Aramak

Sâlihlerin Hali

9. Hikmet: Amellerin başka başka olması, kalbin hâllerinin ve manevi vâridatın değişik olması sebebiyledir.

[Bûtî merhum, amelin özünün sevaba konu olup olmaması, ona kaynaklık edip etmemesiyle değil; bütün varlığıyla Rabbi’ne yönelmiş kulun içerisinde bulunduğu hâlin gereğince amel etmesiyle alakalı olduğunu belirtmiş, Seriyy-i Sakatî ve Fudayl b. İyâz gibi zâtlardan misaller sunmuştu. Devam ediyoruz.]

Fudayl b. İyâz’ın, hacılarla lebâleb dolu Arafat’ta vakfe esnasında yaşadığı hâl, Hakk’a isyan ile geçirdiği zamanları hatırladığı esnada, O’na karşı mahcubiyet hisleriyle kendinden geçtiği istiğrak hâlidir. Şüphe yok ki içerisinde bulunduğu hâlin tesiriyle kendinden geçmesi, mahcubiyet hisleriyle dolup taşması ile elde ettiği ecir, Arafat’ta dua ile meşgul kimselerin, zâkirlerin, o makamda okunması icap eden virdleri dillerinden düşürmeyenlerin ecri ile aynıdır.

Seriyy-i Sakâtî’nin pişmanlığında ve ilâhî huzurdaki mahcubiyetinde kendini gösteren hâl de bu türden bir hâldir. Öyle ya, çarşıda komşularının dükkânı yanarken kendi dükkânı kurtulmuştu da bundan dolayı bir an sevindiği için hamd etmişti. Kendisinde hiçbir zarar ziyan yokken diğerlerinin durumuna razı olması sebebiyle dilinden dökülen hamdden ötürü tevbe istiğfar ile meşgul idi.

Dâvud-i Tâî hazretlerini geceler boyu uyutmayan ve kalbini ürperten haşyet hâli de bu türden bir hâldir. Bir düşünün! Öyle bir hâl ki, bir an dahi yatıp uyumaya imkân bırakmıyor. Yani ona dair şöyle bir cümle de kurmak abes olur: “O, Allah Resûlü’nün, ‘bana gelince, ben oruç da tutarım, oruçsuz günüm de olur, geceleri uyuduğum gibi evlenirim de’ hadisinde beyan buyurduğu tavra muhalefet ediyor.” Hayır. Çünkü o, bile isteye Resûlullah’ın tavrına muhalefet etmiyordu. İçerisinde bulunduğu hâl, onu icbar ediyordu.

Benzer şekilde Marûf-i Kerhî hazretleri de sucunun, “suyumdan içene Allah rahmetiyle muamele etsin” cümlesini işittiğinde adamın bu sözü samimi bir niyetle söylediğinden emindi. Bu dua vesilesiyle Allah’ın rahmetiyle muamele ettiği kullardan olma arzusu onu öyle bir kuşattı ki, sucunun elinden su içmeyi nafile orucuna tercih etti. 

Bu vaziyet karşısından şöyle bir itiraz da yersizdir: “Ama âlimlerden bir kısmı, başlanmış bir nafile ibadeti tamamlamanın vacip olduğunda hemfikir!” Çünkü fakihler içtihatları neticesinde böyle bir karara ulaştıkları gibi, Mârûf-i Kerhî hazretlerinin içerisinde bulunduğu hâl de onu (müctehid olması hasebiyle), tercih ettiği fiilin doğru olduğu yönünde bir içtihada sevk etmiştir.

İbn Atâullah hazretlerinin dikkat çektiği ve benim sâlihlerin hâllerinden misallerle açıkladığım bu hakikat anlaşıldığı vakit, birçok iş ve tasarruflarında Allah’ın kendilerini sevk ettiği hâl gereğince amel eden ve bu amellerinden bazısı zâhiren şer’î hükümlere uygun olmayan sâlih zatları tenkide veya onlara kötü söz etmeye kimsenin dili varmaz. 

Biliniz ki, biz kulların Allah Teâlâ hazretlerine yakınlığının veya O’nun sıfatlarını müşahedenin ya da O’nun azamet ve celâli karşısında kendimizden geçişin muhtelif derecelerde olması, nefsin hâllerinin farklılığı sebebiyle amellerin başka başka olması kapsamında düşünülmelidir. Kimileri lezzetli yiyecek ve içeceklerden uzak dururken, kimileri de bu tür yiyecek ve içecekleri özellikle arzulamadığı halde Hakk’ın sevkiyle önüne geldiğinde onlardan istifade eder.

Birinci gruptakiler bu seçimlerinde tercih sahibi değildir. Zira onlara galebe çalan hâl, envai çeşit lezzetli yiyecek ve içeceği kursaklarından geçirmez. Tıpkı idam sehpasına doğru yürüyen beti benzi atmış bir mahkûm gibi. Bu hâldeki biri böyle güzel yemekleri yemekten hoşnut olur mu veya bundan lezzet alır mı? Zikrettiğimiz hâlin kendisine galebe çaldığı sâlih kullar da idam sehpasına götürülen mahkûm gibi, iştah açıcı, lezzetli yemeklere karşı aynı hisleri paylaşırlar. 

İkinci gruptakilere gelince: Onlar irade ve tercih sahibidir. İçerisinde bulundukları hâl, Hak Teâlâ hazretlerinin kerem, af, rahmet ve lütuf sıfatlarını müşahedeleri sebebiyle bir sevinç hâlidir. Dolayısıyla şu ayet-i kerime gereğince hareket etmekten onları alıkoyan bir his de mevcut değildir: “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü, temiz ve iyi rızıkları kim haram kıldı?” (A’raf 32)

Bu sebeple, birimiz şu tür çıkışlarda bulunsak hata etmiş oluruz: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem lezzetli yiyecekleri kendisine haram mı etmişti? O’nun ashabı veya Tâbiîn, mübah lezzetleri kendilerine haram mı kılmıştı?” Niye hata etmiş oluruz; çünkü birinci gruptakilerin hâli, Resûlullah’ın yoluna veya ashabının ve takip eden nesillerin tavrına muhalefet etmeyi bile isteye seçen ve bu sebeple kendilerine karşı çıktığımız ve bidatla itham ettiğimiz kimselerin hâli değildir. Onların durumu, kendilerine galebe çalan, onları çepeçevre kuşatan hâl sebebiyle tercih ve iradelerini kaybetmelerinden ibarettir. Bu tür hâller de insanın karşı koymaya imkân bulamadığı bir durumdur ki, bunların haram veya helal diye nitelenmesi isabetli olmaz. Ayrıca Resûlullah’ın ashabı içerisinde de bu tür kaçınılması mümkün olmayan hâller ile hâllenmiş Ebü’d-Derdâ ve Ebû Zer radıyallahu anhumâ gibi nice zatlar da vardı ki, onlar dünya nimetleri ile aralarına duvar örmüşlerdi.



Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy