Cemaatle namaz kılmanın önemiyle alakalı bir sohbet ortamında, Hanefî mezhebine göre cemaatle namaz için camiye gitmemeyi mübah kılan durumları sayarken âmâ yani kör olmayı da söylemiştim. Sohbetten sonra bir kardeşimiz yanıma gelip; “Siz cemaate gitmeme mazereti arasında âmâ olmayı da saydınız. Fakat âmâ olduğu için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemden mescide gelmemek üzere izin isteyen bir sahabiye Efendimiz, ‘Ezanı duyuyor musun?’ diye sormuş, sahabi de ‘Evet’ diye cevap verince Efendimiz; ‘O halde davete icabet et, namaza gel’ buyurmuştu.” dedi. Ben de o kardeşimize “Sence İmam-ı Azam Hazretlerinin, bu hükmü verirken bu hadisi bilmiyor olması mümkün mü?” diye sordum. Sonra da meseleyi şöyle açtım: “Müçtehid imamlarımız bir konuyla alakalı hüküm verirken o konuyla ilgili bütün ayetlere, hadislere, sahabe uygulamasına bakıp, hepsini belli ilmî usuller çerçevesinde ele alarak nihaî bir hükme varıyorlar. Biz ise bir konu hakkında sadece bir ayet ya da hadis duyunca, o da kırık dökük bir tercüme, kendimizi o konunun âlimi zannediyoruz.”
Usul olmadan
Aslında buna benzer durumlarla sık sık karşılaşıyor ya da farkında olmadan biz de bu hataya düşebiliyoruz. Dinî bir mevzu konuşulduğunda müçtehid edasıyla Kur’an-ı Kerim’den hüküm çıkartacak derecede “ama şöyle bir ayet var” denilebiliyor. Ya da bu örnekte olduğu gibi “Peki ama bu hadisi nereye koyacağız?” dercesine itirazlar yapılabiliyor.
Her şeyden önce bu durumun büyük bir usul hatası olduğunu bilmemiz gerekir. Nitekim bundan dolayı fıkıh usulü diye apayrı bir ilim dalı ihdas edilmiş. Yani Kur’an-ı Kerim’den, hadis-i şeriflerden hüküm çıkarmanın son derece incelikli usulleri vardır ve bu usulün bizzat kendisi bile bambaşka bir ilimdir. Müçtehid âlimlerimiz dahi bu usullere uymadan içtihat yapamazken biz nasıl bir cüretle bir konu hakkında tek bir ayeti ya da hadisi delil göstererek bir hükme varmaya çalışabiliriz?
Müçtehid âlimlerimiz ayet ve hadislere bütünsel bakarlar. Deyim yerindeyse çorabın tekini bulunca çorabı buldum demezler. Çiftini bulmadan tekini bulmanın işe yaramayacağını, kanadın birine ağırlık verip diğerini ihmal etmenin yoldan sapmak olacağını bilirler.
Bilinmelidir ki Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Allah Teâlâ’ya, sahabe Peygamber’e, Tabiîn de sahabeye bakmıştır. Bu silsileye göre ümmet de imamlara bakar. İmamlar derken kastedilen, müçtehid mezhep imamlarımızdır, mezheplerdir. Yani bizler iz takip ediciler -mukallid de diyebiliriz- için dinî bir hüküm söz konusu olduğunda içtihat ayet ve hadisten önce gelir. Tıpkı sahabe için Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin önde gelmesi gibi. O nasıl söylemiş ve yaşamışsa sahabi efendilerimiz Kur’an’ı öyle anladılar ve uyguladılar. Lafzı ve anlamı ayrıca bir yoruma tâbi tutmadılar.
Mesela Asr-ı Saadet’te şöyle bir manzarayla karşılaşılmaz: Bir ayet nâzil oluyor, Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem ayeti tebliğ ediyor, sahabiler de kendi aralarında tartışıp ayeti anlamaya çalışıyorlar. Hayır, böyle bir durum asla vâki değildir. Bir ayet nâzil olduktan sonra bütün sahabilerin gözü kulağı yine Efendimiz’e odaklanmış, O’nun nasıl anladığına ve hayatına nasıl tatbik ettiğine dikkat kesilmişlerdir. Asr-ı Saadet’te “anlamak” Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemden Kur’an’a doğrudur. Sünnet Kur’an’ı anlamanın usulüdür. Bundan dolayı fıkıh usulünde Kur’an ve Sünnet bir tutulup, ikisine birden “nass” denilmiştir. Yani İslâm’ın aslî ve temel kaynakları...
Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin âhirete irtihalinden sonra ümmetin gözü kulağı bu kez sahabeye çevrilmiş ve onlara bakarak Kur’an ve Sünnet anlaşılmaya çalışılmıştır. Nihayetinde müçtehid imamlarımızın çalışmalarıyla bütün bunlar derlenmiş, “sahih anlam ve anlayış” kayıt altına alınmış ve mezhepler teşekkül etmiştir. Böylece ümmetin üzerinden büyük bir yük kalkmış, belli usuller çerçevesinde oluşturulan itikadî ve amelî mezhepler ile Müslümanların inanç, ibadet, amel ve ahlâkı nasslar çerçevesinde sistemleştirilmiştir. Bundan sonra yeni durumların haricinde ayrı bir içtihada gerek kalmamıştır.
Ümmet, Kur’an-ı Kerim’i ve hadis-i şerifleri, izinden gittiği -taklid ettiği de diyebiliriz- müçtehidin rehberliğinde anlamaya çalışır. Çünkü o müçtehidin, hem aslî kaynağa yakınlığı bakımından hem ömrünü sahih anlamın muhafazasına adaması sebebiyle Kur’an ve Sünnet’i kendisinden daha iyi anladığını bilir. Onların izini takipten ayrıldığında sayısız anlayış ve uygulamanın ortaya çıkacağını, bu karmaşada yolunu kaybedeceğini de bilir. Bununla alakalı şöyle bir menkıbe nakledilir:
Kim daha iyi anlıyor?
Hanbelîlerin yoğun olarak yaşadığı bir beldeye, mezheplere ve müçtehidlere tâbi olmaya karşı olan bir âlim gelir. Âlim bir mescidin kürsüsünden sorusu olanların sorabileceğini söyler. Bunun üzerine adamın biri bir soru sorar. Âlim ise mezhepli olmaya nazire yaparcasına “Soruna Kur’an’a göre mi cevap vereyim, yoksa Ahmed b. Hanbel’e göre mi?” diye sorar. Adam “Ahmed b. Hanbel’e göre cevap ver” deyince âlim istediği cevabı almışçasına “Sen Ahmed b. Hanbel’in sözünü Kur’an’ın sözünden üstün mü tutuyorsun?” diye sorar. Adam şu cevabı verir: “Hayır, elbette üstün tutmuyorum. Fakat onun Kur’an’ı senden daha iyi anladığını düşünüyorum.” diye cevap verir.
İşte gerek itikadî veya fıkhî bir mezhebe, gerekse de tasavvufi bir yola yani tarikata intisap edenlerin bir izi takip ederken yani taklid ederken düşündükleri ve yaptıkları aslında budur. Kur’an’ı ve Sünnet’i kendisinden daha iyi bilen, anlayan, yaşayan ve yaşatan olduğunu düşündüğü bir âlime tâbi ve teslim olmak... Bu aslında ümmet için büyük bir kurtuluş kapısıdır. Ayrışmanın değil, ortak anlayış ve yaşayışın tek yoludur.
Bunu tersinden bir sağlama yaparak daha iyi anlayabiliriz. Bir an için mezheplerin olmadığını düşünelim. Böyle bir ortamda bir gayrimüslimin Müslüman olduğunu ya da günahkâr bir kimsenin tevbe ederek Hak yoluna girdiğini kabul edelim. Böyle bir kimseye ilk teklif edilecek amelin namaz olduğunu biliyoruz. Bu kimseye abdestin nasıl alınacağını, namazın nasıl kılınacağını, şartlarını, abdesti ve namazı bozan hususları nasıl ve neye göre anlatacağız? Şunu mu diyeceğiz: “Artık Müslüman oldun, buyur, bu Allah’ın Kitabı, bunlar da hadis kitapları. Artık bunlara kendin bakarak abdestin nasıl alınacağını, namazın nasıl kılınacağını buralardan çıkar.” Bunu söylemenin uygulamada bir karşılığı olabilir mi? Yok, eğer bunları kendimiz çıkarıp “şöyle abdest alıp namaz kılmalısın, şunları yaparsan abdestin ve namazın bozulur” dersek, bu sefer kendi mezhebimizi anlatmış olmuyor muyuz?
İşte müçtehid imamlarımız İslâm’ın itikadî ve amelî hükümlerini sistemleştirip somutlaştırmışlar, böylece ümmetin üzerinden büyük bir yükü almışlar, geriye sadece bir tercihte bulunup uygulamayı bırakmışlardır. Dünyevî işlerimiz de böyle değil midir? Kimse hukuk kurallarına, anayasayı ya da kanunları tek tek inceleyerek uymuyor. Doktorlar bir hastalığı ya da ilacı en başından keşfedip, deneme yanılmayla tedavi uygulamıyor.
Bütün bunlar bir müminin ayetlere ve hadislere atıf yapmasının yanlış olduğu anlamına asla gelmez. Hele hele onların değerini hiç düşürmez. Tabii ki mümin olarak bizler Kur’an’la, hadisle, sünnetle beslenir, hayat bulur, rahatlarız. Konuşmamıza, yazımıza, işimize onlarla başlarız. Onları okuyarak ibadet eder, yenilenir, bereketleniriz. Onlarla istikamet buluruz.
Dikkat çekmek istediğimiz husus, Allah’ın Kitabı’nı ve Peygamberi’ni kendince doğrudan anlamaya çalışmanın, nasslardan doğrudan hüküm çıkarmaya çalışmanın ya da bir fikrimize onları doğrudan delil göstermenin her önüne gelenin işi olmadığıdır. Yapmamız gereken, başta itikadımız olmak üzere ilmihalimizi ve diğer fıkhî meselelerimizi bir bilenle okuyarak ya da ehline sorarak öğrenmek ve tatbik etmektir. Dünya huzurumuz ve uhrevî saadetimiz buna bağlıdır.