Karadeniz Gazı Mayıs’ta Evlerde
İçerisinde bulunduğumuz dönem, güç savaşlarının dünyayı şekillendirdiği bir zaman dilimine tekabül ediyor. Üzülerek ifade edelim ki haklının değil, parayı elinde bulunduranın gücü heybesinde taşıdığı bir asırda yaşıyoruz. Bu durum kişiler için olduğu kadar devletler için de böyle. Maddi kaynakları elinde tutan ya da bir şekilde kontrol eden devletler her ne olursa olsun gücü de eline geçiriyor. Rusya bu durumu doğrulayan ilginç örneklerden biri. Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1991 yılının Aralık ayından 2000’lerin başına kadar adeta fetret devri yaşayan ülke, 2000’lerden sonra güçlü siyasî iradesi sayesinde enerji kaynakları üzerindeki nüfuzunu artırarak dünyaya meydan okuyacak seviyeye ulaştı. Bugün yaşanan Rusya-Ukrayna krizinde, Rusya’nın enerji kaynakları üzerinden devşirdiği güç hayli etkiliydi. Enerji, aynı zamanda Rusya’yı Avrupa karşısında son derece etkin bir pozisyona da taşıdı.
Türkiye yıllardır enerji kaynakları açısından dışa bağımlı durumda. Bu durumun ekonomiye ciddi yansımaları bulunuyor. 2022 yılında Türkiye’nin enerji ithalatı için harcadığı para tamı tamına 80.5 milyar dolar. Eğer bir gün Türkiye kendi ihtiyacını karşılayacak duruma gelirse her yıl en az bir miktar para hazinede kalacak. Bir de ihtiyacının fazlasını elde ettiğini ve bu fazlayı ihraç ettiğini düşünürsek, Türkiye’nin uluslararası sahada bir üst lige çıkacağını söyleyebiliriz. Karadeniz ve Doğu Akdeniz’de yapılan çalışmalar Türkiye’yi bir süre sonra bu noktaya getirecek. Karadeniz’de keşfedilen ve üzerinde çalışılan doğalgaz, Mayıs ayı içerisinde evlere aktarılacak. Tarihimizin belki de en hayatî çalışmalarından birinin başarıyla sonuçlanması, hepimizi gururlandırmalı. Bir süre sonra ihtiyacımızın fazlasını da üretip bir enerji devine dönüşme ümidi de ufukta beliriyor. İnşallah o zaman eski günlerimize dönüp, sadece lafta değil fiilen de “mazluma umut, zalime korku” olacağız.
Türkiye Devrimi Devam Ediyor
Söz hazinemiz içerisinde atasözlerinin önemli bir yeri var. Yaşanmışlıkların üzerine söylenen atasözleri, asırlar öncesinden bugüne tecrübe aktarımı olarak karşımızda duruyor. “Kötü komşu insanı ev sahibi yaparmış” da bunlardan biri. Sıradan bir deyiş değil üstelik, sıkça gerçekleştiğini de görüyoruz. 2016’dan bu yana yaşadıklarımız, kelimenin tam anlamıyla Türkiye’yi “ev sahibi” yaptı. 15 Temmuz 2016’da tertiplenen ve milletin ortaya koyduğu iradeyle başarısızlıkla sonuçlanan darbe girişimi sonrası, özellikle savunma sanayii alanında milli kaynakların ne kadar mühim olduğu anlaşıldı. Türkiye’yi F-35 programından çıkaran, parasını aldığı halde hava savunma sistemi vermeyen Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin süreçteki payı büyük tabii ki. Türkiye, 15 Temmuz’da birlik ve beraberlik içerisinde olduğu takdirde tankları bile durdurabileceğini gösterdikten sonra, kıtalar fetheden ruhu tarihin içerisinden çıkıp geldi. Savunma sanayii başta olmak üzere pek çok alanda milli kaynaklarla üretime geçildi.
Yerli silah, yerli araba, yerli savunma sistemi derken, yerli savaş uçağımızdan sonra uçak gemimiz TCG Anadolu da artık denizlerde süzülmeye başladı. 232 metre genişliğindeki TCG Anadolu, ana yapılandırması bakımından Türkiye’nin amfibi hücum gemisi sınıfına giren ilk gemi olma özelliğini taşıyor. 2014 yılında yapımına başlanan gemi, tam donanımlı sekiz helikopter bulundurabilecek. Geminin bir tabur tam teşekküllü askerin istenilen bölgeye sevkini sağlayabilme özelliği de mevcut. TCG Anadolu, büyük bir hayalin ilk adımı. Zira bu çalışma, büyük savaş uçağı gemilerini inşa etmenin yolunu açacak.
ABD’de yüzlerce savaş uçağı var. Bunların sadece proje maliyetinin bile 38 milyar dolar olduğu düşünülürse, uçak gemisi üretmenin ne kadar büyük bir atılım olacağını anlayabiliriz. Türkiye Devrimi, TCG Anadolu ile yoluna devam ediyor. Öyle görünüyor ki daha büyük projeler de hayata geçirilecek. Yeter ki siyasî istikrar devam etsin.
2010’lu yıllar, Türkiye’yi zorlu bir dönemece itti. İçeride peş peşe yaşanan krizler, 2016’da büyük bir darbe girişimiyle nihayetlendi. Ancak, milli irade bu badireden de çıkmayı başardı. Sürecin başında yaşanan Arap Baharı, kuşkusuz sonraki gelişmeler için tetikleyici unsurlardan biri oldu. Arap Baharı’nın son halkası olarak Suriye’de yaşanan kriz, Türkiye için de iç politikayı yakından ilgilendiren ve etkilerini bugün dahi hissettiğimiz yaralara sebebiyet verdi. “Komşularla sıfır sorun” siyasetiyle başlayan hikâye, maalesef “sıfır komşu” gerçeğiyle yüzleştirdi bizi. Mısır da o dönem köprüleri attığımız, ilişkilerimizi sıfır noktasına indirdiğimiz ülkelerden biriydi. Yaşanılanları kabullenmek zordu tabii ki. Fakat devletin hisleriyle değil, gerçekleri kabullenerek hareket etmesi gerektiğini unutan bir dış politika aklı, Türkiye’yi Mısır’la da düşman etti. Darbeyle iktidara gelen Sisi yönetimi, Türkiye’ye cephe olan her anlaşmaya imza attı. Vizeleri kaldırdığımız, tarihin mirasını paylaştığımız Mısır, birdenbire karşımıza dikildi.
Aradan geçen zamanda Türk dış politikası için yeni sayfalar açıldı, ilişkiler yeniden normalleşmeye başladı. İsrail’le bozulan münasebetler, yeni hükümetle birlikte düzeltilmeye başlandı. Mısır’la da uzun süredir diplomatlar ve dışişleri bakanları düzeyinde yürütülen görüşmeler, devlet başkanları seviyesine taşındı. En sonunda büyükelçi atamaları da gerçekleştirildi ve Mısır’la vizeler yeniden kaldırıldı.
Devletler insanlar gibi değildir. Duyguları yoktur, çıkarları vardır. Dolayısıyla devletin dış politikada yaptığı manevraları değerlendirirken bu çerçeveden bakmak gerekir. Mısır’la kanlı bıçaklı olmak aleyhimizeyse, her ne gerekçeyle olursa olsun geri adım atmak gerekir. Bugün dost olduğumuz başka bir devletle de yarın rakip olabiliriz. Mısır’la ilişkilerimizi düzeltmek bugün özellikle Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarları için şarttı. Bu diyaloğun nelere kapı aralayacağını önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.
Sudan İstikrara Hasret
Afrika, dünyanın en zengin yer altı kaynaklarına sahip ve fakat talihi de bir o kadar fakir coğrafyalardan biri. İngiltere, Portekiz, Fransa, İspanya, Almanya gibi devletler tarafından asırlardır sömürülen Afrika ülkeleri, bugün de aynı kaderi yaşamaya devam ediyor. Her ne kadar “seçilmiş” liderler tarafından yönetilseler de bu ülkeler Paris’ten, Londra’dan, Brüksel’den, şimdilerde Washington’dan hatta Pekin’den gelecek talimatlara uygun hareket etmek durumunda kalıyorlar. Post-kolonyalizm döneminde sömürü artık sistematik hale geldi ve uyduruk kurallarla meşrulaştırıldı. Verilen talimatlara uymayan liderler, darbe yahut isyanlarla düşürülüyor. Sudan da Afrika’nın pek çok ülkesi gibi şimdilerde aynı akıbeti yaşıyor. Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’in devrilmesiyle birlikte kargaşanın hakim olduğu Sudan’a sunulan geçici çözümler problemi çözmeye yaramıyor. Çünkü çözülmesini isteyen bir irade yok ortada.
Kendisi de 1989’da gerçekleştirilen kansız darbenin ardından 1993’te Devlet Başkanlığı koltuğuna oturan Ömer el-Beşir, 2009’da Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından Darfur’da çatışmalarda ölen 300 bin kişinin sorumlusu olarak gösterilmiş ve soykırımla suçlanmıştı. 2011’deki Arap Baharı’nı teğet geçirerek atlatan Sudan’da el-Beşir, bu suçlamaya rağmen iktidarda kalmaya devam etmişti. Ta ki 2019’da patlayan sokak olaylarına kadar. 19 Aralık 2019’da halk sübvansiyonların kaldırılması nedeniyle ekmek, yakıt, tüp ve elektriğe gelen zamlar sebebiyle sokaklara dökülmüş, ardından olaylar altından kalkılamaz hale gelmişti. Asker de istihbaratçılar ve polislere karşı halkın yanında yer alınca, el-Beşir yönetimi daha fazla iktidarda kalamadı. Gelinen noktada Sudan; Irak, Yemen ve Libya’nın kaderini yaşıyor. Her geçen gün kriz derinleşiyor. Batı, bu noktada temel stratejisini yeniden hayata geçirecek. Gerilimin ayyuka çıktığı dönemde yeni bir kanlı müdahaleyle hadiseyi kapatacak. Allah Sudanlı Müslümanların yardımcısı olsun.
‘Özgürlükler Ülkesi’ Amerika’da Medya Yasağı
Sosyal medya hayatımızı birçok yönden kuşattı. Hızlı teknolojik gelişmelerin bu gerçeklikteki payı göz ardı edilemez. Artık neredeyse herkesin elinde akıllı cihazlar bulunuyor. Ve nefsimizin hoşuna giden her şeye elimizde; cebimizde taşıdığımız cihazın ekranından ulaşabiliyoruz. Hayatımız önemli ölçüde kolaylaşsa da mahremiyet kavramı lügatimizden çıkıp gitti. Bırakalım çocuklarımızı kurtarmayı, kendimizi bile bu girdaptan söküp çıkaramıyoruz. Siyasetin ve toplumların dizayn edildiği, insanların birer müşteriye dönüştürüldüğü ve hakikatle yalanın birbirine karıştırılıp zihinlerin bulandırıldığı bu ortam, öyle görünüyor ki uzunca bir süre daha hayatımızı derinden etkileyecek.
Devletler de yaşananların farkında. 2010’larda Ortadoğu’da yaşanan devrim hareketleri ve sokak olaylarının fitili sosyal medya üzerinden ateşlenmişti. Bu mecraları yasaklamak bir çözüm olarak değerlendiriliyor. Mesela Rusya, Ukrayna işgali döneminde tamamen kapatmasa da sosyal medya kullanımını kısıtlama kararı almıştı. Böyle müdahaleler Batılı ülkeler tarafından fikir özgürlüğüne aykırı olarak değerlendiriliyor. Gerçekten fikir ve ifade özgürlüğüne aykırı olduğu için değil tabii ki. Silahla müdahale etmenin hayli maliyetli olduğu bir dönemde toplumlar üzerinde sosyal medya aracılığıyla yapılan mühendislik faaliyetleri, daha az maliyetle daha kesin sonuçlar veriyor. Ancak işin ucu kendilerine dokununca, zerre taviz vermeden olması gerekeni yapıyorlar.
ABD’nin Montana eyaleti, Çin kaynaklı sosyal medya platformu TikTok’u tamamen “ulusal güvenlik endişeleri” nedeniyle yasaklama kararı aldı. Vali tasarıyı onaylarsa Montana, ABD’de TikTok’u yasaklayan ilk eyalet olarak kayıtlara geçecek. Aynı olayın Türkiye’de yaşandığını varsayalım. Mesela ulusal güvenlik nedeniyle seçim döneminde Türkiye’de Twitter kapatılmış olsun. Anında “diktatörlükle yönetilen 3. Dünya ülkesi” olarak anılmaya başlarız. Ama iş Batı’ya döndüğünde kavramların anlamı hemen değişiveriyor. “Senin teröristin kötü, benim teröristim iyi” kıyaslamasını yapacak kadar alçalan bir topluluktan başkası da beklenemez zaten.
Hindistan’da İslâm Düşmanlığı
İslamofobi, son yıllarda üzerine uzun uzadıya tartışılan konular arasında. Özellikle Avrupa’da yaygın bir şekilde görülen İslamofobi, her ne kadar “İslâm korkusu” olarak tanımlansa da aslında İslâm düşmanlığından başka bir şey değil. Avrupalıların özellikle Müslümanları kötü göstermek için birtakım terör eylemlerini desteklediklerini yahut örtülü şekilde organize ettiklerini de biliyoruz. Medya ve iletişim araçları da bu sürece doğrudan etki ediyor. Ancak, İslâm düşmanlığının Avrupa’yla sınırlı olmadığı da aşikâr. Bir buçuk milyar nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkelerinden olan Hindistan da İslâm düşmanlığının yaygın olarak görüldüğü bölgelerden biri. Nüfusunun yaklaşık yüzde on ikisi Müslümanlardan oluşan Hindistan’da İslâm düşmanlığına ilişkin söylemler hayli iddialı ve pervasız. Müslüman siyasetçi Atiq Ahmed ve kardeşi Eşref Ahmed’in Nisan ayında canlı yayında polislerin karşısında kurşunlanarak katledilmeleri, İslâm’a yönelik düşmanlığın boyutlarını net bir şekilde gözler önüne seriyor. Yaşananlar bununla da sınırlı değil. Hindistan’ın önde gelen liderlerinden Yati Saraswati’nin Mekke’yi işgal edip Kâbe’yi Hindu tapınağına çevirme çağrısı, Ebrehe’nin asırlar öncesinde kalmadığını gösteriyor.
Müslümanlar arasında yayılan ayrışma ve bölünmelerin, bu süreci doğrudan etkilediği açık. Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde yirmi beşini oluşturan Müslümanlar, birbirine düşüp aralarındaki fay hatlarını derinleştirdikçe, İslâm’a yönelik saldırılar artıyor, saldırganlar cesaretleniyor. Müslümanlara ilişkin her mevzunun çözümü birlik ve beraberlik ruhunu tesis etmede yatıyor. Bunun için fitnecilere müsamaha göstermeden, farklılıkları düşmanlık konusu değil, zenginlik gibi görmeden, Allah Teâlâ’nın ve Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin birbirimizi sevmeyle ilgili emirlerini hayatımızın merkezine koymadan maalesef İslâm’a ve Müslümanlara yönelik saldırıların önüne geçemeyiz. Fetih suresinin 29. Ayeti bize yol aydınlığı olmalı: “Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar, inkarcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler.”