Aramak

Velâyetimizi Kime Verelim?

Bu ay içinde hem cumhurbaşkanlığı hem de milletvekilliği seçimleri için sandığa gideceğiz. Önümüzdeki beş yılda bizleri kimlerin yahut hangi anlayışın yöneteceğine dair bir tercihte bulunacağız. Tercihimizi belirlerken birtakım beşerî, dünyevî gerekçelerden de hareket edeceğiz şüphesiz. Fakat bu gerekçeleri dinimizin ölçülerini göz ardı edecek tarzda öne çıkarıp, kararımızı oluşturan mutlak kriterler haline getirmek gibi bir yanlışa düşmekten de sakınacağız. Bir Müslümanın, siyasî iktidarın belirlenmesi de dâhil, her konudaki tercihinin mutlak ve öncelikli gerekçelerini İslâm’ın ölçüleri teşkil eder çünkü.

Böyle söyleyince “siyasete bulaşmak”, “din istismarı yapmak”, “dini siyasete alet etmek” gibi itham veya itirazlarla karşılaşıyorsunuz. Ortama bakınca bu itham ve itirazların büsbütün yanlış veya haksız olmadığı açıkça göründüğü için kolayca alıcı bulabiliyor. Nitekim tarihte de günümüzde de bazen böyle olduğunu gösteren örnekler bulmak mümkün. Ancak siyasî konularda dinî hassasiyetlerle yapılan her değerlendirmeyi bu klişelerle sorgusuz sualsiz mahkûm etmek doğru değil yine de. Meseleyi, oluşturulmuş maksatlı algılara, peşin hükümlere itibar etmeden ele almak gerekiyor. 

Kabul edelim ki siyaset sıkıntılı bir alan. Mevcut siyaset etme tarzının İslâm’ın onaylamadığı, müminlerin kalplerini tırmalayan usulleri var. Bugünkü siyasî sistem iktidar olabilmek için kalite değil, sayıyı esas almak durumunda mesela. Uygulamada hakkaniyet yerine çoğunlukla siyasî mensubiyeti gözetiyor. Propaganda denilen ve kitleleri belli bir siyasî çizgiye taşımak ya da orada tutmak için çoğu zaman yalanlardan, çarpıtmalardan, asılsız suçlama veya vaatlerden ibaret bir yönlendirme metodunda sakınca görmeyebiliyor. Resmî ideoloji dayatmasının yol açtığı millet-ulus ayrışması, siyaset alanını tarafların bir çeşit cahiliyye asabiyesi ile hâkimiyet kavgasına tutuştuğu bir arenaya dönüştürüyor kaçınılmaz olarak. 

Bütün bunlara millet iradesinin iktidar olmasından korkan çevrelerin siyaseti ve siyasetçileri maksatlı olarak itibarsızlaştırma çabalarını da eklemek lazım. Siyasetin kirli yahut müstekreh bir alan olduğunu ima eden “siyasete bulaşmak” tabiri böylece ortaya çıkıyor ve çoğu zaman meseleye İslâmî açıdan yaklaşılmasını engellemek için kullanılıyor. 

Kaçınılmaz bir zaruret 

Oysa gündelik siyasetin kırıp döken nobranlığından azade, insanlara siyasî tercihlerinin önemini ve sorumluluğunu hatırlatmak “siyasete bulaşmak” değil. Müslümanların aynı delikten bir kere daha sokulma tehlikesi karşısında onları marazî bir öfke ile tutum belirlemekten sakındırıp akl-ı selime, dolayısıyla İslâm’ın ölçülerine davet de “din istismarı” değil. 

Din istismarı, yani menfaat elde etmek için dindarlık görüntüsü vererek Müslümanları aldatmaya çalışmak, dinle diyanetle arası hoş olmayan çevrelerin mesleğidir. Öteden beri hayatlarının her anında ve her konuda İslâmî esasları önceleyen müminlerin yine bu esaslar çerçevesinde yaptıkları siyasî uyarı, tavsiye, telkin ve değerlendirmelerine istismar demek ise bühtandır. 

Bu bağlamda “din ayrı siyaset ayrı” yahut “din siyasete karıştırılmamalı” gibi ezberlerden, doğru tercihten alıkoyması yanında, itikadı zedeleyen boyutu da hesaba katılarak sakınılmalıdır. Zira İslâm, hayatın bütün alanlarına müdahil olan bir dindir.

Toplum yararına kararlar almak ve bu kararlar doğrultusunda icraatta bulunmak üzere topluma vekâleten bir siyasî iktidara yetki vermenin zaruret olduğu hususunu İslâm âlimleri de teslim eder. Milletçe yetkilendirilmiş bir devlet başkanı veya yönetim kadrosu olmadan hem ülke içinde hem uluslararası alanda milletin menfaatini ve hukukunu korumanın, ihtiyaçlarını karşılamanın başka yolu yok çünkü. Aksi bir durumun karmaşaya, her kafadan bir ses çıkmasına sebep olacağı aşikârdır. O kadar ki Allah Rasulü sallallahu aleyhi vessellem, “üç kişi bile olsalar birlikte yolculuk yapanların” (Ebu Davud, 80) veya “ücra bir coğrafyada bir arada yaşamak zorunda kalanların” (Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 77) “aralarından birini başkan seçmelerini” emir buyurmuşlardır. 

Ulema, zaruret olması hasebiyle bir siyasî iktidarı yetkilendirmenin vacip veya farz-ı kifaye olduğuna hükmetmişlerdir. Farz-ı kifaye olduğu görüşü, ilk dört halifenin, ümmet namına, daha sonra “ehl-i hal ve’l-akd” diye adlandırılacak ilim, takva ve nüfuz sahibi müminlerden oluşan bir heyet tarafından seçilmesinden kaynaklanır. Dolayısıyla vücubiyetini ortadan kaldırmaz. Günümüz siyasetinin İslâmî bir zeminde yürütülmemesi; siyasî iktidarın zaruret olduğu, bir şekilde belirleneceği gerçeğini değiştirmediği gibi bizim tercih sorumluluğumuzu da ortadan kaldırmaz. 

Siyasî iktidar yahut “velâyet-i âmme”

İslâmî kaynaklarda “siyasî iktidar” ifadesi yerine “velâyet-i âmme” tabiri kullanılır. Âmme, “toplumun tamamı, geneli, kamu” demektir. Bu tabirdeki velâyet yahut velilik ise “başkasına vekâleten bir işi yürütme yetki ve sorumluluğunu üstlenmek” anlamındadır. Bir terim olarak velâyet-i âmme ile de “devleti yönetme, millet adına güç ve irade kullanarak tasarrufta bulunma yetki ve sorumluluğunu üstlenme” anlamında siyasî iktidar kastedilir. 

Toplumu oluşturan fertler bu velâyeti, yani kendileri adına tasarruf yetkisini, siyasî bir şahıs, kadro veya anlayışa iradî tercihleriyle teslim ederler. Bunun biat ya da bugünkü gibi seçimle olması önemli değildir. Sonuçta insanlar kendi iradelerini, o iradeye uygun bir yönetim sergilemek üzere bir siyasî anlayışa emanet etmektedirler. Müslüman böyle bir tercihte bulunurken, velâyet vereceği o siyasî anlayışın her şeyden önce milletin din, can, akıl, nesil ve mal emniyetini gözetip gözetmeyeceği hususunu dikkate almak zorundadır. Bu sebeple, velev haklı olsun, hiçbir gerekçe küfrü, fıskı veya nifakı apaçık çevrelere velâyet vermeyi, böylelerini veli edinmeyi mazur kılmaz. 

Kur’an-ı Kerim’de müminlere hitaben gelen ve onların kimleri veli edineceklerine, kimleri de veli edinmekten sakınacaklarına dair pek çok ayet-i kerime vardır. Bu ayetlerdeki “veli” kelimesi meallerde “dost” diye karşılandığından, tek boyutuyla düşünülmekte, dolayısıyla bazen eksik anlaşılmaktadır. İtikadî, fıkhî, tasavvufî, ahlâkî ve siyasî boyutlarıyla çok yönlü bir kavram olan “veli” kelimesi sözlükte, “dost, arkadaş, yardımcı; birisine yakın olan, sevilen, güvenilen ve bir işi başkası adına üstlenip yürüten kimse” anlamlarına gelmektedir. Birbiriyle irtibatlı olmakla beraber, bu anlamlardan biri veli veya velâyet kelimesinin kullanıldığı yere göre öne çıkmaktadır. 

İşte müminlerin kimleri veli edinip edinmeyeceklerini haber veren ayet-i kerimelerde “veli” kelimesi ile çoğunlukla müminler adına karar ve icra yetkisi verilecek hatta kendisine tâbi olunacak kimseler kastedilir. 

Veli edinmekten sakınacağımız kimseler 

Allah Teâlâ kimleri veli edinip hükmüne ve tasarrufuna tâbi olacağımızı mealen şöyle emir buyurmaktadır: “Sizin veliniz ancak Allah, O’nun Resûlü ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazını kılan, zekâtını veren müminlerdir.” (Maide 55) 

Müfessirler bu ayet-i kerimede Allah, Peygamber ve müminler diye üç özne zikredilmişken “sizin velileriniz” yerine “sizin veliniz” buyurularak veli kelimesinin tekil kullanılmasına dikkat çeker ve şu izahta bulunurlar: Müminlerin dostu, yardımcısı, güvenip tâbi olacağı asıl velisi Allah Teâlâ’dır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesselemin velayeti Allah Teâlâ’ya ittibası, müminlerin velayeti de Allah ve Resûlü’ne ittibası sebebiyledir. Yani müminler ancak Allah’a ve Resûlü’ne tâbi olan birini veli edinebilirler demektir bu. 

Aynı ikaz, aynı silsile ile Nisa suresinin 59. ayetinde bu defa itaat bağlamında mealen şöyle ifade buyurulmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, sizden olan emir sahibi (idarecilere) itaat edin!” Ayetin mefhum-ı muhalifinden, mümin olmayan, Allah ve Resûlü’ne itaat etmeyenlere itaat edilmeyeceği, dolayısıyla böylelerini hükmetme makamına taşımamak gerektiği anlamı çıkmaktadır. 

Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’de “kâfirlerin” (Nisa 144), “Yahudi ve Hıristiyanların” (Maide 51), “babamız ve kardeşimiz olsa dahi inkârı imana tercih edenlerin” (Tevbe 23), “Allah’ın da müminlerin de düşmanı olanların” (Mümtehine 1), “dinimizi alay ve eğlence konusu yapanların” (Maide 57), “dinimizden dolayı bizimle savaşıp bizi yok etmek veya etkisiz kılmak isteyenlerin” (Mümtehine 9) veli edinilmemesi kesinlikle emir buyurulmaktadır. 

Ancak kâfir, fâsık ve münafıkları dost veya veli edinmeyi yasaklayan bu ayetler, her halükârda onlara düşman olun anlamına da gelmemektedir. Hidayetlerini dilemek, hakkı ve hakikati uygun bir dille anlatmaya çalışmak, ötekileştirerek küfür, nifak ve fısklarını keskinleştirmemekle beraber, böylelerine sorgusuz sualsiz güvenmemeyi, mesafeli olmayı, hususen de yönetim yetkisi vermemeyi anlatmaktadır. Hatta yine Kur’an-ı Kerim’de din düşmanlığı yapmamaları, Müslümanların ihtiyaç ve iradelerini yok saymamaları, onları cebren kendi inanç veya ideolojilerine uymaya zorlamamaları halinde, böylelerine “iyilikle ve adaletle davranılmasında sakınca olmadığı” beyan buyurulmuştur. (Mümtehine 8) 

Doğru bir tercih için

İslâm âlimleri ayet ve hadislerden hareketle hem kamu velâyetini üstlenecek adaylarda hem de o velâyeti verecek kimselerde bulunması gereken bir takım nitelikler belirlemişlerdir. Tercih edilecek devlet başkanı adayının Müslüman, âdil, güvenilir, ehil, ruh ve zihin sağlığı yerinde bir erkek olması; tercihte bulunacakların da Müslüman, hür ve temyiz kabiliyetine sahip olması şart koşulmuştur. 

Seçim atmosferinde maruz kalınan algı operasyonları ve özellikle körüklenen nefret dalgası aklı devre dışı bırakmakta, dolayısıyla iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırma gücü anlamında insanların temyiz kabiliyetini dumura uğratmaktadır. Böylece yapılacak yanlış bir tercihin milletin, hatta ümmetin selâmetini ilgilendirmesi sebebiyle vebali büyük olacaktır. 

Bu yüzden doğru bir tercih için öfkemizi yenerek, ölçülerimizi hatırlayarak, vereceğimiz kararın sonuçlarını hesaba katarak, akl-ı selim ile hareket edilmelidir. Ya da fâsık medyanın yönlendirmesine değil, feraset sahibi kâmil müminlerin ikaz ve telkinlerine kulak verilmelidir. 

Baştan beri söylemeye çalıştığımız gibi hiçbir beşerî, dünyevî gerekçe, Allah Teâlâ’nın veli edinmeyin dediklerine velâyet vermeye, ülkeyi yeniden küresel emperyalizmin boyunduruğuna sokmaya; din, devlet ve millet düşmanlarıyla aynı cephede saf tutmaya bahane yapılamaz.




Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy