Rabbimiz varlığı yaratmış, en şerefli varlık olarak da insanı... Bizi dünya denen bir gezegene yerleştirmiş. Havası, tabiatı, şartları insanların yaşamasına en uygun yer burası. Şu kısa ömrümüzü dünya denen bu sahnede yaşıyoruz. Yaşadığımız dünyayı elbette iyi tanımalıyız. Peki, dünyayı doğru anlamak için ne yapmalıyız? Elbette önce mekânı, zamanı ve en başta kendimizi doğru anlamamız gerekir.
Evet, önce dünya denen mekânı anlamalıyız. Dünya çok büyük bir mekân. Ama evrene göre çok küçük bir yer. Bizim yaşadığımız memleket, dünya denen büyük mekân içinde bir mekân. Yaşadığımız şehir, semt, mahalle, ev, oda iç içe geçmiş mekân halkaları.
Haritanın merkez noktası
Dünyayı zihnimizde en iyi canlandıran şey elbette haritalardır. Bugün hepimizin bildiği, sınıflardaki, kitaplardaki meşhur dünya haritası sağda Asya’nın, solda Avrupa ve Amerika’nın olduğu bir haritadır. Peki, bu haritanın merkezi neresi? Londra’nın bir semti olan Greenwich. İngilizler bu ben-merkezli haritayı 1880’lerde yapmışlar. Yani sömürgecilikte zirve oldukları yıllarda. Dünyanın coğrafî merkezi gibi zaman merkezini de Londra yapmışlar. Her ülkenin saati Londra saatine göre ayarlanır.
Bu gerçeğin farkında olmak, günümüzde kendisinin değil başka birilerinin dünyasında yaşadığımızı anlamak önemli. Müslümanların yaptığı geleneksel haritalarda ise dünyanın merkezi genellikle Kâbe’dir. Dünya küre olduğu için istediğimiz tarafa çevirip, bir top gibi yarıp dümdüz yayarak bir dünya haritası yapabiliriz. Yani merkezini istediğimiz ülke, şehir, köy, tepe olarak alabiliriz. Asıl mesele, kendimizi o haritanın merkezine koymaktır. Başkalarını değil.
Böyle harita gibi kanıksadığımız araçlara dikkat etmek gerekir. Ölçüsü ve referansı nedir, onu bilip ona göre değerlendirmek gerekir. Bir kitapta 1500’lerin sonunda Kudüs’e giden bir Alman seyyahın yaptığı bir haritayı görmüştüm. Şehirde birçok kiliseyi gösteriyordu. Ama orada mevcut onlarca cami, hatta çok meşhur olan Mescid-i Aksa ve Hz. Ömer Camiileri bile gösterilmemişti. Hâlbuki şehir o dönemde Osmanlı idaresindeydi ve bir İslâm şehriydi. Bu da bize şunu anlatıyor: Batı’nın iki asırdır bize “gerçeklik” olarak sunduğu hemen her şey gibi bize sunulan dünya da gösterildiği gibi değil.
Zaman anlayışımız
Zamanı doğru anlamak da dünyayı anlamak için çok önemli. Bizim son iki asırdır zaman konusunda da kafamız karışık. Zamanın değerini en iyi bilmesi gerekenler olmamıza rağmen bunu yapmıyoruz. “Yeni ve eski”, “bugün ve dün” ve “geçmiş ve gelecek” gibi kavramları genellikle doğru anlamıyor ve değerlendirmiyoruz. Geçmişte kalan şeyleri överken bile geçmişten kopuğuz. Çünkü bize göre tarih, olmuş bitmiş, eski, günümüzle bağlantısı kalmayan bir şeydir. Bizde tarih, onu övenler için de sövenler için de bize, günümüze, gerçekliğe dokunmayan bir zaman tortusudur. Oysa tarih bugündür, bugün de tarih. Çünkü evveli olmayan bir hâl olamaz. Bugünün kökü geçmiştir, bugün de geleceğin köküdür.
Geçmişi ve bugünü yanlış anlayınca “gelenek” kavramını da yanlış anlıyoruz. Bize göre gelenek donmuş kalmıştır. Bizde bir yandan onu can havliyle muhafaza etmeye çalışanlar var, bir yandan da ona şiddetle saldıranlar... Aslında bu iki grup da aynı körlük içindedir. Çünkü muhafazakârların sandığının aksine, birikim anlamında gelenek donmuş değildir. Bir ağacın kökleri gibi canlıdır. İnsanlar gibi medeniyetler de köklerinden aldıkları gücü ve değerleri kendi günlerinde somut işler yaparak yaşatırlar. Canlı kalmak demek, her gün niyetini, bilgisini, düşüncesini, işini yenilemektir. Ancak kendini yenileyen dünyayı yenileyebilir.
Zamanla ilgili çarpıcı bir örnek verelim. Yıllar evvel Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin doğum gününü miladi takvime sabitleyerek bir “Kutlu Doğum Haftası” ilan edilmişti. Bu işin yanlışlığını söyleyen, ay yılına göre olan bir tarihi güneş yılına göre sabitlemenin saçmalığını ifade eden pek çıkmadı.
Aynı şeyi geçmişteki olaylara günümüzün şartları üzerinden bakarak yapıyoruz. Günümüzün alışkanlıklarını ve kalıplarını geçmişe yamıyoruz. O döneme özgü durumları, şartları ve özellikleri merak etmediğimiz için. Geçenlerde bir senaryo okuyordum. 14. asırda Konya’da geçiyor. Senarist, filmin kahramanına manavdan kilo ile elma aldırıyor. Senaristi arayıp 1930’lara kadar bizde Batılı “kilo” ölçüsünün kullanılmadığını hatırlatmak zorunda kaldım.
Değişim ve biz
İnsan, mekân ve zaman değişir. Dünya değişir. Her zaman böyleydi. Ama bizdeki değişimin hayra doğru olmasını sağlamak elimizdedir. Müminler değişime toptan düşmanlık etmezler. İyi ve kötü yanlarını ayırır, iyi yanlarını seçerler. Değişimin kurbanı veya garibanı değil, mimarı ve behredârı olmaya çalışırlar. Zamandan, dünyadan, toplumdan şikâyet edeceklerine kendilerini, ailelerini, toplumlarını, işlerini Allah ve Resûlü’nün bildirdiği hayır üzerine değiştirirler. Bozulan, yozlaşan, çürüyen bir toplumda, zamanda ve dünyada elmas gibi parlarlar.
Aslında mekânı ve zamanı anlayamamanın hem başlangıcı, hem de sonucu kendini anlayamamaktır. Kendisini anlamayan biri dünyayı asla anlayamaz. Bu aynen gözleri görmeyen birisinin renkleri tarif etmesine benzer. İşte biz de Müslümanlar olarak iki asırdır böyleyiz. Kendimizi doğru tarif edemiyoruz. Başkalarının tarifine bakıyoruz. “Biz kimiz?” sorusuna doğru ve net bir cevap vermeden “Dünyada neler oluyor?” sorusuna cevap aramak boşuna. Kendimizi net tanımlamadan dünyadaki başka kültürleri, medeniyetleri, siyaseti, ticareti, bilimi, sanatı anlayamayız. Kendimizden cahil olup da dünya hakkında allâme olamayız.
Bu kendini kaybetmeye bir örnek vereyim. Muhafazakâr bir yazar bir konuşmasında İngilizce’de ülkemize verilen “Turkey” isminin nereden geldiğini izah ediyor. Biliyorsunuz İngilizce’de “turkey” aynı zamanda “hindi” demek. Bu kişiye göre Avrupalılar memleketimize “hindi” anlamına gelen “turkey” demişler, çünkü hindi, atalarımız gibi çok “şehametli” bir kuş imiş. Peki, “şehamet” ne demek? “Akıllı yiğitlik” demek. Allah aşkına, hindi hiç akıllı veya yiğit bir kuşa benziyor mu? Hani kartal, atmaca, doğan gibi yırtıcı bir kuş olsa neyse! Kaldı ki bu “turkey” kelimesi sadece İngilizce’de “hindi” anlamında. Ne Fransızca’da ne Almanca’da ne İtalyanca veya başka bir Avrupa dilinde ülkemize “hindi” anlamı verilmiyor.
Bu fahiş yanlış aslında bizimle ilgili her şeyi güzelleme kompleksine dayanıyor. Oysa işin aslı şu: İngilizce’de “turkey” adı verilen kuş, esasen Avrupa’ya Afrika’dan ithal edilen bir kuşmuş. Bu kuş Müslüman ülkeler üzerinden ithal edildiği için “Müslüman” anlamına gelen “Türk” adı verilmiş. Yani bize kuşun adını vermemişler, bizim adımızı kuşa vermişler. Olay bundan ibaret. Ne yiğitlikle ne de akıllılıkla ilgisi var!
Kendi olmak
Bizde maalesef iki asırdır bir kendisi olamamak sorunu var. Bu sorunun altında kendisiyle ilgili şeyleri bilmemek, kendisiyle ilgili şeyleri öğrenmemek, değer ve önem vermemek yatıyor. Kendisi olamamak sorunu aslında bir “kişilik” sorunu. O yüzden kişiliğimiz zayıf. Yeri gelince şöyle, yeri gelince böyle davranıyoruz. İkiliyiz, ikircikliyiz, ikiyüzlüyüz. Öz, özden, özgün ve özel bir kişiliğimiz yok.
Peki, gerçekten biz kimiz? “Kendimiz” dediğimiz kim? Cevap açıktır: “Biz Allah’ın kuluyuz.” Biz müminiz, Resûlullah Efendimizin ümmetiyiz. Bizim ilk ve son sıfatımız budur. Milliyetimiz, cinsiyetimiz, tahsilimiz, adımız şanımız ancak kulluk şemsiyesi altında kıymetlidir. Hiçbiri kendi başına bir kıymet ifade etmez. Dünyayı anlamaya çalışmanın, onun değerini bilmenin ilk ve son aşaması kul olduğunu hatırlamak ve gerçek bir kul gibi yaşamaktır.
Dikkat ederseniz “dünya” ve “hayat” kelimelerini eşanlamlı olmasa bile birbiriyle değişimli olarak kullanıyoruz. Sonuçta hayat dediğimiz bu dünyada yaşanıyor. Ama burası geçici bir yerdir. Hadid Suresi’nin 20. ayet-i kerimesi mealen şöyledir:
“Bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir gösteriş, aranızda bir övünme, mal ve evlatta bir çokluk yarışından ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibi ki, bitirdikleri çiftçileri imrendirir, sonra kurumaya yüz tutar, bir de bakarsın ki sararmış, ardından da çerçöp haline gelmiştir. Âhirette ise ya çetin bir azap yahut Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünya hayatı sadece aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir.”
“Dünya” kelimesi “aşağı, alçak, değersiz” demek olan “denî” kelimesi ile aynı köktendir. O hâlde yaşadığımız hayat “aşağı” bir hayattır. Neye kıyasla aşağı ve değersiz? Elbette Rabbimiz’in sonsuz ikramı olan cennet hayatına göre. Bir hikmet olarak, “dünya” anlamına gelen İngilizce “world” kelimesi de kökünde “öteki dünyaya göre burası” anlamındadır.
Evet, dünya âhirete göre aşağı ve adidir. Yani âhiretten önce gelir ve vasfı düşüktür, değersizdir. Fakat dünya, aynı zamanda onun geçiciliğini unutmayanlar için Yaradan’a yakışır kul olma vesilesidir. Bir imtihan yeri, sıkıntılarla, çilelerle dolu olsa bile.