İnsanlığın
Kara Lekesi İsrail
İnsan vücudunu saran bazı tümörler vardır. Kötü huyluysa ne yaparsanız yapın kurtulamazsınız. Müdahale edersiniz, iyileştiğini zannedersiniz. Ve fakat o tümör sinsi bir şekilde bekler. Günü geldiğinde yeniden ortaya çıkar. Rahatsız etmeye, önü alınmazsa yok etmeye devam eder. Ortadoğu’nun en sinsi, en azgın tümörü hiç kuşku yok ki İsrail. 1948’de azar azar elde ettiği topraklarla bölgede devlet kurduğunu iddia eden İsrail, aradan geçen zaman içerisinde yüzbinlerce masumu peyderpey katlederek sınırlarını genişletti. Sapkın ideolojisinin öyle ya da böyle ele geçirmeyi kendisine görev olarak verdiği topraklara ulaşmak için de bütün gücüyle çalışıyor.
Mevzunun tarihçesine girmeden evvel bir hususu dile getirmekte yarar var. Bazı kavramlar ve bazı semboller aslında zannettiğimiz kadar masum değil. Başkaları tarafından bir zamanlar dayatılan tanımlamalar artık hepimiz için gündelik hayatın rutini haline geldi. Bugün yazılan makalelerde, yapılan analizlerde, hatta kendi aramızda yaptığımız konuşmalarda tercih ettiğimiz “Ortadoğu” ifadesi, ezelden bu yana kullanılan bir tabir değil. Şimdilerde büyük devletlerin gayri resmi sömürü coğrafyası olan bu bölgeye Ortadoğu diyen ilk kişi Amerikalı Deniz stratejisi uzmanı Alfred Mahan’dı. Basra Körfezi’nin önemi üzerine kaleme aldığı The Persian Gulf and International Relations (Basra Körfezi ve Uluslararası İlişkiler) başlıklı yazısında Ortadoğu tanımlamasını kullandı Mahan. Yine halen Arap devletlerinin bayraklarının tasarımları da Batı kaynaklı. Filistin’in bugün kullandığı bayrak Büyük Britanyalı istihbaratçı ve diplomat Mark Sykes tarafından çizildi. Yani, yüz yıl önce bize ait olan toprakları ve orada yaşanan insanlık dramını anlamaya çalışırken, kendi kavramlarımızı ve tarihimizi merkeze koyarak düşünmemiz gerekiyor.
1948’e Gelen Süreç
Eskiden muhasebe defterleri kara kaplı olurdu. Kara kaplı defter, insanoğlunun kendisini muhasebe etmek zorunda olduğu gidişat demek. İsrail bu defterin kara ve kanlı bir lekesi. İsrail’in tarihi cebren elde etmek istediği topraklarda oldukça geriye götürülmek istense de, çoğunlukla Yahudilerin bu bölgede azınlık olarak kaldığını söylemeliyiz. Antik İsrail ve Yehuda Krallıklarının bulunduğu yer küçük bir coğrafyaya tekabül ediyor. Bölgenin kuzeyinde bulunan İsrail Krallığı milattan önce 722’de Asurlular tarafından, güneyde bulunan Yehuda Krallığı ise milattan önce 586’da Babilliler tarafından sonlandırıldı. 3. asırdan itibaren giderek Hıristiyanlaşan bölge, 7. asırda Müslümanlar tarafından fethedildi. 1517’de de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sonrasında Osmanlı idaresine geçti. Ve son dönemde birilerinin televizyon ekranlarında yahut gazete köşelerinde yazıp konuştuğu gibi her dönem karışık, kaotik bir bölge olmadı. Osmanlı’nın 1917’ye kadar süren hakimiyeti sırasında içerisine Filistin’i de alan bölgeye tam bir barış ve huzur hakim oldu.
1. Dünya Savaşı başlamadan bir süre önce Avrupa’da zulme uğradığını iddia eden bazı Yahudiler bölgeye geldi. Yahudiler göçe “aliyah” derler. 1882 ile 1903 arasında yaşanan Birinci Aliyah’ta 35 bin Yahudi buraya yerleşti. Theodor Herzl’in 1896’da yayınladığı Yahudi Sorunu kitabında, Avrupa’da yaşayan Yahudilerin meseleleri anlatılıyor ve çözüm önerisi sunuluyordu. Herzl’e göre çözüm Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurmaktı. 1897’de öncülük ettiği Siyonist Kongre’de sözüm ona bu çözüm “uluslararası kanunlarla güvence altına alınmış Filistin’de bir Yahudi vatanı kurmak” ifadesiyle kayıt altına alındı. 1904 ile 1914 arasındaki on yılda gerçekleşen İkinci Aliyah’ta bu kez tam kırk bin Yahudi bu coğrafyaya yerleşti. 1909’a gelindiğinde tümüyle İbranice konuşulan ilk şehir Ahuzat Bayit (şimdiki Tel-Aviv) kuruldu. Yahudiler artık etkilerini hissettirmeye başlamışlardı.
1. Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti aleyhine sonuçlanması Filistinliler için kabus dolu günlerin başlaması anlamına geliyordu. Osmanlı Devleti 1917’de Filistin topraklarından çıkarıldı ve İngiliz egemenliği başladı. Dışişleri Bakanı Arthur Balfour İngiliz Lordlar Kamarası’nın Hıristiyanlığı kabul etmeyen ilk Yahudi üyesi Nathan Rothschild’e mektup yazarak Filistin’de Yahudi milleti için milli bir vatanın kurulması fikrine sıcak baktığını ifade etti. “Balfour Deklarasyonu” olarak bilinen bu mektup, Filistin meselesinin de kırılma noktalarından biri.
1917’den 1948’e kadarki İngiliz mandası döneminde siyonist Yahudilerin bölgedeki hâkimiyetleri tahkim edildi. Balfour Deklarasyonu 1922’de kabul edilerek 1923’te uygulamaya konuldu. 1921’de Filistin’deki Siyonist Komisyon’un Ajans statüsü verilerek resmîleştirilmesi, Yahudiler için egemenlik alanının genişlemesi anlamına geliyordu. Kâğıt üzerinde İngiliz mandası vardı. Ama sanki İngilizler de Yahudi devletinin resmen kurulması için çaba gösteriyorlardı. 1919-1923 arasında yaşanan Üçüncü Aliyah’ta 40 bin yahudi daha bölgeye yerleşti. 1924 ile 1929 arasındaki 4. Aliyah’ta ise Polonya ve Macaristan’dan kaçan tam 82 bin Yahudi daha kervana katıldı.
Filistinliler tehdidin farkına geç de olsa vardılar ama artık iş işten geçmişti. 1929’da çıkarılan Arap isyanı da çözüm olmadı. 1933’te bu kez Nazilerden kaçan 50 bin Yahudi yapılan anlaşma gereği kendilerine 100 milyon dolar verilerek Filistin’e gönderildi. Sayıları gittikçe artan Yahudilerin elinde artık parasal güç de yavaş yavaş oluşmaya başladı. Sanki bir el, Yahudileri son derece masum gösterecek senaryolar yazarak Filistin’de Yahudi devletinin kurulmasının temellerini atıyordu. 1948’de ise o el emeline ulaşmıştı.
İsrail Terör
Devletinin Kurulması
2. Dünya Savaşı’ndan Nazi Almanyası’ndan kurtularak çıkan İngiltere, savaşın mağlubu olmasa da ekonomik olarak zayıflamıştı. Arap petrollerine ihtiyaç duyduğunu fark ettiğinde, onlarla anlaşmak adına yahudilere verdiği desteği azalttı. Ancak nüfus ve ekonomi anlamında güçlenen Yahudiler İngilizlere isyan etti. Direnişçi gruplarla İngilizler arasındaki mücadele sertleşince konu Birleşmiş Milletler (BM)’ye taşındı. BM de Kudüs’ün kendi egemenliğinde kalacağı iki devletli bir yapının oluşturulmasına karar verdi. İngilizler çekilince Yahudiler ve Filistinli Müslümanlar arasında çatışmalar başladı ve hadiseler iç savaşa döndü.
Kargaşayı fırsat bilen Yahudi Ajansı 1947’deki BM Eylem Planı’na göre devlet kurduğunu ilan etti. Dönemin iki süper gücü, Truman’ın Başkan olduğu Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Stalin’in Başkan olduğu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) hemen İsrail Devleti’ni tanıdı. Sözde İsrail devleti kurulduğunda Yahudi nüfus 650 bin, Müslüman nüfus ise 1,2 milyondu.
İsrail Bölgeye Nasıl Yayıldı?
1948-49 arası dönemde Yahudilerle Müslümanlar arasında çetin çatışmalar vuku buldu. Ben Gurion yönetimindeki İsrail, dünyadaki Yahudileri sınırları içerisine çekerek nüfusu artırmaya ve mücadele gücünü artırmaya niyetliydi. Başarılı da oldu. Filistin topraklarında Yahudi nüfusu arttıkça civarda bulunan Arap ülkeleri rahatsız olmaya başladı. Mısır, Ürdün ve Suriye ile İsrail arasında 1967’de yaşanan 6 Gün Savaşları sonucunda Yahudiler Sina Yarımadası, Gazze Şeridi, Golan Tepeleri ve Batı Şeria’yı kontrolü altına aldı. Doğu Kudüs’ü de hukuka aykırı bir şekilde ilhak etti. Böylelikle İsrail artık yalnızca Filistinliler için değil; Mısır, Suriye ve Lübnan için de bertaraf edilmesi hayli zor bir tehdit unsuru haline gelmişti. 1973’te Suriye ve Mısır ittifakı ile yapılan Yom Kippur Savaşı’nda da benzeri bir tablo çıktı ortaya. ABD ve SSCB “müttefiklerini” yalnız bırakmamak için bölgeye geldi.
Mısır’la yaşanan mücadele 1977’deki Camp David Sözleşmesi ile sona erdi. Mısır’da Devlet Başkanı Enver Sedat’ın bedelini canıyla ödediği bu anlaşmadan sonra iki ülke arasında savaş ölçeğinde bir mücadele yaşanmadı. Güney Lübnan’da bulunan Filistin Kurtuluş Örgütü kampından rahatsız olan İsrail, Lübnan’la karşı karşıya geldi. Başkent Beyrut kuşatıldı. Sabra ve Şatilla kamplarındaki Filistinlilere büyük bir katliam yapan İsrail, Lübnan’ı da böylece büyük oranda saf dışı bırakmayı başardı.
Komşu ülkeleri böylelikle saf dışı bırakan İsrail, 1980’lerden sonra Filistinlilere yönelik soykırım olarak tanımlanabilecek bir zulmün ana aktörü haline geldi. 1995’te Oslo’da yapılan barış görüşmelerinin ardından İsrail Başbakanı Yitzak Rabin, aşırı sağcı bir siyonist Yahudi tarafından anlaşmayı imzaladığı gerekçesiyle öldürüldü. 1980’li yıllardan bu yana İsrail, Filistin topraklarını işgal etmeye, masumları öldürmeye devam ediyor.
Filistin Meselesini
Nasıl Okumalıyız?
Yukarıda son derece kısıtlı bir alanda özetin özeti diyeceğimiz bir tarihi film şeridi gibi gözler önüne sermeye çalıştım. Hiç kuşku yok ki, İsrail’in tarihi aynı zamanda katliamların da tarihi. Dolayısıyla İsrail zulmünü anlatmak için yüzlerce sayfaya ihtiyaç var. Asıl meseleye gelmek için bu kadarıyla yetinelim.
Geçtiğimiz ay, Hamas’ın saldırıları bahane edilerek İsrail tarafından Gazze’ye yönelik yeni bir saldırı başlatıldı. Siyonist terör devleti, her zaman yaptığı gibi kadın ve çocukları da asıl hedef haline getirdi. Yetinmedi, içerisinde yaralıların bulunduğu hastaneye füze atmak suretiyle yaklaşık 500 masumu bir anda öldürdü.
Hamas’ın İsrail topraklarına saldırısına ilişkin çeşitli yorumlar yapılıyor. Eylemin hedef kitlesi ve yapılış şekli tartışılabilir. Ancak hadise her şey güllük gülistanlıkken başlamış değil. İsrail, Ocak ayından bu yana Gazze’de sivilleri öldürmeye devam ediyor. Üstelik sözde ateşkes denildiği dönemlerde bile Gazze bir açık hava hapishanesine dönüşmüş durumda. Ramallah’taki yönetimi bir kenarda tutacak olursak, Gazze’de yaşayan Müslümanlar kafesin içerisinde yaşıyormuş gibi. Elleri kolları bağlı ve neredeyse yapacakları hiçbir şey yok. İsrail ise arkasına aldığı güçle -ki o gücü de yöneten kendisi- pervasızca hiçbir hukukun, inancın, medeniyetin kabul etmeyeceği şekilde vurmayı sürdürüyor. Öyle bir kibirle yapıyor ki bunu, uluslararası kamuoyunda oluşturduğu yenilmezlik imajına neredeyse kendisi de inanıyor.
Ama hep birlikte gördük ki istenirse demir kubbe yıkılır, hata ihtimali neredeyse olmayan casusluk ağı çökertilir. Dolayısıyla öncelikle zihinlerdeki İsrail’in bu abartılı imajının silinmesi gerekiyor. Hamas’ın herkesi şaşırtan operasyonu işte bunu gerçekleştirdi. Bu yüzden İsrail kudurmuş vaziyette. Yakıyor, yıkıyor, öldürüyor. Fakat olan oldu bir kere. Muhtemelen artık onlar için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
İslâm dünyası maalesef yine sessizliğe bürünmüş durumda. Her biri İngilizler tarafından kurulan ve milyar dolarlık petrol kuyularının üzerine çöreklenen Arap kralları her zaman olduğu gibi parmağını dahi kımıldatmıyor. Krizi çözmek için yine çırpınan ülke Türkiye. Türkiye’nin bölgeye gönderdiği insanî yardımı yazmaya bile gerek yok. Bununla birlikte, bir zamanlar aynı bayrak altında yaşadığı milletlerin haklarını savunma konusunda, özellikle son birkaç yılda itidalli, haklıya hakkını teslim ederken zalime de açıkça “zalim” diyerek tüm dünyaya örnek olacak bir siyasî tavır sergiliyor.
Gelelim bize... İzlediğimiz ve yüreklerimizi burkan görüntüler zulmü kabullenemeyen, savaşçı karakterli Türk milletini ayağa kaldırıyor. Hep birlikte sokaklara dökülerek protesto gösterileri düzenliyoruz. Öyle bir kendimizden geçiyoruz ki, devletin sadece işini yapmakla görevli polisiyle bile karşı karşıya gelebiliyoruz. Tarih boyunca “zalime korku, mazluma umut” sıfatıyla tanımlanan Türk milletinin bu manzara karşısında susmasını beklemek elbette imkânsız. Yine de tepkimizi makul çerçeve içerisinde tutmak zorundayız.
Şöyle de bir özelliğimiz var: Kriz anlarında uykularımız kaçıyor, gülmeye, hatta yemek yemeye mecalimiz kalmıyor. Ancak “ateşkes ilan edildi” haberini okuyunca sanki her şey bitmiş gibi evlerimize dönerek günlük rutinimize ve boş vermişliğimize devam ediyoruz. Yaptığımız şey sinekleri avlamak. Fakat bataklık orada sinek üretmeyi sürdürüyor.
Bağırıp, slogan atıp tepkimizi taşkınlık çıkarmadan ortaya koyalım tabii. Ama yapmamız gereken daha önemli bir şey var: Mazlumların son umudu biziz. Biz güçlü olmazsak; savaş gücümüzle, ekonomimizle, siyasî duruşumuzla gerçekten güçlü olmazsak dünyada mazlumlar ezilmeye devam edecek. Bu gücü devşirmenin yolu da çalışmaktan, üretmekten, kendi kimliğimizi bize yeniden edindirecek faaliyetlerden geçiyor.