Gaflet Uykusu
“Nush ile uslanmayanı etmeli tekdîr /
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” gibi beyitleri hâlâ dillerde dolaşan Ziya Paşa tam bir Tanzimat adamı. Tanzimat’ın arefesinde, 1829 senesinde doğmuş. Tanzimat’ın ikinci devresi olan Abdülhamid döneminde 1880’de ölmüş. Bayrağı bir yıl sonra doğacak olan Mustafa Kemal nesline devretmiş neslin sembol isimlerinden. İhtiraslı bir adam. İngiliz çıkarlarına hizmet eden Mustafa Reşid Paşa’nın yetiştirmesi. Kafa yapısı da ona göre elbette.
Osmanlı’nın yitik aydınları
Ziya Paşa “küfür diyârı”nı memleketten kaçtığı günlerde sığındığı Paris ve Londra’da gördü. Başka bir kafası karışık olan Namık Kemal’le birlikte Paris’e kaçmıştı. Fransız büyükelçisinin yardımıyla hem de. Oradan da Londra’ya... Sonra da padişaha sadakatini ispatlayarak memlekete geri döndü. Döndükten sonra da bazı devlet görevlerine getirildi.
Bizde Batı’yı görmeden, bilmeden övenler çok sayıdadır. Ne Batı’nın siyasetini ne ekonomisini ne tarihini ne kültürünü ne hayat şartlarını bilirler, ama yine de Batı’ya toz kondurmazlar. Batı bizde yaygın olan kendini aşağılama alışkanlığının bahanesidir. O yüzden bizde hangi konudan açılırsa açılsın hep “Batı’da böyle mi oluyor arkadaş?” denir. Ama Batı’yı görmüş, orada yaşamış Ziya Paşa öyle değil. Memleketimizde Batı’yı yüceltmek, kendini de aşağılamak isteyen her tür insanın diline pelesenk ettiği klişelerden birisi olan meşhur beyti şu:
“Diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâmı bütün vîrâneler gördüm.”
Yani, Ziya Paşa küfür diyarını gezmiş hep güzel şehirler, köşkler görmüş. Müslüman memleketlerinde ise hep harabeler varmış!
Birçok başka konuda olduğu gibi bu beyti tekrarlayanlar bir an durup sormuyorlar: Ziya Paşa, acaba hayran kaldığı o beldelerdeki sarayları, mâlikâneleri inşa ettiren kraliyet ailesinin, aristokratların, zenginlerin bu servetleri nasıl elde ettiklerini de merak etmiş mi? Tabii ki etmemiş. Oysa onun doğduğu yıl Fransızlar Cezayir’i işgal edip bir asırdan fazla süren sömürgecilik, zulüm ve katliam devrini açmışlardı. Paşa öldüğü sıralarda ise Fransızlar ve İngilizler Afrika’yı tamamen paylaşmışlardı. İngiltere, dünyada etini koparmadığı bir memleket bırakmamıştı.
Peki, sömürgecilikte dünya birinciliğini ve ikinciliğini paylaşan İngiltere ve Fransa’da yaşamış birisi nasıl olur da bu devletlerin sömürgeciliğinden habersizmiş gibi davranır? Güya ilerlemesini, bilimini, tekniğini, operasını, kaldırımını övdüğü şehirlerin finansmanının kanlı, vahşi, insanlık dışı sömürgecilikten geldiğini neden söylemez? O zulümleri nasıl hafif görebilir? Bu yüzden tevhid ehli mimar merhum Turgut Cansever bu beyti Ziya Paşa’nın “çok akılsızca yanılgısı” olarak zikreder.
Bir tek akılsız o mu? Tanzimat’tan günümüze şaşkınların, şuursuzların haddi hesabı yok. Mesela Ziya Paşa gibi Tanzimat’tan hemen sonra doğan Şinasi Efendi, Tanzimat’ın İngiliz uşağı öncüsü Mustafa Reşid Paşa’ya, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme yazılan naatlar gibi bir kaside yazar. Efendimiz için kullanılan “resûl, mûcize, fahr-i cihân, vakt-i saâdet” gibi kavramları Mustafa Reşid Paşa’yı övmek için kullanmıştır. Mesela:
“Aceb midir medeniyyet resûlü dense sana
Vücûd-ı mu’cîzin eyler taassubu tahzîr.”
Burada diyor ki: “Sana (Mustafa Reşid Paşa’ya) -hâşâ- ‘medeniyet peygamberi’ dense buna şaşılır mı? Senin mucizevî varlığın taassubu kovar.”
Şinasi’ye göre Tanzimat ne imiş, kendisi söylesin:
“Rûm’a bir Avrupalı büt vereli revnâk u şân
Reşk-i iklîm-i Firenk olmadadır Türkistân.”
Yani, Osmanlı ülkesine Avrupalı bir güzel, yani Tanzimat Fermanı güzellik ve şan vereli beri Türk ülkesi Frenk memleketlerinin kıskandığı yer olmaktadır.
Gerçekten mi? Öyle miydi, bugün de öyle mi?
Bunun benzeri başka bir boş lakırtı ise Batılılar için söylenen “Adamların bir kelime-i şehâdet getirmediği kalmış” lafıdır. Sanki iman hafif ve önemsiz bir şeymiş, insan iman edince küçük bir eksiği tamamlanıyormuş gibi... Osmanlı bakiyesi değerli âlimlerden Elmalılı Hamdi Efendi “Metâlib ve Mezâhib” adlı Fransızca bir felsefe tarihi kitabını tercüme etmiştir. O bile bu kitabın başında, “Garp felsefesinde bir vahiy ve peygamberlik bahsi bulunamaması henüz büyük bir eksikliktir” diyor. Sanki vahiy ve peygamberlik insan için küçük ayrıntılarmış gibi... Ya da felsefe sanki insana hak yolda rehbermiş gibi.
Böyle düşünmenin ve söylemenin akide bakımından ne kadar tehlikeli olduğundan haberimiz yok. Hâlbuki iman herhangi bir şey değildir; her şeydir. Mümin herhangi bir insan değildir; en değerli insandır. Mümin dediklerimizde görülen ahlâk eksikliği onların ayıbıdır ama temel iman olunca o temel üzerine güzel bir bina da inşa edilebilir. Temeli olmayanın, yani iman nimetine sahip olmayanın böyle bir imkânı yok.
Gaflet uykusuna
nasıl düştük?
Osmanlı’nın Batılı ordulara karşı savaş ve toprak kaybetmeye başladığı 1700’lerden başlayarak kendine sorduğu soru şuydu: “Batı’ya karşı geri kaldık, nasıl yetişiriz?”
Bu soruya cevap arayan iki isim dikkat çekicidir: Kâtip Çelebi ve İbrâhim Müteferrika. Kâtip Çelebi, Batı’nın ilim, sanat, şehircilik gibi çok parlak ve temiz işler yaptığına dair genel kanaate uymaz. Aksine Müslümanları uyarır. “İrşâd-ül Hayarâ”da Hıristiyanların tek millet iken nüfuslarının çok arttığını, gemicilikte ilerleyip bütün dünyayı zaptetmek emellerinde olduğunu, buna karşı Müslümanların bunlar hakkında yalan yanlış bilgiye sahip oldukları ve bunların tehlikelerinden habersiz olduklarını söyler. Yazdığı bu risale ile Müslümanları gaflet uykusundan uyandırmak istediğini söyler.
Bir Hıristiyan mühtedi olan ve Osmanlı’da ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika da bu isabetli bakışa katkı yapar. “Usûl’ül Hikem fî Nizâmi’l Ümem” adlı eserinde Avrupa devletlerinin az bir topluluk iken yeryüzüne dağıldıklarını, gemileri ile Doğu’da ve Batı’da birçok memlekete musallat olduklarını, bunu ise denizciliğe önem verip denizaşırı yerleri işgal etmelerine bağlar. Avrupalıların Amerika’yı işgalleriyle bu kıtadaki zenginliklere sahip olduklarını belirtir. Üstelik Avrupalıların gözlerinin Osmanlı himayesindeki Müslüman topraklarda olduğunu ifade eder. Bundan Müslümanların habersiz olduklarını ve onları gaflet uykusundan uyandırmak maksadı ile bu eseri yazdığını belirtir. Çare olarak ise büyük bir merkezî ordu kurulmasını, gelişmiş silahlara sahip olunmasını, donanmaya önem verilmesini teklif eder. Bu idealine “nizâm-ı cedid” der. “Nizâm-ı cedîd,” Müteferrika’dan elli sene sonra Üçüncü Selim’in devleti ayağa kaldırıp taze bir başlangıç yapmak için kurduğu ordunun adı olur. Fakat işler yine düzelmez.
İş resmen ve toptan Batılılaşılacağını ilan eden Tanzimat’a kadar geldiğinde soru artık “Batı’ya nasıl yetişmek gerektiği”nden çıktı. “Batı’ya ne yaparız da benzeriz?” sorusuna döndü. Osmanlılar bu uğurda kabukta olsun, özde olsun çoğu trajik, bir kısmı da trajikomik işlere soyundular. Sultanın emri ile fes, pantolon, setre giyme mecburiyeti ile başlayan ilk kıyafet devriminden tam bir asır sonra Atatürk tarafından ikinci kıyafet devrimi yapıldı. İngilizlere benzemek için şapka, pantolon ve frak mecburi tutuldu. İkinci Mahmud devrinde mehterhaneyi kaldırıp yerine Batılı tarzda orkestra kurdular. Bu orkestranın başına İtalyan bestecileri getirip onları paşa yaptılar. “Halife” sıfatı taşıyan Abdülmecid dârü’l hilâfet olan İstanbul’daki İngiliz büyükelçiliğinde büyükelçinin kızını dansa kaldırıp dans etti. Dolmabahçe gibi ne tevazuya uyan ne özgünlüğü olan debdebeli saraylar yaptırdı. Hem de dışarıdan büyük borçlar alarak... Bu arada devlet kurumlarında, medreselerin bir kısmında, orduda, toplumda liyakat ilkesi terk ediliyordu.
Bütün bu çöküşe rağmen ve Batılı sömürgecilikten haberdar olmalarına rağmen Osmanlılar, sömürgecilikte ve ırkçılıkta Batı’ya benzemediler. Bu akıllarına bile gelmedi. İnsanlıklarını paçavra edecek bu derekeye asla düşmediler. Ahlâkları genel anlamda delik deşik olsa da imanları onları bu korkunç yüz karasından muhafaza etti. Ama bu, Osmanlı’yı Avrupalı devletlerin elinde sömürgeleştirilmekten kurtaramadı. Resmen İngilizlere ve Fransızlara çalışan bürokratları başbakan ve bakan yaptılar. İstanbul’dan Üsküp’e, Samsun’dan Kahire’ye, Soma’dan Midyat’a kadar her yerde misyoner okullarına müsaade ettiler. Bu okulları kuran ve işleten kiliselerin Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Rusya ve Bulgaristan ile olan siyasî bağlarını görmezden geldiler. Buralardan yetişen gayrimüslimler içten içe güç odaklarına hâkim oldular ve Batılı çıkarlara hizmet ettiler.
Bizimkiler “Batı’ya nasıl benzeriz?” derdiyle onu taklit ettikçe, kendi elleriyle şahsiyetlerinin bir parçasını teker teker koparıp attılar. Medreselere karşı mektepleri, şer’î mahkemelere karşı “medenî” mahkemeleri, tekkelere karşı cemiyetleri kurdular. Ama kaçınılmaz sonuç yine değişmedi. Üstüne üstlük sadece devlet ve toplumun kurumları çökmedi, insanların zihinleri ve gönülleri de karmakarışık oldu.
Başarısızlığın üç sebebi
Bu başarısızlığın üç temel sebebi vardır: Birincisi içine düştüğü kriz ne kadar büyük olursa olsun Osmanlı’nın gücünü hiç kaybetmeyeceğine dair güvenidir. Bu güven onu kendisini düzeltmeye değil, sorunları halının altına süpürmeye itmiştir. Devlette liyakatin kaybolması, yolsuzluğun yol olması, ilmiye sınıfının bozulması, vakıf sisteminin aile servetini korumaya dönüşmesi gibi büyük sorunlar giderek kangrenleşti.
İkinci sebep, içine düşülen krizin bir şahsiyet, karakter ve ahlâk krizi olduğunun hiç akla getirilmemesidir. O yüzden ameliyat yapılacak yerde ilaç tedavisi, ilaç tedavisi yapılacak yerde pansuman tedbirlerle sorunların çözüldüğü zehabına kapıldılar.
Üçüncü sebep ise ikincisini de doğuran kök sorundur. Osmanlı her bir sorunu teknik bir mevzu olarak gördü. Bütün hayatın, devlet ve toplum işlerinin sonuçta insanlar eliyle yapıldığını unuttu. Bunun sonucunda insanı inşa eden alanlara, mesela medreselere, tekkelere, aileye, çarşıya önem verilmedi. Kurumların ıslahına verilen önem insanın ıslahına verilmedi. Aksine Batılılar’ın “insan” değil “birey” yetiştirmeye yönelik kurumları aynen alınıp monte edildi. Bütün bu insansızlık bakışı bugüne dek şahsiyetsizliği ve yanardönerliği zirveden zirveye taşıdı. Gerçi bugünle kıyaslandığında, o dönemde bugünkü eğitim sistemine göre ortalama olarak daha kaliteli insanlar yetiştirildiği de açıktır.
Hepimizin nesillerdir artık ezberlediğimiz meşhur formül gafleti daha da derinleştirdi. “Batı’nın tekniğini alalım, kültürünü almayalım” sloganı herkesin diline dolandı. Bu formül yaklaşık bir buçuk asırdan beri sağcı solcu herkesin dilindedir. Oysa kültür dediğiniz şey her şey ile iç içedir. Kültürün tesir etmediği hiçbir faaliyet yoktur. Ticaret yapma tarzından bilim üretme yöntemlerine, trafik kurallarından ekonomik politikalara kadar... Bu formülü söyleye söyleye kendi değerlerimizi, ithal ettiğimiz Batılı bilim, teknoloji ve araçların yaslandığı bâtıl kültüre kurban ettik.
Osmanlı’nın Tanzimat’ta her şeyini Batı’ya feda etmesine rağmen ardından koşup yetişememesi büyük bir yılgınlık, yorgunluk ve bıkkınlık doğurdu. Böylece Cumhuriyet’e kadar gelindi. Cumhuriyet artık “Batı’ya nasıl benzeriz?” sorusunu bırakmış, yeni bir soru soruyordu: “Nasıl Batılı oluruz?” Bu yaklaşım kendini inkâr sürecini başlattı. “Bizi de Batılı yapsınlar” diye Avrupa’ya yalvaranların yanında Batı’yı eleştirmekten iş yapamayanlara kadar birçok kesim kendisi olmamaktan dolayı nesillerini heba ettiler. Hepsindeki temel eksiklik Osmanlı’nın yıkılmasındaki sebeplerin aynısıdır: Bilinçsizlik, kişiliksizlik ve ahlâksızlık... Bu bize Batıcısı ve Doğucusuyla, seküleri ve muhafazakârıyla miras kalan gelenektir. Bir tutarsızlık, şahsiyetsizlik ve güdüklük geleneği... Bir kendisi olamama geleneği... Siyasetten sanata, eğitimden ticarete kadar hep böyle.
Bizde Batıcısının Doğucusunun, okumuşunun okumamışının iki asırdır içine daldığı gaflet uykusu çok derindir. Bu hâlâ süren bir gaflet uykusudur. Bizim gaflet dediğimiz, aslında Hak’tan uzak kalmak demektir. İki asırlık işlerden bahsediyoruz diye ölmüş gitmiş olanları suçlayarak bu uykudan uyanacağımızı sanmayalım. İnsan ölünce gaflet uykusu devam etmez. Aksine gaflet uykusundan uyanır. Yapıp ettiklerini ayan beyan görüp sonuçlarını yaşamaya başlar.
Gaflet uykusu asıl dirilerin uykusudur. Biz iki asırdır bu gaflet uykusundayız. Kendimizi, yani kulluğumuzu öne almakta noksanız. Allah’ın ve Resûlü’nün emirlerini dünyalık çıkarlardan üstün tutmakta zorlanıyoruz. Dinî kavramları bile Batılı kavramlara benzetip öyle kullanıyoruz. Ayetleri, hadisleri Batılı birilerinin geçerliliği on sene sürecek bilimsel araştırmasına dayanak yapıyoruz. Hâlâ kendimiz değiliz.
Her uyku gibi bu gaflet uykusunun da bir sonu var. Ya kendimizi zorlayarak uyanacağız ya da birileri veya bazı şeyler bizi zorlayacak ve uyanacağız. Kendi kendimize uyanmak Hakk’a dönerek, gözümüzü vahyin ve sünnetin ışığına açarak olur. Böyle yaparsak ne âlâ... Yoksa ecelimiz geldiğinde veya büyük felâketler başımıza çöktüğünde belki uyanırız. Hani bir şiirde denildiği gibi: “Uyur idik uyardılar.”