Seyyahlar ve diplomatlar aracılığıyla Osmanlı medeniyeti ve toplumuyla tanışan Batı dünyası, kısa süre içerisinde düşman gördüğü bu muazzam medeniyetin etkisi altına girdi. Özellikle 16’ıncı asırda diplomat olarak İstanbul’a gelen ve burada ikamet eden bazı kişilerin, Osmanlı’nın büyülü dünyasının kapısından içeri girdiklerinde en çok etkilendikleri hususlardan biri süs çiçekleri ve bahçeler olmuştu. Bu kişiler mektuplarında Osmanlı süs bahçelerinden ve birbirinden güzel yüzlerce çeşit çiçekten hayranlıkla bahsederler.
Bu dönemde Avrupa’dan Osmanlı’ya gelen elçilik heyetleri, İstanbul’da gördükleri çeşitli çiçekleri zamanla ülkelerine taşıyınca Osmanlı’dan Avrupa’ya çiçek ticaretinin de başlamasını sağlamış oldular. Böylece Anadolu’nun eşsiz çiçekleri Avrupalıların bahçelerini de süslemeye başladı.
Osmanlı toplumunda ve özellikle saray hayatında çiçeklerin ayrı bir dili olduğunu keşfeden bu yabancılar için Osmanlı’nın çiçek ve bahçe tutkusu fevkalâde sıra dışı ve hayranlık uyandırıcıdır. Çünkü öyle durumlara şahit olurlar ki insanların çiçekler aracılığıyla tek söz etmeden konuştuklarını, isteklerini ya da dertlerini anlattıklarını görürler. Düğünlerde, cenazelerde, mezar taşlarında ya da resmî törenlerde yine çiçekler vardır ve bir şeyler söylemektedir.
Böyle bir kültüre yabancı olan o zamanların Batılısı için bu durum son derece tuhaf ama bir o kadar da ilgi çekicidir. Dolayısıyla Avrupalı diplomat ve gezginlerin kitap ve mektuplarında Osmanlı’nın bahçe ve çiçek tutkusu mutlaka bahsedilen konular arasındadır. Böylece kendi ülkelerinde bu bitkilerin tanınmasını da sağlamış oluyorlardı.
Büyülenen Batılılar
Mesela 1578-1581 yılları arasında Viyana’dan İstanbul’a gönderilen bir heyette yer alan ünlü doğubilimci ve seyyah Salomon Schivegger, padişahın çiçek bahçelerinden çok etkilendiğini anlatır. “Sultanlar Kentine Yolculuk 1578-1581” ismiyle 1608 yılında neşredilen kitabında yer alan bir yazısında sözü yine hayran kaldığı süs bahçelerine getirmek istediğini söyler ve şunları yazar:
“Bunlardan birine gittim. Adına ‘Karabali’ diyorlar. İlk gözüme çarpan yan yana üç atlının rahatlıkla geçebileceği genişlikteki bir yoldu. Yol boyunca ve yolu dikine kesecek biçimde ikişer adım aralıklarla çok güzel serviler dikilmiş, ağaçların arasında bir buçuk insan boyunda hoş görünümlü biberiyeler yetiştirilmişti.”
1716 yılında Edward Montagu İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi olarak atanınca, karısı Lady Mary Montagu da ona eşlik ederek İstanbul’a geldi. Lady Montagu, Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunduğu dönem boyunca yerel kültürü ve gelenekleri incelerken, İngiltere’deki ailesine ve dostlarına Osmanlı yaşamını ve kendi deneyimlerini en ince ayrıntısına kadar anlatan mektuplar yazdı. Bu mektuplar daha sonra “Türkiye Mektupları 1717-1718” adıyla yayınlandı. Tam Lale Devri’nin başlangıcında İstanbul’da bulunan ve hayatının iki yılını burada geçiren Lady Montagu, bahsettiğimiz mektuplarında renk ve çiçeklerin özel anlamları olduğunu belirttikten sonra şunları yazar:
“Parmağınızı bile oynatmadan çiçekler ile tartışabilir, azarlayabilir, dostluk, aşk, nezaket mektupları yazabilir ve hatta haber bile gönderebilirsiniz.”
İstanbul’un resimlerini ve gravürlerini çizen ünlü İngiliz mimar ve ressam Thomas Allom ve İtalyan romancı ve şair Edmondo de Amicis, Lady Montagu’nün yazdıklarını teyit edecek bilgiler verir. 18. yüzyıl İstanbul’unu gravürlerinde yaşatan Allom, portakal çiçeğinin ümit, kadife çiçeğinin ümitsizlik, horozibiğinin değişmezlik, lalenin ise sadakatsizlik anlamına geldiğini söyler. Allom, “selam” adı verilen bir çiçek demetinden bahseder ve bu demetin mektup yerine geçtiğini, sayı ve çeşitlerine göre âşıkların birbirlerine karşı duygularını ifade ettiğini anlatır.
Edmondo de Amicis ise “İstanbul” isimli eserinde Osmanlı kadınlarının çiçek, meyve, ot, tüy, taş gibi şeyleri dillendirmede büyük maharet gösterdiklerini, bir demet çiçekle çok şey söyleyebildiklerini şöyle anlatır:
“Her biri bir manaya gelen, her biri bir sıfat, bir fiil, hatta tam bir cümle olan meyve, çiçek, ot, tüy, taş gibi bir sürü konuşma vasıtaları vardır. Öyle ki bir demet çiçekle mektup yazabilir ve tesadüfen bir araya gelmiş gibi duran çeşitli şeylerle dolu ufak bir kutu veya para kesesiyle birçok söz söyleyebilirler. Her şeyin manası çoğu zaman bir mısra ile ifade edildiği için, her âşık beş dakika içinde âşıkâne küçük bir şiir ve hatta çeşitli vezinlerde küçük bir manzume yazmaya hazırdır.”
İngiliz şair, tarihçi ve gezgin Julia Pardoe, Tanzimat Fermanı’nın ilanından üç yıl önce, 1836’da geldiği İstanbul’da on ay kalır. Bu on ay içerisinde adeta şehrin büyüsüne kapılır ve hem şehri hem de burada tanıştığı insanları üç ciltlik bir seyahatnameye konu eder. Yazarlık kariyerinde birçok roman kaleme alsa da esas ününü bu seyahatnameye ve Osmanlı’ya dair diğer eserlere borçludur. Julia Pardoe’nun anlattıklarına göre o dönemde çiçekli törenler sarayın dışında gündelik hayatta halk arasında da çok yaygındır. Pardoe, hatıralarında Kâğıthane’de tanık olduğu bir yağmur duasını anlatır:
“Akşam olunca köy çocukları ikişer ikişer, ellerinde çiçek demetleriyle yürüyerek yaklaştılar ve insanın tüylerini ürpertecek şekilde Allah’a yalvaran bir ilâhî söylediler. Her beytin sonunda da dervişlerin dereye attıkları demetlerin kırılan parçalarının üzerine ellerindeki çiçeklerden attılar.”
19. asırda Osmanlı’da asker olarak bulunan Helmuth von Moltke’nin de Osmanlı yaşantısında çiçeklerin yeri dikkatini çeker. Moltke, çiçek sevgisi ve geleneğini mezar taşlarında da fark etmiştir. Hayatta iken çiçeğini sarığından eksik etmeyenlerin mezar taşlarındaki sarıklarında da çiçek bulunur. Ayrıca kadın mezarlarının çiçeklerle süslendiğini şöyle anlatır:
“Kadınların mezar taşları çiçeklerle süslenmiştir. Evlenmemiş olanların taşları bir gül goncası ile belli edilmiştir.”
Yine Osmanlı’nın Rumeli bölgesinde yer alan Kızanlık vadisinde karşılaştığı gül tarlası Moltke’yi öyle etkiler ki, “bir tiyatro dekoratörünün böyle bir dekor yapması halinde aşırıya kaçtığının söyleneceğini” yazar. Karşısında duran gül bahçesinden etkilenişini şöyle dile getirir:
“Milyonlarca, birçok milyonlarca gül, gül tarlasının açık yeşil halısının üzerine serilmiştir. Ancak şimdi çoğu gül tomurcuk halinde açılmış durumda. Kur’an’a göre güller ilk kez Peygamber’in Miracı gecesinde ortaya çıkmıştır. Beyaz güller Peygamber’in ter damlalarından, sarılar onun atının terinden ve kırmızılar ise Cebrail’in terinden oluşmuştur.”
Gündelik hayatta çiçekler
Osmanlı kültüründe gelenek ve göreneklerin, tartışılmaz bir yeri vardı. Evlerin ve pencerelerin çiçeklerle, renklerle bir mesaj vermesi, adeta bir işaret dili olması da gelenekler arasında idi.
Mesela bir evin ya da pencerenin önünde gördüğünüz sarı çiçek “bu evde hasta var” demektir. Bu nedenle sarı bir çiçeğin bulunduğu evin sokağına yolu düşenler gürültü yapmadan, rahatsızlık vermeden geçip giderlerdi. Eğer pencerede kırmızı renkli bir çiçek varsa o evde gelinlik çağda bir kız olduğunu anlamalısınız. Bu mesajın sebebi ise şudur: “Bu evde gelinlik çağında bekâr kız var. Evin önünden geçerken hem sözlerine hem de gözlerine dikkat et!”
Ayrıca karanfil, sadakati, suyun üzerinde yüzen nilüfer ise seccadesini suya sermiş dervişleri anlatır. Yine biliyoruz ki Allah dostları çiçekleri, özellikle de gülü severler, ellerinde taşırlar. Menekşe tevazuyu, nergis kendini beğenmişliği, sümbül sevgilinin zülfünü, gonca gül ağzını sembolize eder. Nergis su kenarında yetişir ve kendini seyrediyor gibi görünür. Eski Türkçede kendini beğenmişler için kullanılan Nergisî yani “Narsist” tabiri de buradan gelir.
Şebboy gece açtığı için geceyle ilgili ümidi, baş döndüren kokusuyla zambak yakıcı aşkı sembolize eder. Yasemin de öyledir. Aşkın dili şiirler ise, işareti mendiller ve çiçeklerdir.
Osmanlı’da elbiselerde, halı motiflerinde, sarıklarda, süslemelerde, kitap ciltlerinde, seramiklerde ve dekorasyondan mezar taşlarına kadar her yerde çiçek vardır. Hatta Avrupalılara tekstilde ve dekorasyonda çiçek kullanmayı Osmanlı öğretti diyebiliriz. Belki de bu yüzden Osmanlı toplumunda ve gündelik hayatın her anında bir çiçekle karşılaşmanız çok doğaldır. Düğün, nişan, davet, şölen, bayram kutlamalarında en kıymetli hediyeler içinde de yine birbirinden değerli çiçekler bulunur. Bahçelere ekmekle yetinmedikleri çiçekleri saksılara diken Osmanlı insanı, bu saksıları evlerin, pencerelerin önüne koyardı.
Kızlarına “Gül, Lale, Nergis, Çiğdem, Mine, Yasemin, Reyhan, Karanfil, Süsen, Leylak, Erguvan” gibi çiçek ismi verenler, çiçeklerine de kızları gibi bakardı. İslâm sanatında lale Allah’ı, gül ise Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemi sembolize eder. Lalenin hem şekli hem de Arap alfabesindeki harfleri Allah lafzı ile aynıdır. Tek başına göğe doğru yükselen mağrur bir çiçektir. Tekliği de sembolize eder.
Osmanlı’da çiçeğin bir tedavi aracı olarak kullanıldığı gerçeği, Avrupa’nın pislikten kaynaklanan salgınlar yüzünden kırıldığı bir dönemde ulaşılan medeniyet seviyesini hatırlatır. Evliya Çelebi, Edirne Bayezid Han Bîmarhânesi’nin bahçesinde bahar gelince açan deveboynu, müşk-i rumî, gülnesrin, şebboy, karanfil, reyhan, lale, sümbül gibi çiçeklerin akıl hastalarına tedavi amacıyla verildiğini, bunların kokularıyla hastaları tedavi etmeye çalıştıklarını ama hastaların bunları ya ezdiklerini yahut yediklerini anlatır.
Sonuç olarak Osmanlı’nın çiçek sevgisi ve çiçeklere yükledikleri anlamlar, Batılı seyyahlar ve diplomatlar açısından daha önce görmedikleri bir dünya ve büyülü bir deneyimdi. Denilebilir ki Batı, çiçeği Osmanlı’dan öğrendi. Tarihin garip bir cilvesi, şimdi biz onlardan öğreniyoruz.
Kaynakça
Aysun Kara, Hüma Dergisi, Ağustos-Eylül 2020, 5. sayı.
Edmondo de Amicis, İstanbul 1784, Çeviren: Prof. Dr. Beynun Akyavaş, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1993.
Feldmareşal Helmuth Von Moltke, Moltke’nin Türkiye Mektupları, Çeviren: Hayrullah Örs, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1969.
Julia Pardoe, Sultanlar Şehri İstanbul, (Çevirmen; Banu Büyükkal) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2017.
Lady Montagu, Türkiye Mektupları 1717-1718, Tercüman Yayınevi, Çeviren: Ayten Kurutluoğlu, İstanbul.