakk’ın takdiridir.
Dünya hayatı bir imtihan hayatıdır. Mümin yaşadığı müddetçe her türlü imtihana muhatap olabilir. Bazen yoklukla imtihan olur bazen varlıkla. Fakat her durumda imtihan zorlayıcıdır. Zannedilenin aksine sadece fakirlik değil, zenginlik de bu imtihanlardan biridir.
Allah Teâlâ insana zenginlik bahşeder, kulundan bu nimetin kıymetini bilip şükrünü eda etmesini ister. Fakirlik verir, yine sabredip haline şükretmesini ister. İki durumda da istenen şey kulluk vazifesinin ifasıdır. Mesele zenginin de fakirin de bu içinde bulunduğu imtihandaki tavrıdır.
İnsanoğlu tabiatı gereği eğilimleri ve istekleri olan bir canlıdır. Bu isteklerin kimi hayır kimi şerdir. İslâm, insanın bütün istek ve arzularından sıyrılmasını istemez; bunların ölçülü ve dengeli olmasını ister. Nefs terbiyesi olmadığında istekler tutkuya dönüşebilir; hırs, kanaatsizlik, mal mülk sevdası, makam mevki isteği gibi helâk edici manevi hastalıklara sebep olabilir. Dolayısıyla insan, ilâhî rızaya araç olabilecek bu isteklerini amaç haline getirdiğinde ihtirasla, doyumsuzlukla, isyanla malûl olur, dünya sevgisinde kaybolur. Resûl-i Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin hadis-i şerifini hatırlayalım: “Âdemoğlunun iki vadi dolusu altını olsaydı bir üçüncüsünü isterdi. Onun karnını ancak toprak doyurur.” (Tirmizî)
Zenginlik de fakirlik de tek başına hayır veya şer değildir. Bu iki durumu hayra veya şerre dönüştüren durumlar vardır. Kanaat, şükür, infak, cömertlik zenginliği de fakirliği de hayra tebdil eder. Hırs, doyumsuzluk, cimrilik, tamahkârlık, kibir, isyan da şerre. İsyandan ancak kanaat ettikçe, ihtirastan da ancak infak ettikçe kurtulabiliriz.
Dolayısıyla zengine de fakire de yakışan en uygun davranış kanaatkâr olması ve isteklerini ilâhî rızaya göre düzenlemesidir. Her iki hâle de şükür gerekir. Kulları hakkında neyin hayırlı neyin şerli olduğunu yalnızca Cenâb-ı Hak bilir. Mümin, Allah Teâlâ’nın rızası doğrultusunda hareket etmelidir.
Amaç ve araç dengesi
Tarih boyunca Müslümanlar hep fakir miydi? Bugünkü hâkim düşünce aksini söylese de elbette hayır! Her devirde fakirlerimiz olduğu kadar zenginlerimiz de vardı. Yine bugün olduğu gibi ilâhî rızaya uygun hareket edeni ve etmeyeni de vardı. Fakat şu hakikat hiçbir zaman değişmedi: Zenginlik de fakirlik de Cenâb-ı Hakk’ın belirlediği ölçülere uygun ve dengede olduğu müddetçe meşru ve makbuldür. Yine bu ölçülere göre yaşandığında zenginlik müminler için bir güç, fakirlik de âhirette kolay hesap vesilesi olmuştur.
Resûl-i Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin tebliğini kabul edip iman eden ilk sahabilerin bazıları varlıklı kişilerdi. Mesela Hz. Hatice validemiz, Hz. Ebubekir ve Hz. Osman radıyallahu anhum bunlardan birkaçı. Sahip oldukları mallara, sosyal statü ve nüfuzlarına bakıldığında bu sahabilerin bugünkü milyarder iş adamı konumunda olduklarını söyleyebiliriz. Fakat onlar bu imkânlarını nefslerini şımartmak, başkalarından prestijli olmak için kullanmadılar. Aksine, zenginliği bir emanet ve sorumluluk olarak görüp hayır ve hasenatta en önde gittiler.
İslâm’ın sosyal ve manevi yönden toplum üzerindeki en büyük etkilerinden biri, mal ve mülk kazanma arzusunu dinî bir zemine oturtmasıdır. Çok sıradan ve dünyevî sayılabilecek herhangi bir iş, niyet ve yapılan işteki sınırların korunmasıyla ibadete dönüşür. İslâm, bireysel ve toplumsal hayatı denge, adalet ve eşitlik üzerine yani ilâhî ilkelere göre bina eder.
İnsan bu dengeyi korunduğunda aynı zamanda amaç ve araç arasındaki ilişkiyi de doğru bir şekilde düzenlemiş olur. Mal ve mülk sahibi olmak bir amaç değil, hizmet etmesi için bir araçtır. Kişi bu dengeyi göz ardı ettiğinde araçlar amaç haline gelir, insanın Rabbi ile ve diğer bütün canlılarla ilişkisi bozulur.
Aslında bugün Müslüman olmayan toplumlarda şahit olduğumuz ekonomik refahın yanında sosyal ve bireysel krizlerin nedeni, aracın amaç haline getirilmesidir. Dünyanın en zengin ülkeleri olmalarına rağmen aile hayatının çökmesi, bencillik, vahşilik, tatminsizlik ve şiddet gibi sorunların temel sebebi aslında budur. Mal mülk sahibi olmak tek başına mutluluk ve huzur getirmediği için insan bunu nefsânî isteklerin tatmininde bulmaya çalışmaktadır. Bugün benzer sorunlara Müslüman ülkelerde de şahit oluyoruz. Çünkü inandığımız değerleri yaşantımıza hakkıyla yansıtamıyoruz.
Çalışmak, doğru dinî çerçevede olursa ibadettir. Mümin olmak, “hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi de âhirete çalışmak” dünyayı ihmal etmeyi gerektirmez. İslâm’da böyle bir zühd anlayışı söz konusu değildir. Dünyada yaptığı her işi uhrevî bir gaye ile yapan kişi, hem dünyada çalışmış hem de âhiret sermayesi kazanmış olur. Burada ölçü, niyeti ve işi hakiki gayeye uygun yapabilmektir. Aracı amaca dönüştürmeden onu dinî bir çerçeveye oturtmaktır. İslâm diğer dinlere göre dünya hayatını en çok ciddiye alan dindir. Kur’an ve Sünnet’in sosyal hayata dair hükümleri dünyadan tamamıyla yüz çevirmek için değil, hayatı meşru ve âdil bir temele oturtmak içindir.
Bugünkü dünya sistemini ayakta tutan, insanın aklını ve kalbini bir çırpıda çelebilen yegâne şeyin ekonomi olduğunu biliyoruz. Bütün insanlığın değerlerini, hedeflerini ve ilişkilerini artık ekonomik ölçüler ve endişeler belirliyor. Bu da dünyayı tamamı ile maddeden ibaret kılıyor. Sûfîlerin “hayat neşvesi” dediği hakikat, artık gündelik hayatımızın bir parçası değil. Gün geçtikçe de bu hakikatten uzaklaşıyoruz. Dünya hayatını yalnızca para kazanmak, mal mülk edinmekten ibaret olduğunu düşünerek çalıştığımız anda bu neşveyi, ruhu ve inceliği de yitirmiş oluyoruz.
Aslında İslâm’ın emrettiği ölçüler muhafaza edildiğinde mal mülk sahibi olmak, insanı Allah’ın zikrinden ve uhrevî değerler için çalışmaktan alıkoymaz. Hatta bu neşvenin yeniden yeşermesine sebep olur.
Maddi refah ve dünya tehlikesi
İnsan maddi refaha eriştiğinde dünyevîleşme tehlikesi de artar. Zengin toplumlara baktığımızda bunu net bir şekilde görebiliriz. Ne kadar zenginlik o kadar dünyaya bağlılık! Çünkü zenginlik onlar için sadece dünya ile ilişkili bir kavram. Dünyanın en zengin insanlarının ölümsüzlük arayışı da hep bu yüzden. Bugün artık her şey “olmak”tan ziyade “sahip olmak”la ilişkilendirildiği için ölmekten korkuyoruz.
Dünya hayatını sonsuz hayatın eşiği olarak görmeyenler, belirli bir refah seviyesine ulaşınca değerleri de kaybetmeye başlıyorlar. Fakirken yüksek ahlâkî duyarlılığa sahip nicelerinin zenginleşince dünyanın süsü karşısında gözleri kamaşıyor, “misafir gibi yaşamak” ilkesini unutuyorlar. Çünkü amaç ve araç arasındaki denge bozulmuş oluyor.
Tam bu noktada hatırlamamız gereken en önemli şey, inandığımız değerler ve hayat gayemiz. Gaye mal biriktirip, nefsi alabildiğine şımartıp, sonu gelmez hayaller peşinde koşmak değil. Gaye emanetin hakkını vermek. İmkânları bahşedene layık olabilmek. Bunun ilk akla gelen yolu da Allah’ın dinine yardım, hayır ve hasenat. Resûl-i Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olanıdır.” (Taberânî)
Varlıkla imtihan edilmek en az yoklukla imtihan edilmek kadar çetindir. Çünkü nefsânî arzular bağımlılık yapar, sonu da yoktur. İnsanın darlık anında Allah’a sığınması nasıl kolaysa bolluk zamanlarında da öylece unutması mümkündür. Allah Teâlâ insanın kalbini dünyadan çevirip kendisine yöneltmesini istiyor. Nefs ise dünyaya doymak. Dolayısıyla insanı Allah’ın yolundan uzaklaştıran her şeyin özü dünyadır.
Bugün şahit olduğumuz üzere bolluğun ve maddi gücün getirdiği güven duygusu insanı firavunvâri bir ruh haline sürükleyebiliyor. İktidar, para ve hırs ile vahşileşen insan kendini her şeyden müstağni, yani üstün ve münezzeh görebiliyor. Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen Karun ve Firavun’un düştüğü bataklık tam olarak budur.
Kısacası mala mülke sahip olmakla esir olmak arasında ince bir çizgi olduğunu görüyoruz. Esasında sahibi olduğunu düşündüklerimizin sahibi de değiliz. Sadece emanetçisiyiz. Hatırlayalım: “Lehü’l-mülk.” Yani “Mülk O’nun.” Bu şuuru muhafaza edebilirsek, ancak o zaman dünya hayatının oyalanmadan, hakiki hayatın ise kulluktan ibaret olduğunu anlayabilecek manevi bir donanıma sahip olabiliriz.
Allah Teâlâ ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah’ı zikretmekten alıkoymasın. Kim bunu yaparsa onlar gerçekten hüsrana uğrayanlardır.” (Münafıkûn 9)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurmuştur ki:
“Mal çoğaltanlar helâk oldular. Ancak Allah’ın kulları içinde durup, ‘Bu mal şunun, bu da şunun’ diyerek muhtaçlara haklarını verenler hariç. Fakat onlar da çok azdır.” (Ahmed, Müsned, 2/535. Ayrıca bkz. Buhârî, nr. 6638; Müslim, nr. 990)
Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Âdemoğlunun dostu üçtür: Biri, onu ruhunun kabzedilmesine kadar takip eder. İkincisi kabrine kadar, üçüncüsü ise mahşere kadar takip eder. Ruhunun kabzedilmesine kadar takip eden malıdır. Kabrine kadar takip eden ailesidir. Mahşere kadar takip edeni ise amelidir.” (Bezzar, Müsned, nr. 8356; Beyhakî, Şuabü’l-İman, nr. 10476)
Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde mal ve mülkün birer imtihan olduğu bildirilir. Aynı zamanda Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde mala “hayır” ismini de vermiştir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurmuştur ki:
“Hayırlı helal mal, sâlih kimse için ne güzeldir.” (Ahmed, Müsned, 4/197; İbn Hıbban, Sahih, nr. 3210.)
Sadaka ve haccın sevabıyla ilgili gelen ayet ve hadisler mal için bir övgüdür. Çünkü onlara ancak mal ile ulaşılır. Yine Allah Teâlâ kullarına yaptığı iyiliği dile getirerek şöyle buyurmuştur:
“(Allah’tan bağışlanma dileyin ki O), mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın. Size bahçeler versin, sizin için ırmaklar akıtsın.” (Nuh 12)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Neredeyse fakirlik küfür (sebebi) olacaktı.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 3/62, 130; Beyhakî, Şuabü’l-İman, nr. 6612)
Bu da mal için bir övgüdür. Fakat malın hikmeti, maksadı, âfetleri ve kötülükleri bilinmeden malın övülmesiyle yerilmesi arasındaki fark bilinemez. Malın bir yönden hayırlı, diğer yönden şerli olduğu, hayırlı olduğunda övüldüğü, şerli olduğunda yerildiği, kendi başına hayır ve şer olmadığı, her ikisi için de bir sebep olduğu bilinmelidir. Böyle olan bir şey kaçınılmaz olarak bazen övülür, bazen yerilir. Fakat iyiyi kötüden ayırabilen basiret sahibi kişi, hangi malın övüldüğünü hangisinin kötülendiğini bilir.
Akıllı ve basiret sahiplerinin maksadı, ebedi nimet olan âhiret saadetidir. Buna yönelmek şerefli ve akıllı kimselerin huyudur. Çünkü Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme, “İnsanların en şereflisi ve akıllısı kimdir?” diye sorulunca;
“Ölümü en çok hatırlayan ve onun için en fazla hazırlanandır” buyurmuştur. (İbn Mâce, nr. 4259)
Âhiret saadetine dünyada ancak üç vesile ile ulaşılır:
• İlim ve güzel ahlâk gibi kişinin özüne ait faziletler.
• Sağlık, güç kuvvet gibi bedene ait faziletler.
• Mal ve diğer imkânlar gibi dış faziletler.
Bunların en üstünü öze ait olanlardır. Sonra bedene ait olanlar gelir. Sonra da beden haricindeki şeyler.
Bedenin haricindekiler en basitleridir. Mal da bu kısma dâhildir. Onların en düşüğü paradır. Çünkü para diğer işler için kaynaktır. Kendi dışındaki işler için talep edilir, kendisi için istenmez.
Öze ait faziletler, talep edilen en üstün cevherdir. Bunlar güzel bir sıfata nail olmak için ilme, Allah Teâlâ’yı tanımaya (marifete) ve güzel ahlâka hizmet eder. Beden de azalar vasıtasıyla öze (ruha) hizmet eder. Yiyecek ve giyecekler bedene hizmet eder. Yiyeceklerden maksat bedenin ayakta kalması, evlenmekten maksat nesli devam ettirmektir. Bedenden maksat ise özün kemâle erdirilmesi, arındırılması, ilim ve güzel ahlâk ile süslenmesidir.
Kim bu tertibi bilirse malın kıymetini ve ne yönden gerekli ve üstün olduğunu bilir. Çünkü mal yeme içme için gereklidir. Yeme içme ise özün kemâlinde gerekli olan bedenin ayakta kalması için vazgeçilmezdir. İşte bunun için mal bir hayırdır. Kim bir şeyin faydasını, maksadını bilir ve onu bu gayesine uygun şekilde kullanırsa iyi yapmış ve fayda görmüş olur.
Demek ki mal güzel maksat için bir vesiledir. Fakat aynı zamanda kötü maksatlar için de kullanılabilecek bir araçtır. Bunlar kişiyi âhiret saadetinden alıkoyan, ilim ve amel yolunu kapatan maksatlardır.
Şu halde mal hem övülen hem de yerilen bir şeydir. Güzel maksada kullanılınca övülür, kötü maksat için kullanılınca yerilir. Kim dünyadan kendisine yetecek miktardan fazla alırsa, bir hadis-i şerifte geçtiği gibi bilmeden kendisini helâk eden şeyi almış olur. (Bezzar, Müsned, nr. 6444; Temmam, el-Fevâid, nr. 1621; İbn Asakir, Tarihu Dımeşk, 55/191)
Malın zararları ve faydaları
Mal mülk yılana benzer. Faydaları panzehir, zararları ise zehirdir. Onun zararlarını ve faydalarını bilen kimse, kötülüklerinden sakınır, faydalarıyla da hayırlar elde eder.
Malın mülkün faydaları dünyevî ve dinî olmak üzere iki kısma ayrılır. Dünyevî faydalarını dile getirmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü bunlar herkes tarafından bilinir. Böyle olmasaydı kimse mal mülk için canla başla çalışmazdı.
Malın dinî faydaları üç kısımda toplanır.
Birinci kısım, onu kendine harcamaktır. Bu harcama ya bir ibadette veya ibadete yardımda olur. İbadet için harcama, hac ve cihadda ondan faydalanmaktır. Çünkü bu ibadetler ancak mal ile yapılabilir. Bu ikisi kulu Allah’a yaklaştıran temel ibadetlerdendir.
İbadete destek için kullanılan mal ise yiyecek, giyecek, mesken, evlilik ve geçimin zaruri ihtiyaçları için harcananlardır. Bu ihtiyaçlar kolayca giderilmediğinde kalp onların teminine yönelir, dini için çalışmaya vakit bulamaz. İbadete kendisiyle ulaşılan şey de ibadettir. Şu halde dine yardım için dünyadan yeterli miktarda almak, malın dinî faydalarındandır. Buna keyif için ve ihtiyaç fazlası yapılan harcama dâhil değildir. Çünkü bunlar sırf dünyevî hazlardandır.
İkinci kısım insanlar için harcadıklarıdır. Bunlar sadaka, cömertlik, namus ve şerefini korumak ve alınan hizmetin ücreti olarak verilen mallardır.
Sadakanın sevabı zaten bellidir. Sadakanın faziletiyle ilgili birçok ayet ve hadis vardır. Sadaka Allah Teâlâ’nın gazabını söndürür.
Zenginlere ve eşrafa ziyafet, hediye ve bunlara benzer yerlerde harcamaya sadaka denmez. Sadaka, muhtaç kimseye verilen maldır. Ancak bu da malın dinî faydalarındandır. Çünkü kişi bu sayede kardeşler ve dostlar kazanmakta, onunla cömertlik sıfatını elde etmekte ve cömertlerin zümresine katılmaktadır. Cömert diye ancak iyilik yapan, fütüvvet ve mürüvvet yoluna giren kimselere denir. Bu da sevabı büyük olan işlerdendir. Hediyeler, ziyafetler, fakirlik şartı aranmaksızın herkese yemek yedirmenin fazileti konusunda pek çok rivayet vardır.
Namus ve şerefini korumak için harcanan maldan ise alaya alınmayı, müfterilerin iftiralarını engellemek ve şerlerini gidermek için harcanan malı kastediyoruz. Bu da faydası dünyada geçerli olmakla birlikte malın dinî faydalarındandır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Kişinin şerefini korumak için harcadığı mal, kendisi için sadaka olarak yazılır.” (Dârekutnî, Sünen, 3/28; Hâkim, Müstedrek, 2/50)
Hizmet bedeli için harcanan malda ise insanın geçimini kolaylaştırmak için muhtaç olduğu birçok iş vardır. Eğer onların hepsini kendisi üstlense vakti zayi olur, sâliklerin en yüksek makamları olan fikir ve zikirle âhiret yoluna girmesi çok güç olurdu. Malı olmayan kimse alışverişten temizliğe kadar bütün işleri kendisi yapmaya muhtaçtır.
Başkasının yapabileceği her şeyle sen meşgul olduğunda zarar edersin. Çünkü senin adına asla başkasının yapamayacağı ilim, amel, fikir ve zikir gibi işler var. Vaktin bunların dışında zayi edilmesi tam bir hüsrandır.
Üçüncü kısım, faydası umuma ait olan işlerde harcanan maldır. Mescid, tekke zaviye, hastane ve yollarda çeşme inşa etmek ve bunların dışında hayır işlerine bakan vakıflar kurmak gibi. Bunlar öldükten sonra da devam edecek, uzun süre kalacak ve sâlihlerin dualarının bereketini çekecek hayırlardır. Bunlar hayır olarak sana yeter.
Malın dinî faydaları özetle bunlardır. Bunların dışında dünyada elde edilecek başka faydalar da vardır. Mesela dilenmenin zilletinden ve fakirliğin horluğundan kurtulmak, halk arasında izzet ve şerefe ulaşmak, pek çok kardeş, yardımcı ve dost elde etmek, kalplerde hürmet ve ikram edilecek biri olmak bunlardandır. Bütün bunlar malın temin ettiği dünyevî hazlardandır.
Dinî âfetler
Malın âfetleri dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısımdır.
Malın dinî âfetleri üçtür.
Birincisi günahlara sevk etmesidir. Nefsanî arzular birbirini çeker. Bazen acizlik, kişi ile günah arasında perde olur. Bazı günahlar vardır ki kişinin ona gücü yetmez. Gücü yettiğini fark edince harekete geçer. Mal da günahlara ve çirkin işleri yapmaya sevk eden sebeplerden biridir. İnsan arzuladığı kötü işlere dalarsa helâk olur; sabretse şiddetli sıkıntıya düşer. Çünkü gücü varken sabretmek daha zordur. Bolluğun imtihanı darlığın imtihanından daha büyüktür.
İkicisi, mal insanı mübahlardan haz almaya götürür. Bu zararın en alt derecesidir. Mal sahibi, Hz. Süleyman aleyhisselamın mülkünde yaptığı gibi arpa ekmeği yemeye, sert elbise giymeye ve lezzetli yemekleri terk etmeye nasıl güç yetirecek? Onun kendini en iyi hissettiği hali dünyadan haz almak ve nefsini buna alıştırmaktır. Böylece nimetten haz almak onun alıştığı bir iş ve ayrılmaya sabredemediği hoş bir şey olur.
Bazı zevkler onu diğerine çeker. Buna ileri derecede alıştığında çok defa helal yoldan ulaşmaya güç yetiremez. Dünya işinin yoluna girmesi ve zevklerine kolayca ulaşması için şüpheli işlere girer. Çekişme, yağcılık, yalan, nifak ve diğer başka huylar edinir. Çünkü malı çoğalan kimsenin insanlara ihtiyacı da çoğalır. İnsanlara muhtaç olan kimsenin, onlara ikiyüzlü davranması ve onların hoşnutluğunu kazanmak için Allah Teâlâ’ya isyan etmesi kaçınılmaz olur. Eğer insan birinci âfetten yani haramlara dalmaktan kurtulsa da bundan asla kurtulamaz.
Halka muhtaç olan, bazı insanlara düşmanlık, bazılarına da sadakat gösterir. Bundan haset, kin, gösteriş, kibir, yalan, gıybet ve laf taşıma ile kalbe ve dile ait diğer günahlar ortaya çıkar. Bu durumda insan günahın diğer azalarına geçmesinden de uzak kalamaz. Bütün bunlar malın uğursuzluğundan, onu muhafaza ve çoğaltma ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Üçüncüsü, malı çekip çevirme ile uğraşmak zikirden alıkoyar ki bundan hiç kimse kurtulamaz. Kulu Allah’tan uzaklaştıran her şey zarardır. Bunun için Hz. İsa aleyhisselam buyurdu ki:
– Malda üç âfet vardır. Birincisi, insanın onu helal olmayan yoldan almasıdır.
– Eğer helal yoldan alırsa ne olur, diye sorulunca;
– İkinci âfet, onu hakkı olmayan yerde (haramda) kullanmasıdır, dedi.
– Eğer onu hak olan yerde kullanırsa, diye sorulunca da;
– Üçüncü âfet, malı çekip çevirme ile uğraşmanın insanı Allah Teâlâ’dan alıkoymasıdır, dedi. (Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebir, nr. 248)
Bu derin ve tedavisi zor bir hastalıktır. Çünkü ibadetlerin aslı, özü ve sırrı Allah Teâlâ’yı zikretmek ve O’nun yüceliği konusunda tefekkürdür. Bu da dünyadan boşalmış kalp ister. Arazi sahibi sabah akşam çiftçilerle husumet ve onlarla işlerini muhasebe konusunda düşünüp durur. Ondan kurtulsa bu defa ortaklarıyla su ve sınır konusundaki husumet ve çekişmeleri düşünür. Ondan kurtulsa vergi konusunu düşünür. Ondan kurtulsa arazinin imarı için ücretle çalıştırdığı kimselerin kusurlarını düşünüp durur. Ondan kurtulsa çiftçilerin hainlik ve hırsızlıklarıyla uğraşmayı dert edinir.
Tüccar, ortağının hıyanetini, kârın kendisine ait olmasını, ortağın işteki kusurunu ve malı zayi etmesini düşünüp durur. Hayvan sahibi ve diğer mal sahipleri de aynı şekildedir. Meşguliyeti en az olan, yer altında saklanan altın ve gümüştür. Onu da nereye harcayacağını, nasıl koruyacağını düşünüp durur. Birinin almasından korkar, insanların beklentisini nasıl kesip atacağını düşünür. Dünya düşünceleri çok geniştir ve sonu yoktur. Yanında sadece günlük yiyeceği bulunan kimse ise bütün bunlardan selamet içindedir.
Bunlar özetle malın dünyevî âfetleridir. Mal sahibinin bunlar dışında çektiği sıkıntılar da vardır. Bunlar korku, hüzün, düşünce, hasetçileri uzak tutmak için çekilen yorgunluk, malın kazanılmasında ve korunmasında çekilen meşakkatler gibi şeylerdir.
Şu halde malın ilacı, ondan günlük yiyeceği kadarını almak, kalanını ise hayır yollarında harcamaktır. Bunun dışındakiler birer zehir ve âfettir.
Allah Teâlâ’dan lütuf ve keremiyle bizi bu âfetlerden korumasını ve bu konuda güzel yardımını dileriz. Şüphesiz O’nun buna gücü yeter.