Âriflerin Hayatı
İslâm telif kültüründe, alanında tanınmış kişilerin biyografilerini konu edinen tabakât ve hâl tercümelerinin önemli bir yeri vardır. Bu alanda yazılan yüzlerce eser; ilim, sanat, kültür ve sosyal tarihimiz açısından bugünlere ışık tutmaktadır.
Taşköprüzâde Ahmed Efendi’nin (v. 1561) Osmanlı’nın kuruluşundan kendi yaşadığı çağa kadar geçen iki buçuk asra yakın bir zaman diliminde yaşayan üç yüzden fazla âlimin hayatını anlattığı eş-Şakâ’iku’n-Nu‘mâniyye fî-Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye adlı biyografik eseri de bu eserlerden biridir.
Taşköprüzâde, kitapta geçen âlimlerin bir kısmı ile bizzat görüşmüş ya da yakınları aracılığı ile tanışmış, bir kısmıyla da hocalık-talebelik ilişkisi ile yakın temasta bulunmuştur. Yani kitaptaki bilgilerin birinci elden olduğunu söyleyebiliriz.
Bundan altı asır önce yaşayan âlim ve evliyaların hayatlarını okumak; ilim yolunda verilen emeklere, yaşanan sıkıntılara ibret nazarıyla bakabilmeyi sağlar. Orta Asya, İstanbul, Horasan, Bağdat ve daha nice İslâm beldeleri arasında ilim için seyahat eden âlimlerin, gönül ehli âriflerin hayata, dünyaya ve mala mülke bakışlarını da müşahede etmeye vesile olur.
Taşköprüzâde Ahmed Efendi, Yıldırım Bayezid devri âriflerinden Somuncu Baba’nın hayatıyla ilgili şunları söylüyor:
“Şeyh Hâmid bin Mûsâ el-Kayserî [Somuncu Baba] (v. 1412) bu devrin tarikat şeyhlerindendir.
Kayseri’den olup son dönem şeyhlerinin önde gelenlerindendir. Sırrı mukaddes olsun. Zâhir ve bâtın ilimlerine vâkıf, yüksek kerâmetleri ve seçkin makamları olan bir zâttır. Tasavvuf hâllerinin başlangıç aşamasında Bursa’da yaşıyordu. Ekmek satıyor, sattığı ekmekleri de sırtında taşıyordu. İnsanlar bereketinden nasiplenmek üzere ondan ekmek satın almak için neredeyse yarışırlardı.
Şeyh Şemseddin Fenârî onunla arkadaşlık eder, ondan faydalanır ve onun üstünlüklerini bilirdi. Sultan Bayezid Han Bursa’da Ulu Cami’yi yaptırınca Şeyh’ten orada vaaz etmesi için ricada bulundu. Birkaç vaaz meclisinden sonra insanların kendisine olan yönelişini görünce Aksaray’a göçtü. Orada Hoca Ali el-Erdebîlî’den tarikatın zâhir ilmini öğrendi. Ancak kendisi Üveysî tarikatına mensuptu. Onu da merhum Bâyezîd-i Bistâmî’nin ruhundan bâtın yoluyla almıştı. Sırrı mukaddes olsun.
Hızır aleyhisselam ile arkadaşlık yaptığı da rivayet edilir. Nitekim İyâs Efendi’den naklen şöyle anlatılır: “Şeyhlerden çoğu haksız mal edinirlerdi. Şeyh Hamîdüddin ise asla böyle bir şey yapmadı.” İlk tarikat tahsiline Dımaşk’ta Bayezid Zâviyesi’nde yerleşik bir şeyhte başladığı, daha sonra oradan ayrılıp Hoca Ali el-Erdebîlî’nin yanına gittiği de söylenir.
Anlatıldığına göre, müridlerinden biri bir parça araziye kendisi için, diğer bir parçaya da şeyh için ekin eker. Müridin kendisi için ektiği yerde ürün bittiği hâlde şeyh için ektiği yerde hiçbir şey bitmez. Bir gün şeyh oradan geçerken müride hangisinin kendi arazisi olduğunu sorunca mürid utancından kendisi için ektiği yeri gösterir. Fakat şeyh bu duruma çok üzülür. Mürid bu üzüntüsünün sebebini sorduğunda şeyh; “Benim arazim çok mahsul vermiş. Lakin bu benim çok büyük bir günahım yüzünden olsa gerek” der.
Aksaray’da vefat etti. Kabri çok meşhur olup mübarek sayılır ve ziyaret edilir. Allah yüce sırrını mukaddes kılsın.”
(Taşköprüzâde, Eş-Şakâ’iku’n-Nu’mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, sf. 102, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 1. Baskı)
Zulüm ile Âbâd Olunmaz
Sultan II. Murad Han devrinde bir gün sadrazam, askere her zamanki ulûfesini (üç ayda bir verilen ücreti) dağıttıktan sonra padişahın huzuruna girip şöyle demiş:
– Hünkârım, askere ulûfesini dağıttık. Fakat bir miktar arttı. Ferman buyurursanız, ihtiyat akçesi olarak devlet hazinesine koyalım.
Sadrazam paranın artmasına padişahın sevineceğini düşünüyormuş. Fakat yanılmış. Sultan Murad Han bundan memnun olmamış. Çünkü o güne kadar ulûfe dağıtıldıktan sonra geriye fazla para kalmazdı. Şimdi kaldıysa bunun bir sebebi olmalıydı. Bu yüzden sadrazama şöyle söylemiş:
– Lala, her zaman ulûfe dağıtırken geriye akçe kalmazken, bu sefer fazla gelmesinin sebebi nedir? Herhalde defterdarımız bize yaranmak, gözümüze girmek için halktan fazla akçe toplamış. Padişah’a yaranmak için halka zulmeden, tebânın malını zorla elinden alan bir defterdar bize gerekmez.
Bu sözlerden sonra Sultan Murad Han defterdarı görevden aldı. Çünkü “zulüm ile âbâd olanın kahr ile berbad olacağı” hakikatini biliyor ve buna gönülden inanıyordu.
Zerre Kadar Kibir!
Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Amr b. Âs radıyallahu anhum bir hac döneminde Merve tepesinde karşılaştılar. Bir süre sohbet ettikten sonra Abdullah b. Amr ayrılıp gitti. Orada bulunanlar Abdullah b. Ömer’in ağlamakta olduğunu görüp sebebini sordular. Abdullah b. Ömer şöyle dedi:
– Abdullah b. Amr, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimseyi Allah Teâlâ yüzüstü cehenneme atar” buyurduğunu işittiğini söyledi. Ağlamam bundandır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Mescid-i Aksa
Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnımı koydum
Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu.
Gözlerim yollarda bekler dururum
Nerde kardeşlerim diyordu bir ses
İlk Kıblesi benim ulu Nebi’nin
Unuttu mu bunu acaba herkes.
Burak dolanırdı yörelerimde
Miraca yol veren hız üssü idim
Bellidir kutsallığım şehir ismimden
Her yana nur saçan bir kürsü idim.
Hani o günler ki binlerce mümin
Tek yürek halinde bana koşardı
Hemşehrim nebiler yüzü hürmetine
Cevaba erişen dualar vardı.
Şimdi kimsecikler varmaz yanıma
Müminde yoksunum, tek ve tenhayım
Rüzgârlar silemez gözyaşlarımı
Çöllerde kayıp bir yetim vahayım.
Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde
Götür Müslümana selam diyordu
Dayanamıyorum bu ayrılığa
Kucaklasın beni İslâm diyordu.
Mehmet Akif İnan (1940 - 2000)