Müridin İsteği ve İradesi
18. yüzyılın büyük sûfî âlimlerinden, Nakşî-Hâlidî yolunun pîri Hâlid-i Bağdâdî kuddise sırruhû kaleme aldığı “Risâle”sinde şunları dile getirir:
Mürid, samimi bir kalple Mevlâsı’nı talep eder, O’nun hasretini çeker ve O’nun muhabbetine güvenip bağlanır. Şöyle ki: Mevlâsı’nın rızasını talep eden mürid şöhretini, mevkiini, malını, ehlini ve sahip olduğu her şeyi kendi gözünde yok hükmünde sayar (bunlara iltifat etmez, bunların sevgisini kalbine koymaz). Hatta bu mürid kendi varlığını bile yok kabul eder, hesaba katmaz. Zira şöyle buyrulmuştur:
“Allah, himmetlerin (gayelerin, gayretlerin) yüksek olanını sever.” (Beyhakî, Şuâbü’l-İmân, 6/241)
Mürid kendi talebine itimat etmez, yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın fazlına (lütfuna) ve bereketine güvenir. Çünkü müridin talebi ve herhangi bir ameli, Allah Teâlâ’nın lütfuna asla eşit değildir. Kişinin kendi talebine ve ameline güvenmesi, Allah Subhânehû ve Teâlâ’ya bir nevi karşı çıkmak anlamına gelir ki, Cenâb-ı Hak eşi ve benzeri olmaktan münezzehtir. Müridin Allah Teâlâ’ya karşı olan aşk ateşi ve hasreti şu beyitleri söyleyen kimsenin aşkı gibi olmalıdır:
“Dünya ve âhireti denizler olarak gördüm Hepsini feyz olarak içtim, fakat kanmadım.”
Yine mürid, bir an dahi Allah Teâlâ’nın rızasını talep etmekten gafil olmaz. Çünkü Yüce Rabbi’ne yönelen bir kimse, şayet O’ndan başka bir şey talep ederse mâsivaya (Rabbi’nden başka bir şeye) yönelmiş olur. Bu ise onun Mevlâsı’ndan yüz çevirmesi demektir. Çünkü Yüce Mevlâ hiçbir şeyde ortaklık kabul etmez.
Mürid, Rabbi’nin rızasını talep etmeyi bırakmaz, bu hususta gevşeklik göstermez. Çünkü bu duruma düşmek korkulan şeylerdendir; hüsran ve zarardır. Nitekim Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“İki günü eşit olan kimse aldanmıştır (zarar içindedir).” (Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, 4/262)
Denilmiştir ki:
“Şayet yaptığın amelleri (her gün) artırmıyorsan zarardasın.”
Başka bir hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Allahım! (İtaat ve ibadetimin) artışından sonra eksilmesinden sana sığınırım.” (İbn Mâce, Dua 20)
Cenâb-ı Hakk’ın rızasını talep etmeyi bırakmak, bu hususta gevşeklik göstermek iki sebepten kaynaklanır:
Birincisi, genellikle kişinin dahi farkına varmadan, kalbin Cenâb-ı Hak’tan başka bir şeye yönelmesi,
İkincisi, Allah Teâlâ’ya karşı isyan halinde olmak.
Bunun için hemen tevbe ve istiğfar etmek, günahları terk ederek Hak Teâlâ’ya dönmek, yalvarmak ve sığınmak gerekir.
Kalbin feyz alması için hazırlanması, müridin duygu ve düşüncelerin dünya ve âhiretten, bütün bâtınî hallerinden, hatta kendi varlığından dahi kesmesi ile olur. Ayrıca müridin, Allah Teâlâ’dan gayrı her şeyi unutan kimse gibi olması gerekir.
Mürid, ilâhî feyzi talep ettiği ve kalbini onun kalbine bağladığını düşünerek mürşidinin kalbine yönelir.
Ayrıca Cenâb-ı Hak’tan gafil olmayıp, ilâhî feyze son derece hasret çekerek, yalvararak ve muhabbetle yönelir. Kalp açıldığında, genişlediğinde ise ilâhî feyzin, denizlerin aktığı gibi kalbine doğru aktığına inanır. Her ne kadar idrak etmese de yine bu şekilde inanır. Çünkü idrak etmek feyzin gelmesi için şart değildir. Şart olan, feyzi talep etmek ve o an geleceğine kesin olarak inanmaktır.
Nitekim hadis-i kudsîde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ben kulumun bana karşı olan zannı üzereyim.” (Buhârî, Tevhid 15)
Kur’an-ı Kerim’de de şöyle buyurmuştur:
“Allah dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara 213)
İtikad ve Amel
19. yüzyılın Nakşibendî mürşidi Şeyh Fethullah Verkânisî kuddise sırruhû “Âdabü’t-Tarîkati’n-Nakşibendiyye” adlı eserinde şöyle der:
Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye’ye sâdık bir biçimde kararlılıkla tâlip olan herkes, evvela akidesini İmam Ebû Hasan Eş’arî ve Ebû Mansûr Maturidî’nin (Allah ruhlarını nurlandırsın ve bereketleriyle bizi feyzlendirsin) mezhebine uygun olarak düzeltmelidir. Bunların dışında hiç kimsenin sözüne iltifat etmemelidir. Aykırı sözün sahibi kim olursa olsun fark etmez.
Mürid itikadını düzelttikten sonra dört mezhebin birine göre fıkhın hükümlerini öğrenir. Mezhep içerisinde ihtilaflı konularda en sahih görüşe göre amel eder. Zira bu tarikatta muteber bir ruhsatla bile amel etmek uygun görülmemişken, zayıf ve makbul olmayan görüşle amel etmek nasıl caiz olsun?
Mürid, itikadını düzeltip bir mezhebe göre eğitim aldıktan sonra kalbini arındırıp saflaştırmaya başlar. Böylece amelde ihlâsı sağlayan ilâhî muhabbeti elde etmeye çabalar. Bu esnada kendisinde bir hal veya cezbe oluşursa, bunu akaid ve şeriat ile ölçmelidir. Hali bu ikisine uyduğunda sevinmeli, bu hal ve cezbeye devam etmelidir. Bu iki ölçüye uymadığında ise bırakıp Allah’tan af dilemelidir. Bilmelidir ki bu cezbe ve hal Allah’tan gelmemiştir. Aksine, nefsin ve şeytanın kandırması olan bir istidraçtır. (Şeriat ve akaide uymayan cezbe ve halin) hakikat olduğuna dair bin rüya, bin keşif ve bin vicdan şahitlik etse de bu durum değişmez.
Kişi kendisi için tevil, maslahat ve kıyas kapılarını açmamalıdır. Çünkü bu kapılar kapanmıştır. Tevil edilecek hususları müçtehidler tevil etmiştir. Aynı şekilde maslahat ve kıyas da böyledir. Bununla beraber kişi başkaları hakkında -az bir teville olsa da- hüsnü zanda bulunmalıdır. Fakat kendi nefsine böyle davranamaz. Çünkü biz kendi nefsimize değil, müminlere karşı zannımızı iyi kılmakla vazifeliyiz. Hatta yasak olan şeyler bir tarafa, emredilen şeylerde bile nefsimizi noksanlıkla itham etmeliyiz.
Bunda şaşılacak bir durum yoktur. Zira Sâdât-ı Kirâm, ittifakla kabul edilen ruhsatlardan bile sakınmışlardır. Nitekim Şâh-ı Nakşibend kuddise sırruhû, tarikatında kesin ve açık olarak ruhsat ve bid’atları terk edip azimet ile amel etmeyi ve müminlere samimi davranmayı esas almıştır.