Aramak

Emanete Sahip Çıkmak

Emanet… Her devirde, her zaman ve mekânda insan ve toplum hayatında yeri olan çok önemli bir kavram. Öyle ki emaneti hayatımızdan çıkarsak veya gereği gibi riayet etmesek insanın dünyası da âhireti de heder oluyor. Bu yüzden emanet çok geniş kapsamlı bir anlam içeriyor. 

Emanet kavramının Kur’an-ı Kerim’de kullanılışı da çok geniş bir yelpazeyi içine alıyor. Biz bu geniş yelpaze içerisinde Ahzab suresinin 72. ve 73. ayetlerinde anlatılan, insanın yaradılışında Yüce Allah’ın kendisine arz ve teklif ettiği “ilâhî emanet”ten söz edeceğiz.

Girişteki ayetlerde Yüce Allah emaneti gökler, yer ve dağlar gibi tabiat kuvvetlerinin en güçlü olanlarına arz ettiğini, onların bunu kabul etmekten çekindikleri halde, tabiattaki güç ve kuvvet açısından en zayıf varlık olan insanın kabul ettiğini belirtmektedir.

Emanetin anlamı

Emanet kelimesi, Arapçada güvenmek, korku ve endişeden emin olmak anlamındaki “emn” kökünden gelir. 

Emanet, hıyanetin karşıt anlamlısı olarak isim şeklinde kullanıldığı gibi, güvenilir olmak anlamında mastar şeklinde de kullanılır. Bu durumda, emanet kelimesinin sözlük anlamı, insandaki korku ve endişenin gitmesi, herhangi bir şeyden korunma hususunda insanın gönül rahatlığı içinde olmasıdır. 

Emanet, insanlar arasında “geçici olarak alınıp verilen ödünç şey” anlamına da gelir. Bu durumda da güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak tevdi edilen şey anlamında kullanılır ve bu kullanım daha yaygındır.

Ashab-ı Kiram’ın ve müfessirlerin açıklamaları

Ayet-i kerimede geçen emanet kelimesinin anlamı hususunda Sahabe-i Kiram ve sonraki âlimler tarafından çeşitli tefsirler yapılmıştır. 

İbn Abbas radıyallahu anhumâ (v. 687), “Emanet, Allah’ın kullarına farz kıldığı ibadetler ve yükümlülüklerdir” demiştir.

İbn Mesud radıyallahu anhu (v. 650), “Emanet; namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak, hacca gitmek, doğru sözlü olmak, borcunu ödemek, adaletli davranmak ve ölçüde, tartıda hile yapmamaktır” demiştir.

Abdullah b. Amr b. As radıyallahu anhumâ (v. 684-5) ise “Göz, kulak, el, ayak ve cinsel organ birer emanettir. Emaneti olmayanın, yani emanete hıyanet edenin imanı da yoktur” demiştir.

Büyük müfessir ve eşsiz tarihçi İbn Cerîr Taberî rahmetullahi aleyh (v. 923) söz konusu emanetin, Allah’ın kullarına gönderdiği hak din, bu dinin yüklediği vecibe ve hükümler, yani görev ve sorumluluklar olduğunu ifade eden birçok rivayet nakletmiştir. Ayrıca, ayetteki emanetle hem dinî vecibe ve yükümlülüklerin hem de insanlar arasındaki emanetlerin, dolayısıyla bütün emanet çeşitlerinin kastedildiğini belirten görüşün en isabetli görüş olduğunu ifade etmiştir.

İtikattaki mezhep imamımız Ebu Mansur Mâturîdî rahmetullahi aleyh (v. 944) de önce bu konudaki görüşleri aktarmıştır. Buna göre emanet, bazı âlimlere göre kelime-i şehadet ve tevhid, bazılarına göre Allah’ın kullarına farz kıldığı her şey ve bazılarına göre de namaz, oruç, hac ve benzeri, insanlara emredilen ve yasaklanan bütün buyruklardır. 

Daha sonra da emanetin yorumuna dair, “kesinlikle şudur” diyerek yükümlülük altına girmenin gerekli olmadığını, çünkü bunun açık olmadığını, müphem bulunduğunu, ancak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemden gelen bir rivayetle bilinebileceğini söylemiştir. Oysa bu konuda O’ndan gelen açık bir rivayet yoktur. İmam Mâturîdî’ye göre emanetle ilgili bu kadar fazla görüş olmasının sebebi de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemden gelen bir rivayetin olmamasıdır.

Zemahşerî (v. 1143) ve Fahreddin Râzî (v. 1209) gibi müfessirler de buradaki emanetin yükümlülük anlamına geldiği görüşündedirler. Onlar bu noktada, birini bir şeyle yükümlü kılmanın, onun kendi tabiatına aykırı davranmasını istemek olduğunu söylemişler, tabiat kuvvetlerinin yüklenmek istemediği emanetin bu olduğunu belirtmişlerdir. 

Çünkü insan dışındaki varlıklar yalnızca yaratıldıkları amaç doğrultusunda hareket etmek durumundadırlar ve kendi tabiatlarına aykırı davranamazlar. Hatta bu yaklaşıma göre meleklerin ibadetleri bile kendilerine yüklenen bir yükümlülük sonucu değildir, insandaki yeme içme ihtiyacı gibi kendi tabiatlarının ve ihtiyaçlarının bir gereğidir.

Elmalılı Hamdi Yazır’a (v. 1942) göre emanet, Yüce Allah’ın gerek kendisi ile ve gerekse yaratılmışların hukuku ile ilgili emir ve yasaklarını yerine getirme görevidir.

Nüzul sırasına göre Kur’an tefsiri yazan İzzet Derveze’ye (v. 1984) göre ise emanet, yüklenilen vazifeleri eda edebilme selahiyeti/ehliyeti ya da bizzat bu vazifelerin kendisidir. Kaldı ki insan dışındaki varlıkların hiç birinde bu emaneti yüklenecek kabiliyet mevcut değildir. 

Yine nüzul sırasına göre Kur’an’ı tefsir eden Zeki Duman (v. 2013) da emanetin, insanın kendisi için yaratılıp hizmetine verilen şeyleri görev ve sorumluluk bilinciyle taşıma yükümlülüğü olduğu kanaatindedir. Bu aynı zamanda kendini, dolayısıyla Rabbi’ni tanıma ve haddini aşmama bilincidir.

Râgıb el-İsfehânî (v. 11. yy) de Müfredât isimli eşsiz Kur’an lügatinde emanetin tevhid, adalet, alfabedeki harfler yani okuma yazma ve akıl gibi anlamlara geldiğini söylemiştir. Ancak ona göre doğru olan görüş akıldır. Çünkü akıl sayesinde insan tevhidi öğrenir, adaleti gerçekleştirir, alfabeyi bilir. Hatta öğrenilmesi imkân dâhilinde olan her şey akılla öğrenilir ve yapılması insanın gücü dâhilinde olan her şey de akılla yapılır. 

Bu şekilde sahabeden ve ilk dönem müfessirlerinden itibaren birçok âlim, ilgili ayetteki emaneti, insana yöneltilmiş yükümlülükler veya ona bu yükümlülükleri taşıma özelliği kazandıran akıl anlamında yorumlamışlardır.

Bir ayrıntı ve incelik

Emanet ayeti, “Biz emaneti göklere ve yere teklif ettik” şeklinde çoğul ifadesiyle başlamıştır. İsmail Hakkı Bursevî (v. 1715) Rûhu’l-Beyân tefsirinde bu konuda şöyle bir incelikten söz etmektedir:

Âlimlere göre buradaki biz anlamındaki nun, azamet, yücelik ve büyüklük nunudur. Yani Yüce Allah azamet ve kibriyasını ifade etmek için burada “biz” demiştir. Nitekim hükümdarlar ve büyük zatlar da kendilerinden çoğul sigasıyla “biz” diye bahsederler. 

Âriflere göre ise buradaki nun, Allah’ın isimlerine ve sıfatlarına delâlet eden nundur. Çünkü Allah’ın isimleri ve sıfatları tek değil pek çoktur, hatta sınırsız ve sonsuzdur. O’nun yarattıklarının her birinde Esma-i Hüsnâsı’nın, isimlerinin ve sıfatlarının bir tecellisi vardır. Haddizatında varlık âlemi Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının tecellisinden ibarettir.

Emanetin mertebeleri

Emanetin çeşitli anlamları yanında birtakım dereceleri ve mertebeleri de olduğu ifade edilmiştir. İsmail Hakkı Bursevî, emanetin üç mertebe olduğu görüşündedir:

1. Şer’î yükümlülükler ve dînî hükümler mertebesi. 

Bunlar tevhid, iman, abdest, namaz, oruç, zekât, hac, cihad, doğru söz, borcunu ödemek, ölçüde ve tartıda haksızlık yapmamak, cünüplükten yıkanmak, amellerde niyet, yalnızken de namazı güzel kılmak, belaya sabır, nimete şükür, ahde vefa, hadleri yerine getirmek, göz, kulak, el, ayak, okuma yazma, hainlik etmemek gibi Şeriat’ın emrettiği şeylerdir. 

Bütün bu yükümlülükler ve hükümlerle akıl sahipleri muhatap olduğu için de bu emanet akıldır. 

Bu mertebe avamın (sıradan insanların) mertebesidir.

2. Muhabbet, aşk ve ilâhî cezbe mertebesi. 

Bu, birinci emanetin meyvesi ve neticesidir. İnsan bununla melekler üzerine üstünlük kazanmıştır. Her ne kadar meleklerde de muhabbet varsa da onlar bunu bela ve musibetlere sabrederek ve şer’î hükümlere uymak suretiyle yükselerek kazanmamışlardır. Çünkü terakki/yükselme yalnızca insan için söz konusudur. Bu yüzden terakkiye yol açan bela ve musibetler de yalnızca insana verilir. Melekler ise yaratıldıkları hal üzere kalırlar. Onlar için terakki söz konusu değildir. 

Bu mertebe de havasın (seçkinlerin) mertebesidir.

3. Vasıtasız ilâhî feyz mertebesi. 

Bu da ikinci mertebenin neticesi ve gayesidir. Bundan dolayı emanet olarak isimlendirilmiştir. Bu feyz de ayet-i kerimede insan için “zalûmen cehûlâ” (çok zalim ve çok cahil) kelimeleriyle ifade edilen varlık perdesinden kurtulmakla hâsıl olur. Bu da fenâfillâha ve bekâbillâha ulaşmakladır. 

İkinci mertebe olan aşk mertebesi Allah’ın sıfatlarıyla alakalı muhabbet makamındandır. Üçüncü mertebedeki feyz ve fenâ ise Allah’ın zâtı ile alakalı mahbûbiyet makamındandır. 

Bu mertebe ise havassu’l-havasın (seçkinlerin seçkinlerinin) mertebesidir.

Emanetin göklere, yere ve dağlara teklif edilmesi

Yüce Allah emaneti önce göklere, yere ve dağlara arz etmiş, onlara teklifte bulunmuştur. Çünkü bu varlıklar yaratılmış olanlar içinde en kuvvetli olanlarıdır ve böylesine büyük ve ağır bir emaneti ancak onlar taşıyabilir. 

Bazı Kur’an tefsirleri söz konusu teklifin bu tabiat kuvvetlerinin bizzat kendilerine olduğunu söylerken, bazıları onlarda meskûn bulunan meleklere ve diğer canlılara olduğunu söylemiştir.

Tefsir kaynaklarının büyük çoğunluğu teklifin tabiat kuvvetlerine arz edilmesinin keyfiyeti noktasında iki görüş olduğunu söylemektedir. Bu noktada en güzel izah Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân tefsirinde bulunmaktadır. Buna göre;

1. Emanetin gerçek manası itibariyle onlara arz olunmasıdır ki Ehl-i Sünnet’e göre en doğru görüş budur. Çünkü Ehl-i Sünnet bu çeşit misalleri tevil etmez ve gerçek manası üzerinden değerlendirir. 

Emanetin gerçek manası itibariyle de iki ayrı durum söz konusudur ki birincisi ikincisinden daha incedir: 

Aslında cansızların da kendilerine ait ayrı bir hayatları vardır ki birçok ayet buna delâlet eder: 

“Görmedin mi ki şüphesiz göklerde ve yerde olanlar; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğu Allah’a secde etmektedir.” (Hac 18)

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.” (İsrâ 44) 

İşte Yüce Allah onlara bu hayatları içinde hitap etmiş ve teklifte bulunmuştur.

Allah onlara emaneti arz ettiği sırada onlara bunu anlayacak akıl ve anlayışı da vermiştir. Nitekim Hz. Süleyman aleyhisselamın karıncasına, hüdhüde, vahşi hayvanlara, hatta taşa ve toprağa da bu aklı ve idraki vermiştir.

2. Emanetin cansız varlıklara arz edilmesinin gerçek anlamıyla değil de mecaz ve temsil yoluyla olmasıdır. 

Emanet ilk bakışta insandan daha büyük, daha güçlü ve daha dayanıklı gibi görünen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır, önemli ve değerlidir. Bu açıdan burada mecaz cihetinden temsilî bir anlatım getirilmiştir. 

Buna göre emanet, sanki söz gelimi onlara teklif edilmiş olsaydı bile bundan korkar ve onu yüklenmezlerdi, demektir.

Bir ayrıntı ve incelik

Ayet-i kerimede, tabiat kuvvetlerinin emaneti yüklenmekten çekinmeleri anlatılırken kullanılan mealen “Onu yüklenmekten çekindiler” ifadesinde geçen “ebeyne” (çekindiler) Arapça “el-ibâ’” kökünden gelmektedir ve Arap dilinde iki manaya gelir. 

Bunlardan birisi herhangi bir şey yapmaya güç yetirememektir. Diğeri ise bir emri yerine getirmemek ve o emri verene karşı isyan etmektir. 

Şeytan’ın Âdem aleyhisselama secde emrini yerine getirmemesinde kullanılan kelime de aynı köktendir: 

“Hani meleklere, Âdem’e secde edin demiştik de İblis’ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O secde etmekten çekinmiş, kibirlenmiş ve kâfirlerden olmuştu.” (Bakara 34) 

Yani Şeytan Yüce Allah’ın secde emrine karşı kendisinin Âdem aleyhisselamdan üstün olduğunu söyleyerek isyan etmiş ve kâfir olmuştu. Tabiat kuvvetleri ise isyan etmemişler, ancak kendi endişelerini ve korkularını dile getirerek güçsüzlüklerini izhar etmişler ve mazeretlerinin kabul edilmesini istemişlerdi. 

Demek ki Şeytan’ın secde emrini yerine getirmemesi kibrinden kaynaklanırken, yerlerin göklerin emaneti kabul etmemeleri tevazu ve alçak gönüllülükten kaynaklanmıştır. 

Aynı zamanda bu, bizlere de kibirden sakınmamız ve tevazu sahibi olmamız için bir yol gösterme ve tavsiye niteliğindedir.

İnsanın emaneti yüklenmesi

Tabiat kuvvetleri kendilerine arz edilen emaneti yüklenmekten çekinince aynı teklif insana yapılmıştır. Bazı âlimler burada insan derken bütün insan cinsi kastedilmiş olabilir, demektedirler. Nitekim peşinden insanın zalim ve cahil olduğunun zikredilmesi bu görüşü desteklemektedir. 

İnsandan maksat Hz. Âdem’dir, yani Âdem aleyhisselama teklif edilmiştir diyen âlimler de vardır. Nitekim bununla ilgili rivayet edilen bir hadis-i şerif de bu görüşü desteklemektedir:

“Yüce Allah Âdem’e şöyle hitap etti: ‘Ben emaneti göklere ve yere arz ettim, hiçbiri güç yetiremedi. Sen onu içindekilerle beraber yüklenebilecek misin?’ Âdem dedi ki: ‘Yâ Rabbi, bunda benim için bir fayda var mıdır?’ Yüce Allah buyurdu ki: ‘Onu hakkıyla taşıyabilirsen sevap, taşıyamazsan azap vardır.’ Bunun üzerine Âdem dedi ki: ‘İçindekilerle beraber yüklendim.’ Âdem bu sözünden sonra Cennet’te öğleden ikindiye kadar kalabildi. Ta ki Şeytan onun oradan çıkmasına sebep oldu.” (Ebu’ş-Şeyh, İbn Abbas radıyallahu anhudan, Râmûzu’l-Ehâdîs, 330/8)

Bazı rivayetlerde geçtiği üzere tabiat kuvvetleri kendilerine verilecek sevaptan hoşlanmalarına rağmen, isyan etmeleri durumunda karşılaşacakları azabı göz önünde bulundurmuşlar ve “Yâ Rabbi, bizler senin emrine amadeyiz, fakat sevap da azap da istemiyoruz” diyerek mazeret beyan etmişlerdir. Aynı teklif ve arz Hz. Âdem aleyhisselama yapıldığında ise, “Kulağımla omuzumun arasına yükle” diyerek hemen kabullenmiştir. Yüce Allah da ona sözünü tuttuğu müddetçe yardımını esirgemeyeceği vaadinde bulunmuştur.

Emanet yük mü yoksa lütuf mu?

Dağların taşların yüklenmekten çekindikleri ve insanın tereddütsüz yüklendiği bu emanet ilk bakışta büyük bir yük ve külfet olarak anlaşılabilir. Elbette bu büyük bir sorumluluktur. Yerine getirilmesi kolay değildir. Bundan dolayı gökler, yer ve dağlar çekinmişlerdir. 

Ancak bunun yanında öncelikle emanetle muhatap olmak, sonra emaneti yüklenmek ve daha sonra da emanete riayet etmek büyük bir fazilettir. İnsan için büyük bir şereftir. Dolayısıyla insana tevdi edilen bu emanet ve onu yüklenme ve taşıyabilme kabiliyeti çok büyük, çok değerli ve çok şerefli bir emanettir. 

Aslında Allah’ın insana bir lütfudur ve Yüce Yaratıcı ile insan arasında bir muhabbet vesilesidir. İyi muhafaza edildiği ve hakkı verildiği takdirde onun vasıtasıyla insan eşref-i mahlûkat (yaratılanların en şereflisi) olur, a’lâ-yı ılliyyîn’e (yücelerin yücesine) yükselir. Ama emanetin hakkını veremezse, Şeytan’a uyarsa, elindeki sermayeyi kötüye kullanırsa esfel-i sâfilîn’e (aşağıların aşağısına) düşebilir. 

İşte insan burada iradesini kullanarak bunu da göze almıştır. Böyle bir riske girmesi de insan için ayrı bir iftihar vesilesidir. 

İnsan bu noktada Fahreddin Râzî’nin Tefsîr-i Kebîr’inde dediği gibi, teklifin kendisini değil de teklifte bulunanı, yani Yüce Allah’ı göz önünde bulundurmuştur. “Emaneti bırakan alîm ve kâdir bir zâttır, emaneti ancak ehline verir, O emanet bıraktığında öylece bırakmaz, bizzat kendisi korur” diye düşünmüştür. Böylelikle kendisine değil de Yaratıcısı’na itimat ederek emaneti kabul etmiştir. İnsan böylece kabiliyet ve istidadını göstermiş, “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım bekleriz” diyerek Rabbi’ne sığınmıştır.

İnsanın zalim ve cahil olması

Ayette emaneti kabul eden insanın zalim ve cahil olduğu bildirilmiştir. İbn Abbas radıyallahu anhumâya göre insanın zalim olması emanetin hakkı ile, cahil olması ise emanete hainlik yapması ile ilgilidir. Yani hıyanet bilerek ve isteyerek değil, cahillik ve yanılma iledir. Yanılma ve unutma affedilir, bazı durumlarda cehalet mazur görülür.

İnsanın zalim olması, kâfir ve günahkârların emanetin hakkını yerine getirememekten dolayı nefslerine zulmetmeleridir. Cahil olması da yaptıklarının kınanmayı, cezayı ve azabı gerektirdiğinin farkında olmamasıdır. 

Demek ki insan günah işlemesi hususunda kendisine karşı zalimdir; böylelikle nefsine zulüm etmektedir. Yüklendiği emanetin neticesine dair de cahildir; çünkü başına geleceklerden habersiz görünmektedir.

Netice olarak insanın çok zalim olması; zulüm ve haksızlığa yatkın olması ve emaneti yüklendiği halde gereği gibi yerine getirememesinden dolayı kendisine yazık etmesidir. Çok cahil olması ise bilgisizlikten çok işin önemini ve âhiret riskini anlamak istememesidir.

Ancak nüzul sırasına göre Kur’an müfessiri Zeki Duman’ın dediği gibi elbette insanların tamamı böyle cahil değildir. 

Elbette insanların çoğu, tamamen zalim ve cahil oldukları için emaneti yüklenmiş de değildir. İyilerle kötüler bir tutulamayacağı gibi elbette müminlerle kâfirler ve münafıklar bir tutulmayacaktır. Dünya hayatında cahil ve zalim vasıfları ağır basıp nefsine ve Şeytan’a kul olanlar ile yalnızca Allah’a kul olanlar birbirinden ayrılacaktır. Herkes bu imtihan dünyasında iman ya da inkâr durumları göz önünde bulundurularak yaptığının karşılığını alacaktır. Allah’ın adaleti bunu gerektirmektedir. Akıl ve mantığın gereği de budur. 

Zira âdemoğluna yüklenen bu emanet, aslında onun imtihan edilmesi için bir araçtır. Ancak bir kısım insanlar yüklendikleri bu emanetin anlamını bir türlü idrak edememiş, kendi akıbetinin korkunçluğunu düşünememiş, dolayısıyla emanete gerektiği şekilde riayet edememiş, kendisini ve Yaratan’ını unutarak geçici dünya zevklerinin, nefsânî arzularının esiri haline gelmiştir. İşte bunlar kâfirler, münafıklar ve fâsıklardır. Bunlar son derece zalim ve son derece cahildirler.

Demek ki buradaki zulüm ve cehalet emanete hıyanet edip hakkını vermekte kusur edenler içindir. Onlar da kâfirler ve münafıklardır. Yoksa onu yüklenip gereğini yerine getiren müminler için değildir. 

Emaneti yüklenmenin sonucu

Ahzab suresinin 73. ayetinde insanın emaneti yüklenmesinin sonucunda karşılaşacağı akıbetten de söz edilmektedir. İnsan böylelikle zalim ve cahil durumuna düşmüştür. Bu yüzden Allah münafıklara ve müşriklere azap edecek, müminleri ise affederek tevbelerini kabul edecektir. Yani emanete hıyanet ettikleri ve Allah’a verdikleri sözü bozdukları için müşrikler ve münafıklara azap hak olmuştur. 

Emanetin gereğini yerine getirdikleri ve ahitlerine sahip çıktıkları için de müminlerin tevbelerini kabul etmiş, emaneti yerine getirmedeki hata ve kusurlarını bağışlamıştır.

Sonuç olarak: Ahzab suresi 72. ve 73. ayetlerinde bahsedilen emanet önce tabiat kuvvetlerinin en güçlülerinden olan göklere, yere ve dağlara teklif edilmiştir. Onlar bunu yüklenmekten çekinip bundan korkunca, güç ve kuvvet bakımından kâinatın en zayıf varlığı olan insan bunu kabul etmiştir. 

Ancak insanın bunu kabul etmesi kendisi için sadece bir yük ve sorumluluk değildir. Aynı zamanda büyük bir fazilet ve şereftir. Çünkü bu emanetle insan olduğunun şuuruna varmış, Yüce Allah ile arasında bir muhabbet ve sevgi bağı oluşmuştur. 

Dolayısıyla Yüce Allah’a, böyle büyük bir nimeti insana yüklediği için şükretmemiz ve minnet duymamız gerekmektedir. Ne mutlu emanetin hakkını verenlere, ne mutlu bu büyük fazilet ve şerefe ulaşanlara.

Kaynaklar

Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’an; Fahreddin Râzî, Tefsîr-i Kebîr; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; TDV Kur’an Yolu Meal ve Tefsiri; Muhammed es-Sâbûnî, Safvetu’t-Tefâsîr; İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs; Süleyman b.Ömer, Cemel ale’l-Celâleyn; Mehmet Vehbi, Hulâsatu’l-Beyân; Ali Şurbacı, Tefsîru’l-Besâir; Zeki Duman, Beyânu’l-Hak; Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’an; Süleyman Ateş, Kur’an-ı Kerim Tefsiri; Mahmud Ustaosmanoğlu, Kur’an-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlisi; Hamdi Döndüren, Evrensel Çağrı Kur’an-ı Kerim; Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân; TDV İslam Ansiklopedisi, “Emanet” maddesi.


Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy