Tasavvuf kelimesinin “ashab-ı suffe”den, temiz ve sade manasındaki, “saf”lıktan, yün elbise anlamına gelen ”sûf”dan türetildiğine yönelik farklı görüşler olsa da hâkim olan görüş sonuncusudur. Tasavvuf ehlinin dış görüntüsü, şatafat ve dünyevîleşmeye karşı mütevaziliği ifade eden kaba yün elbise, yani “sûf” üzerinden farklılaşıyordu. İşte ilk tasavvuf ehline bu dış görünümlerinden dolayı “sûfî” demişlerdir.
Sûfîler tasavvufun hadis-i şerifteki “ihsan”a tekabül ettiğini söyler. Meşhur hadis-i şerif şöyledir:
Hz. Ömer radıyallahu anhu rivayet ediyor:
“Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin yanında bulunduğumuz sırada aniden yanımıza elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kimse onu tanımıyordu. Doğru Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Şöyle sordu:
– Ya Muhammed! Bana İslâm’ın ne olduğunu söyle?
Resûlullah efendimiz sallallahu aleyhi vesellem;
– İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Resûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt’i haccetmendir, buyurdu. O zât;
– Doğru söyledin, dedi.
Biz buna şaşırdık. Çünkü hem soruyor hem de tasdik ediyordu. O zât tekrar sordu:
– Bana imandan haber ver.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle cevap verdi:
– İman; Allah’a, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanman ve bir de kadere, hayır ve şerrin O’ndan olduğuna inanmandır.
– Doğru söyledin. Bana ihsandan haber ver.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle cevap verdi:
– İhsan, Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü sen onu görmüyorsan da o seni muhakkak görüyor.” (Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1)
İslâm’ın insanda gerçekleşmesi
İslâm’ın kişinin özünde (enfüsünde) gerçekleşmesini ve güzel ahlâk olarak dışa yansıması olan tasavvufu bugün anlamaya ve yaşamaya ihtiyaç duyuyoruz.
Tasavvuf, dinin ayrılmaz bir parçası olan ve kendisiyle kulluğun kemâle erdiği kalbin amelleriyle ilgilenir. Niyet ve ihlâs olmadan amellerin tamama ermediğini, hatta geçersiz olabileceğini bize tasavvuf söyler. Hatırlayalım; fıkıh veya ilmihal, amellerin sadece gözlemlenebilir tarafını konu edinir. Buna göre “amelin sıhhati” değerlendirmesini yapar. Tasavvuf ise amellerin ihlâs, huşû, kalbin katılımı gibi özünü, manevi tarafını ele alır.
Tasavvuf kulluğumuz için bu kadar önemliyken, son iki asırdır aldığımız hasarın belki de en fazlasına maruz kalmıştır. Maalesef, tasavvufun hayatın içindeki somut müesseseleri olan tarikatlar da bu hasardan mağdur olmuşlardır. Bugün de hâlâ tasavvufun ve bir terbiye okulu olarak tarikatların itibarı zedelenmeye çalışılmaktadır.
Sanki İslâm tarihi boyunca tasavvuf ve tarikatlar; ismi, manası, kurumları ve rehberleriyle hiç yokmuş da son dönemlerde ortaya çıkmış gibi mesnetsiz ve art niyetli suçlamalar yapılmaktadır. Aslında İslâm’a karşı yapılan bu saldırıların ilk merhalesinin tasavvufa karşı yapılmış olması, tasavvufun Müslüman şahsiyetinin oluşumunda ve İslâm toplumunu bir arada tutmada ne kadar büyük bir önem taşıdığının göstergesidir.
Bu durum bir açıdan tasavvuf ehlinin kendi özelinde nefsiyle, dışta ise küffarla ön cephede mücadele ettiğinin bir ispatıdır.
Tasavvufa yapılan itibar suikastının ve kara propagandanın sonrasında sıranın hadis-i şeriflere ve nihayet Kur’an- Kerim’e gelmesi ise kaçınılmazdır ki bunu da yakinen görmekteyiz. Bize düşen ise bu saldırılara karşı Hakk’ın yanında durmaktır. Tasavvufî yaşantıya sahip olalım veya olmayalım, meselenin nereye varacağını/vardığını görmektir.
Saadet Asrı’nda tasavvuf yok muydu?
Tasavvuf’u eleştirenlerin ilk dile getirdiği iddia Asr-ı Saadet döneminde kelime olarak tasavvuftan bahsedilmemesidir. Fakat unutulmamalıdır ki tasavvuf sonradan ortaya çıkmak bir yana, en mükemmel manada Resûl-i Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin şahsında ve ashâb-ı güzîn zamanında yaşanmıştır. Tasavvufun sonradan ortaya çıkmış gibi görünmesinin sebebi, zamanla ve farklı toplumların İslâm ümmetine katılmasıyla bu yaşantıdan uzaklaşmaların başlaması ve Asr-ı Saadet’teki hayatı teklif edenlerin farklılaşmasından dolayıdır.
Tıpkı ilimlerin, fıkhî mezheplerin oluşumu gibi tasavvuf da ashâb-ı güzîn zamanında ortaya çıktı. Ancak sonraları kendine ait kavramları, metodları olan belli bir sistem haline geldi. Nasıl ki itikadî ve fıkhî mezheplerin bir isme, sisteme ihtiyacı olmuşsa, bu irşad faaliyetleri de zamanla isme, sisteme ihtiyaç duydu.
İşte bu isme “tasavvuf”, bu sisteme “tarikat” ve bu mensubiyete “intisab” denildi. Nasıl ki bir kimse “Ben Müslümanım, Kur’an ve Sünnet’e kendim bakıp hüküm çıkartırım, mezheplere ihtiyacım yok” diyemezse, aynı şekilde “Ben İslâm’ı her yönüyle yaşarım, bir mürşide ihtiyacım yok” da diyemez. Bu, “doktor olacağım ama tıp fakültesine ihtiyacım yok” demek gibidir.
“Saadet Asrı’nda bu adlandırmaları göremiyoruz” diyenlere ise şöyle cevap verilebilir: Kastedilen şey adlandırma ise evet, yoktu. Ancak bununla kastedilen şey mana, muhteva ve mesaj ise işte o zaman durup düşünmek gerekir.
Tek gayesi Saadet Asrı’ndaki irfan, ihlâs, ihsan, zühd, teslimiyet gibi birçok şeyi hayata aksettirmeyi hedefleyen tasavvuf için nasıl olur da o zamanda yoktu denilebilir? Kaldı ki isimler aranırsa, fıkıh, kelâm, akâid gibi birçok ilmin de adları o dönemde yoktu, ancak kendileri vardı.
İşte tasavvufun da manası Saadet Asrı’nın tam ortasındaydı. Hz. Ebubekir radıyallahu anhu Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme gelip; “Ya Resûlallah, sen hiçbir yerde aklımdan çıkmıyorsun, hatta öyle ki hacetimi giderirken dahi hatırımdasın” derken tasavvuftaki râbıtanın adını değil ama manasını yaşıyordu.
Yine Hz. Ebubekir radıyallahu anhunun evinin önünden geçen bazı sahabilerin Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme gelip; “Ebu Bekir’in evde ciğer yediğini fakat kendilerine haber vermediğini” söyleyerek şikâyet etmeleri üzerine, o kokunun zikirden yanan kalbinin kokusu olduğunu öğrendiklerinde de evrâdın adını değil, ama manasını yaşıyorlardı.
Bedir Savaşı öncesinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem ashâbına “Kervanı mı, düşmanı mı tercih edersiniz” diye sorduğunda onların; “Sen nereye dersen biz oraya gideriz. Biz İsrailoğullarının Hz. Musa aleyhisselama dedikleri gibi ‘Sen ve Rabbin gidin, savaşın’ diyecek değiliz. Sen bize şu denize yürüyün dersen biz denize yürürüz” diyerek teslimiyetin belki adını değil ama manasını yaşıyorlardı.
Sûfîlerin ölüme karşı tavrı
Tasavvuf ehli, hayatın içinde olan doğum, ölüm, sevgi, bela, sıhhat, huzur, kahır gibi birçok kavramı bilinenden farklı tarif etmişler ve bu tarifleriyle de insanlarda büyük heyecan uyandırmışlardır.
Tasavvufu daha iyi anlamak adına örnek olarak biz bunlardan sadece birini, “ölüm” kavramını ele alıp bunun üzerinden tasavvufun kavramlara yaklaşımını anlamaya çalışalım. Böylece gönül sultanlarının aslında neye yöneldikleri ve ne ile ilgilendiklerini daha iyi anlayabiliriz.
Normalde insanların çoğu ölüme olumsuz tarafıyla bakarlar. Çünkü ölüm soğuktur, ölüp de geri gelen yoktur. Ayrıca ölenlerin bedenlerine olanlar ortadadır. Onlara göre hayat dünya hayatı, var olma da buraya aittir. Sonrası meçhuldür.
Allah Teâlâ’ya ve ölümden sonraki hayata iman eden müminler için dahi dünya hayatı daha yakın ve canlı gelmekte, ölüm sonrası ise kendileri açısından belirsiz bir alan olarak görülebilmektedir. Ayrıca insan bazen kendisini dünya meşgalesine öyle kaptırır ki, ölümü hatırlamaz olur. Ancak sevdiği birini kaybettiği zaman ölüm onları sarsar. Kalbindeki sızı dinmez.
Halbuki tasavvuf ehline göre insan ölmez. Ölen, insanın hayvan tarafı, yani bedenidir. O topraktan gelmiştir, yine ona dönecektir. Gerçekte ise insan ölümle sadece bir varlık âleminden diğerine geçmektedir. Tıpkı anne karnındaki hayattan buraya geldiği gibi. Tasavvuf ehli ölümü bu manada asla bir son olarak görmediği gibi tam tersine bir başlangıç olarak görür. Hatta bazı sûfîlere göre ölüm bir tür düğündür, kavuşmadır. İnsan ölümü onlardan dinlese adeta ölesi gelir.
Elbette sûfîler de ölümün mümin ve kâfir için farklı neticeler doğurduğunu bilir. Takva ehli ile isyankâr mümin açısından da böyledir. Ölüm bir hasat mevsimidir, herkes ne ektiyse onu biçecektir. Kâfir, münafık ve isyankârlar için ölüm kahır günüdür, kıtlık günüdür, zindana giriş günüdür.
İşte bu yüzden tasavvuf ehli “Ölmeden önce ölünüz” nebevî tavsiyesine uygun olarak henüz dünyada iken nefslere ölümü tattırırlar ki hakiki ölüm onlar için doğum olsun. Onlar insanları işe yaramaz yüklerle, gereksiz korkularla baş başa bırakmaz, asıl taşınması gereken sâlih amel ve asıl korku olan Hakk’ın korkusu ile donatırlar.
Peygamber yolu
Tasavvufu başka kişisel eğitim sistemlerinden ayıran husus, Kur’an ve Sünnet’e göre belirlenmiş yöntemleri uygulamasıdır. Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sırruhû “Bizim yolumuz Kitap ve Sünnet’le kayıtlıdır” der. Tasavvufun hareket noktası, dinî sorumlulukları seyr ü sülûkün ayrılmaz bir parçası sayarak şeriat ile hakikat arasında kurulan özdeşliktir. Tasavvuf ehlinin yolu asla şeriattan farklı, ayrı bir yol değildir.
Hatta tasavvuf erbabı, şeriat ile hakikat arasını ayırmayı dahi doğru görmez. Hakikatin, şeriatın ta kendisi olduğunu, ancak insanların şeriatın suretinde takılıp kaldıklarını, tasavvufun insanları şeriatın suretinden özüne, hakikatine doğru yol aldırdığını söylerler.
Mevlanâ Hâlid-i Bağdâdî kuddise sırruhû bu hususu şöyle ifade eder:
“Bizim yolumuz daire gibidir. Yolun başı ile sonu birbirine bağlıdır. Yolun başı şeriat, ortası tarikat, sonu yine şeriattır. Ancak yolun başındaki şeriat, onun sureti (zâhiri) iken, yolun sonundaki şeriat, onun hakikatidir. Şeriatın suretinden hakikatine geçmek için tarikat menzilinden geçmek gerekir.” (Mektubât-ı Mevlanâ Hâlid)
İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû şöyle der:
“Bâtın zâhiri tamamlar; onu kemâle erdirir. İkisi arasında kıl kadar ayrılık yoktur. Bu manada bir örnek verelim: Dille yalan söylememek şeriattır. Yalanı hatırdan, kalpten silip atmak tarikat ve hakikattir. Şayet bu yalanı hatırdan ve gönülden silmek zorlama ile oluyorsa bu tarikattır. Gayet kolay oluyorsa hakikattir. Bâtın olarak adlandırılan tarikat ve hakikat, şeriattan ibaret olan zâhiri tamamlayıp kemâle erdiren iki unsurdur.” (Mektubât-ı Rabbânî)
Hoş bir meyve gibi
Tasavvuf terbiyesi altındaki bir sâlik, mürşidi nezâretinde belirli usullerle yol alıp olgunluk mertebelerini tırmansa da onun bu hali halktan kopuk olduğu sürece insanlara bir faydası olmayacaktır. Bu bakımdan tasavvufta hizmet çok önemli, çok kıymetli bir düsturdur.
Nitekim Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” buyurmuştur. İnsan diğer insanlara haliyle, güzel ahlâkıyla, hizmetiyle, ilmiyle, sohbetiyle ve infakıyla faydalı olduğu ölçüde kıymet kazanır. Yoksa Hak Teâlâ’nın, hâşâ, insanların ibadetine, riyazetine ihtiyacı yoktur. Elbette sonraki adımlar için bunlar da gereklidir, ancak hedef bu değildir. Gaye, kulun her halinin Allah için olmasıdır.
İnsanlara faydalı olmak da Allah için olmalıdır. İşte tasavvuf yolunda olan bir sâlik, ilk olarak kalbinin amellerini düzeltir. Niyetini hâlis kılar. Her işini Allah için yapma niyetinde olur. Çünkü niyet Allah için olmadıktan sonra kişi ibadet bile yapsa o ibadetin kişiye bir faydası olmadığı gibi, zararı vardır. Allah için değil de “namaz kılıyor” desinler diye kılınan namaz gibi. Bir iş Allah için yapılırsa da, o iş yemek, uyumak gibi mübah bir iş olsa bile ibadet olur.
Tasavvuf yoluna giren bir sâlikin, arınma ve nefs terbiyesi sonucunda ahlâkı da güzelleşir. Tıpkı ağacın meyvesinin yavaş yavaş olgunlaşıp tatlılaşması gibi olgunlaşıp tatlanmaya başlar. Öyle ki hali, sohbeti, davranışları sevilir, ona muhabbet duyulur. İnsanlara zararı olmadığı gibi daima iyiliği dokunur. Mütevazi, diğergâm, cömert, hizmet ehli olur. Böylece diğer insanlar hoş bir meyve yercesine ondan beslenirler. İşte tasavvufun meyvesi böyle bir insandır.
Tasavvufta yolun başı ile sonu birbirine çok benzer. Hatta bazı ârifler “hayret” makamından kastın bu olduğunu söylerler. Evet, bu yolun başı da sonu da şeriattır, bu yolun başı da sonu da insan olmaktır. Kulluktur, muhtaçlığını bilmektir, edeptir. Seyr u sülûkünde ilerleyenlerin edebi artar, ahlâkı güzelleşir. Hiçbir şeyin farkında olmayanlar ise edepsizliği hürriyet zanneder, kendi menfaati için başkalarının hakkını yemeyi akıllılık sanırlar. Ne büyük bir aldanış!