Aramak

Değişim Dönüşüm

Ülkemizde şehirler son bir asırdan beri plansız, sağlıksız ve şekilsiz öbekler hâlinde gelişti. Bu durumun yol açtığı büyük can kayıplarına sebep olan felaketleri önce 1999 Marmara depreminde, ondan 24 sene sonra ise bu yıl Kahramanmaraş depreminde gördük. Depremlerden sonra sanki aklımız başımıza geliyor gibi oluyor. Bir süre doğruları yapmak için konuşuyoruz, çalışıyoruz. 1999 depreminden sonra da böyle olmuştu. Ama özellikle yönetimlerin uzun vadeli doğrular yerine günü kurtarmayı tercih ettikleri bu yeni faciadan anlaşıldı. İnşallah bundan sonra bakış açısı değişir, mekân kurma ve kullanma alışkanlıklarımız dönüşür. 

Hâlihazırda şehirlerimiz büyük ölçüde depreme dayanıksız, sağlıksız ve tabii çevreden kopuk beton yığınları şeklinde. Deprem ve sel gibi âfetlerde binlerce insanımızın can vermesinin sebebi bu bozuk şehir anlayışıdır. Fakat şehir sorunu doğrudan insan sorunudur. Kalbimiz ve aklımız gibi şehirlerimiz de karmakarışık. Şekilsiz, çirkin, gürültülü, insanı esas almayan, insana nefes aldırmayan mekânlar. Bizde şehirler insanları taşımıyor, insanlar şehirleri taşıyor. Dere yataklarına, gevşek zeminlere, bilinen aktif deprem faylarının üzerine evler, mahalleler, şehirler kurmamız, "sünnetullah"a karşı gelmektir. Bu inatlaşmanın sonucu bellidir. Allah’ın âdetine karşı bir kişi de, bütün dünya da mağlup olur, helâk olur. 

Üç yanlış

Bizde ister toplum ölçeğinde olsun ister insan ölçeğinde olsun, sorunlara karşı üç temel yanlış yaklaşım var. 

Birincisi, sorun yokmuş gibi davranmak. Sorunları göz ardı etmek, hasıraltı etmek, küçümsemek, önemsememek. Her şeyi tozpembe görmek ve göstermek. Bu yaklaşım sorunu çözmeye yaramaz. Aksine, başta kolayca çözülebilecek bir sorunu kangren hâline getirir ve ileride daha büyük sorunları doğurur. Böylece artık çözülemeyecek hâle gelir. Kişisel hayatımızda da sorunları ertelemek demek, onları büyütmek demektir. Vakti zamanında dikkat etmediğimiz ufak tefek meseleler ister ailemizde, ister işyerimizde, ister mahallemizde olsun, bir süre sonra daha büyük sorunlara dönüşür. 

İkinci yaygın yanlışımız ise olan bitende sorumluluğumuz olduğunu kabul etmemek. İyi bir iş olunca sahiplenir, "ben yaptım” deriz. Ama bir sorun ortaya çıkınca hemen başkalarını suçlarız: “Ben değil onlar yaptı!” Bunun bir yansıması olarak çoğu yöneticilerimizde de mazeret hazırdır: Genellikle kabahat onlarda değil, eski yönetimlerde veya dış güçlerdedir. Olan bitende başkalarının sorumluluğu, kabahati büyük olsa bile soruna zamanında, ölçülü ve yerinde müdahale etmeyen herkes o kabahatin ortağıdır. İnsan suçu başkalarına atarak sorundan ve sorumluluktan kurtulamaz.

Üçüncü yanlışımız ise ders almamak. Şehircilikteki yanlışlar gibi ekonomide, günlük hayatımızda, okulda, işyerinde yaptığımız yanlışlardan da ders almıyoruz. Aksine burnumuzun dikine gitmeye çalışıyoruz. Yine gelip gelip aynı duvara çarpıyoruz. Denilebilir ki iki asırdır geçmişe, bugüne ibret nazarıyla bakma kabiliyetimizi yitirdik.

Bizde yaygın bu üç yanlışın dayanıp beslendiği kök ise aynıdır: Ahlâk zafiyeti! Ahlâk tabii ki daima gündemimizde. Fakat ahlâksızlığın "bilmeye, kılmaya ve olmaya önem vermemek" yani hassasiyet kaybı, özensizlik demek olduğunu unuttuk. Biz hayli zamandır ahlâkı ve dolayısıyla ahlâksızlığı çok dar anlamda anlıyoruz. Sadece kötü davranışlar; kumar, zina, hırsızlık gibi günahları yol edinmek ahlâksızlık değildir. Aynı zamanda kendisine emanet verilen aklı, fikri, gücü ve imkânları Allah yolunda, insanların hayrına değil de kendi çıkarı için kullanmak da ahlâksızlıktır. Etkili ve yetkili olduğu işlerde gevşeklik, umursamamak, ciddiyetsizlik, hakkı olmayanı hakkı görmek, bencillik ve çıkarcılık ahlâksızlıktır. Söz verdiği saatte randevusuna gelmemeyi, yapmayı taahhüt ettiği hâlde ödeme yapmamayı, emanetine verilmiş yetki ve imkânları kendi malı gibi görmeyi âdet edinmek de ahlâksızlıktır. 

Demek ki hem kişisel hayatımızda hem toplum hayatımızda ilk değişmesi ve dönüşmesi gereken bu ölçüsüzlüğümüz, hoyratlığımız, menfaatçiliğimiz yani ahlâksızlığımızdır. 

Değişim de değişir mi?

1990’ların başında komünist blok çöküp Amerika zaferini ilan edince, oradan bütün dünyaya bir slogan yayılmaya başladı: “Değişmeyen tek şey değişimdir.” Bu afili cümleyi ilk söyleyen eski Yunan filozofu Heraklitus’tur. Ona göre tek değişmeyen şey değişimdir. Hiçbir şey aynı kalmaz, hiç kimse aynı ırmağa iki kere giremez. Çünkü ırmak aynı ırmak, insan da aynı insan değildir. 

Bu sözde doğruluk payı yok mu? Elbette var. Kâinatta her yerde canlı ve cansız, büyük ve küçük her varlık sürekli değişiyor. İnsan vücudu sürekli değişiyor. Vücudumuzdaki hücreler altı ayda bir yenileniyor. Her canlı yenilenerek büyür. Yenilenmesi durduğunda çökmeye, çürümeye, ölmeye başlar. Nihayeti ölümdür. İnsan da böyledir, kelebek de, ağaç da, yıldızlar da... 

Değişimin mikroplardan tutun, güneşe kadar küçük büyük bütün varlık âleminde temel bir kanun olduğu açık. Fakat değişimin evrensel bir kanun olması her değişimin iyi, güzel ve doğru olduğu anlamına gelmez. Hedefsiz değişim Batılı dünyacı kafanın kutsallaştırdığı bir kavram. Bu kafaya göre değişimin kendisi iyi bir şey. Onlara göre insanoğlunun yolculuğunda kat edilen her bir dakika, saat, yıl ve asır onu hep iyiye, doğruya ve güzele doğru götürür. Ama gözden kaçırmayalım, burada “insanoğlu” dedikleri herhangi bir Âdemoğlu değil, kendileridir. Onlara göre zamanın geçmesiyle her şey daha iyi, insancıl, âdil ve eşit olur. Peki, bu düşünce doğru mu? Elbette değil. Batı’nın girdiği, sömürdüğü, yönettiği her yerde savaş, kan ve zulüm var. 

“Zaman ilerledikçe insanoğlu da ilerler” mantığı ne zaman ortaya çıkmış olabilir? Batı'nın sömürgecilik ve kölecilikle dünyaya hükmetmeye başlamasından sonra! Onlara göre zaman geçtikçe her şey iyiye gidiyor, çünkü hükmettikleri ülkeler de, serveti de, gücü de genişliyor, büyüyor. İngiltere böyle bir ilerlemeyi nasıl kutsamasın ki? Daha üç asır evvel adalarında hapsolan bu millet bugün dünyada mevcut 200’ün üzerindeki ülkeden sadece 22'sini işgal etmemiş. Bu onlar için elbette iyidir. 

Batılılar değişimin kutsallığı propagandasının içine bilim, ilerleme, çağdaşlık, evrim teorisi gibi başka kavramları yerleştirdiler. Hepsinin amacı kendilerini ve şerlerini meşrulaştırmak. 

Evrim teorisi bu kutsallaştırılmış değişim anlayışının bir ürünüdür. Güya insanoğlu tesadüfen, kendi kendine ortaya çıkan tek hücreli bir hayvandan başlayarak, zaman geçtikçe sürekli mükemmele doğru gidiyormuş. Batı bu yalanı Batı dışı toplumlarda kendilerine karşı duyulan aşağılık kompleksini kullanarak yaydı. Temel amacı imanı ve dini ortadan kaldırmak, yerine kendi çıkarlarına uyan sahte bilim ve ideolojilerle toplumları gütmektir. 

İlerleme gerileme

Batı, üstünlüğünü abartmak ve kendini yüceltmek için değişim ile beraber ilerleme kavramını da uydurmuştur. Onun “ileri” dediği kendisidir. Batı, yarış parkurunda hep en önde gidendir. Diğer toplumlar arkadan nal toplamaktadır. Değişim gibi ilerlemenin referansı da yine Batı’dır. Başka toplumlar ileri gitmek istiyorlarsa Batı’nın her şeyini taklit etmeleri gerekir. Çünkü Batı değişimin de, ilerlemenin de hem ölçüsü hem de ölçenidir. 

Değişimin kutsallığı propagandasının içine yakın zamanda giren söylemlerden biri de kişisel gelişim safsatasıdır. O da insanın kalbinin, ruhunun, kişiliğinin değil, nefsinin gelişmesi anlamındadır. Çünkü insana ne istiyorsa nasıl elde edeceğinin taktiklerini öğretir. İnsanı bir hesap makinesine çevirir. Değer olarak sadece başarıyı benimser.

Oysa her değişme veya büyüme iyiye doğru gelişme demek değildir. Mesela hücreler insan vücudunun yapı taşlarıdır. Sağlıklı bir insanda hücreler büyür, bölünür ve ölür. Kanserde ise normal hücre değişir, başkalaşır ama kontrolsüz bir şekilde. Bozulmuş hücre çoğalmaya başlar ve bir tümör oluşturur, ölüme kadar götürür.

Batı’nın değişim dediklerinin önemli bir kısmı, hakikat ölçülerine göre olumlu değildir. Çoğu fesattır, bozulmadır. İnsanın, işlerin, düşüncenin bozulmasıdır. Pek çoğu her türlü ahlâksızlık, gayri insanî davranışlar ve tutumlar, insanı insandan koparan bireycilik, sömürgecilik ile zenginleşmedir. Bunlar Mevlâmızın şu fermanının bildirdiği işi yapıyorlar: “Yeryüzünde düzeni kurulduktan sonra bozgunculuk yapmayın ve O'na korku ve ümit ile kulluk edin. Şüphe yok ki Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara yakındır.” (A’raf 56) 

Bizde Batı’dan gelen her kavramı kutsalmış gibi benimseyip, bir de ayet ve hadisle meşrulaştırmaya çalışmak iki asırdır devam eden bir hastalıktır. Her duyduğumuz, öğrendiğimiz şey gibi “zaman ilerledikçe insanoğlu da ilerler” cümlesini iman terazisinde tartmadan benimsememeliyiz. Oysa Batı’dan gelen her parlak cümleyi tekrarladığımız gibi değişimi yücelten bu tür sloganları, fikirleri düşünmeden, hak ölçüsüne vurmadan hemen benimsedik. Bize göre Batı ne söylüyorsa doğrudur, güzeldir, isabetlidir. 

Bütün bu söylemleri canı gönülden kabul ederek Müslümanlar kendilerini Batı’nın gönüllü kölesi hâline getirdiler. Hâlbuki Allah Teâlâ'nın ve Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin ölçüsüyle bakan, düşünen ve işini yapan kul önüne konan her yemeği yemez.

Dönüşmek, ama neye?

Değişim bir yana, bir de dönüşüm kavramı var. Yani toplumun bir halden başka bir hale, bir nitelikten başka bir niteliğe bürünmesi... Batılı düşünce genel olarak dönüşümü de değişim gibi hep iyiye giden bir süreç olarak tanımlar. Fakat dönüşüm de değişim gibi tek başına olumlu bir kavram değil. Değişim bir dönüşümle sonuçlanabilir ama her dönüşüm olumluya, daha üst bir niteliğe, kaliteye, daha iyiye demek değildir. Onun da içeriğini belirleyen hangi yöne ve yola doğru gittiğidir. Böyle bakınca dönüşüm gelişmeye, serpilmeye, daha iyi, doğru ve güzel olmaya doğru olduğu gibi, bozulmaya, fesada, çürümeye doğru da olabilir.

Demek ki müminler değişimi, dönüşümü, yenilenmeyi kendiliğinden iyi kabul etmezler. Bu üç kavram insanı hakka, hayra, fazilete, iyiliğe doğru sevk ediyorsa iyidir. Müminler için iyi, doğru ve güzel, Rabbimiz'in fıtratımıza koyduğu yüceliğe, O’nun muradına, bu dünyanın bitimli olduğunu bilip âhirete yarar bir çizgi ve seviye ortaya koymasına bağlıdır. 

Değişim ve dönüşüm kavramlarının ikisi de yenilenmeyle ilgili. İnsan sürekli yenileniyor. Araştırmalara göre vücudumuz yedi ilâ on yıl arasında tamamen yenileniyor. Her organın yenilenme süresi farklı. Yenilenme yavaşladığı ve durduğu zaman yaşlanmaya, gerilemeye, ölüme doğru hızla sefer etmeye başlıyoruz. Toplumlar da böyle. Hak yolunda değişmeye, dönüşmeye ve yenilenmeye son verdikleri zaman onlar da bir nifak ve fesat batağına saplanıp kalıyorlar. Rabbimiz'in ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin bildirdiği gibi eski kavimler marazlara, rezilliklere, çürümelere böyle dûçar oluyorlar. Sonları da hep aynı oluyor: Yıkılış, çöküş, helâk...

İnsanın niyetini, düşüncesini, işlerini, ilişkilerini yenilemesi için önce kendisini yenilemesi gerekir. Hak yolda kendisini yenileyen insan nerede, hangi zamanda yaşarsa yaşasın, hangi işi yaparsa yapsın canlanır, insanlara da canlılık ve fayda verir. Bu hususta ağaç güzel bir örnektir. Bir tohumdan veya küçücük bir fidandan dev bir ağaç yetişir. İnsanlar ve toplumlar da böyledir. 

Osmanlı toplumunu ele alalım. Göçebe bir grup nasıl oldu da bir asır içinde ilmin, irfanın, Allah’ın emirlerinin ve Sünnet'in canlı bir vitrini hâline geldi? Elbette uygulanan ilkelerle, hukukla, adalet, meşveret, liyakat ve emniyet ile oldu. Zulmün hüküm sürdüğü yerlerde adaleti, yalanın hâkim olduğu yerde gerçeği uyandırması ile oldu. 

Peki, bunu sadece uygulanan soyut fikirler mi sağladı? Elbette hayır. O düzeni mümkün kılan, devlette olduğu kadar çarşıda, evde, sokakta, komşulukta Hakk'ın rızasına uyan insanların çoğalmasıyla oldu. Yani hayırlı bir düzenin gerçek kurucuları güç sahipleri değil; onları olduğu kadar orduyu, bürokratları, esnafı, aileleri, kişileri yetiştiren âlimler, ârifler ve sâlih insanlardır. 

Osmanlı bu değişimi Hak ölçüsüne uyduğu sürece devam ettirdi. Ama ne zaman ki müminler arasında dünyevî istekler, çıkarlar, kötülükler çoğalınca yine bir değişim meydana geldi, ama bu kez bozulma ve çöküş yönünde. Devletin, esnafın, medreselerin, dergâhların, ailenin, ordunun, bürokrasinin ahlâkı bozulmaya başladı. Nihayet son iki asırlık tarihimiz Batı’yı taklit ve takip ederek “değişme, dönüşme ve yenilenme” gibi ithal kavramların içeriğine ve yönüne bakmadan kendimizden uzaklaşmakla geçti. Toplumda erdemli kişiler elbette vardı, hâlâ da var. Fakat hayırlıya, âlime, ahlâklıya değil de güçlüye, paralıya, cahile rağbet artınca Osmanlı’nın yıkılması da mukadder oldu. Öyle ki halife padişah Abdülmecid, İstanbul’daki İngiliz büyükelçiliğinde tertip edilen baloya katıldı. Elçinin kızıyla dans etti. Memurlara Batılı kıyafetleri mecburî yaptı. Tanzimat ile beraber şer’î kurumların yanına Batılı seküler kurumlar yerleştirildi. Medresenin yanına mektep, dergâhın yanına cemiyetler, şer’î hukukun yanına seküler mahkemeler paralel bir sistem gibi eklendi. Sonraki bir asır içinde bu Batılı kurumlar bozulmayı artırdı. Hak yolunda olanlar azınlığa düştü. Sonunda Tek Parti döneminde İslâmî kurumların hepsinin kapısına kilit vuruldu. Batılı tarzda giyimden hukuka, Batılı eğitimden aile yapısının değişimine kadar bir dizi bozulma mümkün hâle geldi.

Çare ne?

Bizde her büyük depremden sonra kentsel dönüşüm kavramı gündeme gelir. Şehirde dönüşüm elbette gereklidir. Dayanıksız binaların yıkılması, yerine daha sağlam ve sağlıklı binaların yapılması şart. Ama acaba insanı dönüştürmeden mekânı dönüştürebilir miyiz? Ahlâkımızı değiştirmeden güvenli, yaşanabilir mekânlar inşâ edebilir miyiz? İçimizdeki değişmeden dışımızdaki değişebilir mi? İnsan ihyâ olmadan mekân ihyâ olabilir mi? Elbette hayır.

Peki, bugün geldiğimiz noktada şu bozuk hâlimizi nasıl değiştirebiliriz? Sorunlarımızı, yanlışlarımızı nasıl düzeltebiliriz? 

Elbette çare niyetimizi, düşüncelerimizi, işlerimizi ve yolumuzu Hakk’a çevirmektir. Sünnet-i Seniyye'ye yaslanarak hayatımızı düzeltmektir. Siyasette, ticarette, ilimde, sanatta hak ölçülere uymamızdır. Devrin değerlerine değil, her devri kuşatan ilâhî değerlere teslim olmamız, o değerleri üstün tutmamız ve bunda sebat etmemizdir. İyiye, doğruya ve güzele doğru dönüşmeyi hep başka birilerinden, devletten, resmî kurumlardan veya kurtarıcılardan bekleyerek gerçekleştiremeyiz. Hepimiz birer birer, kendi sorumlu olduğumuz ailelerimizde, işyerlerimizde, sokakta düzgün olmakla hayırlı bir toplum olacağız. Bu sabır gerektirir ve Allah sabredenlerle beraberdir.

İnsan dönüşmeden toplum, toplum dönüşmeden devlet düzelmez. Tek tek insanlar daha iyi, daha doğru ve daha güzel olmaya gayret etmeye başlayınca etkileri dalga dalga önce ailelerinde, yakın çevrelerinde, sonra toplumda yayılır. Bir anne baba evlatlarına güzel ahlâkı sevdirirse çocuklar öyle yetişir. Her biri büyüyünce hangi işte, hangi yerde, hangi ortamda olurlarsa olsunlar, kötülüğü değil iyiliği yaşamaya ve yaşatmaya başlarlar. Bu etki geometrik bir dizi şeklinde bütün topluma yayılır. Nasıl bozulma on-yirmi yıl içinde bir toplumu çökertebiliyorsa, iyileşme de birkaç nesil içinde toplumu diriltir. Meselâ Tek Parti döneminde bir nesil içinde dinimizin tamamen unutulacağı sanılıyordu. Camilere sadece yaşlılar gelirdi. Kur'an okuyan, namaz kılan bulmak kolay değildi. O karanlık dönemde her zorluğa rağmen Hakk'a yapışanlar, hayırlı işlerde sabır ve sebat gösterenler, anne babalar, hocalar, âlimler, ârifler büyük bir uyanışın tohumlarını attılar. Günümüzde memleketimizde veya İslâm dünyasının her yerinde Hak ehli, helali haramı bilen, her işinde Sünnet'e uymaya çalışanlar varsa bu, o büyük insanların attığı tohumların Allah’ın takdiriyle sürgün vermesindendir. 

İçten dışa

Bireysel, toplumsal ve küresel değişim ancak tek tek insanların kendi nefslerini terbiyesi ile olur. Sloganla, cahilce işlerle, “ne yapalım herkes böyle yapıyor” diyerek bâtıla rağbet etmekle olmaz. İtikadımızı, şeriatı ilimle amel ve ihlâsla yaşamakla olur. Güzel kullukla olur. Bu “enfüsî” düzelmedir. Yani insanın iç dünyasının, kalbinin, aklının, zevkinin düzelmesidir. Bu düzelme kalpte başlar. Her işin başı olan niyet de kalptedir. Kalp düzelince niyet düzelir, niyet aklı harekete geçirir, akıl da hayırlı amellere yol açar. 

İnsanın kendisini ıslah etmesinin ilk şartı kalpten yapılacak tevbedir. Bir hadiste Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurur: “Kulunun tevbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu memnuniyet, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden çok daha fazladır.” (Buhârî, Müslim) 

“Tevbe” kelimesinin Arapça kök anlamı “dönmek”tir. Bu dönüş yanlıştan doğruya, çirkinden güzele, kötüden iyiyedir. Tevbe insanın işlediği günahlardan, içinde bulunduğu kötü alışkanlıklardan, Allah’ın muradına uzak kalmaktan, gafletten dönme iradesidir. Fakat düzelme için irade göstermek gerekir. “Mürid” kelime anlamı olarak “irade gösteren” demektir. Nefsini Hak yolda değiştirmek için irade gösterene mürid denir. “Mürşid” ise müride iradesini kullanarak nasıl düzeleceğini telkin, tavsiye ve tâlim eden olgun zâttır. 

Enfüsî dönüşüm âfâkî dönüşüme yol verir. Yani içteki düzelme dıştaki düzelmeyi doğurur. Kul kendisindeki eksikleri gidermeye gayret ettikçe insan ilişkilerinde, sokakta, işte, okulda da düzelmeye başlar. Nihayet bu düzelme yayılır. Unutmayalım, mümin tek başına, güçsüz ve kimsesiz değildir. Rabbimiz'in yardımı, desteği ve gücü o kulun her hayırlı işine etki verir. Böylece tek bir kişiden başlayan iyilikler bakarsınız toplulukları ihyâ etmeye başlar. Hayırlı ana babaların, mürşidlerin ve âlimlerin büyük etkisinin sırrı ellerindeki para pullar, siyasî manevraları, propaganda imkânları, şöhret tezgâhları, bir sürü kurum ve kuruluşları değil, Mevlâ Teâlâ’nın bu yardımıdır. Zaten O'nun yardımı da rızasını hedef edeninler içindir. O’nun rızasını gözetmekte zaafa düşenlerin, dünya dalaveresine dalanların elinde bütün bu imkânlar olsa da işlerinde artık Allah’ın desteği olmaz. Kısa süre içinde bozulur, dağılır giderler.

O hâlde biz önce kendimizi, sonra da sorumlu, etkili ve yetkili olduğumuz her kişiyi daha iyiye ve güzele doğru götürmek için her şeyi yapmalıyız. İş yapmadan büyük laflar sarfetmek, birilerinden büyük işler yapmasını beklemek çare değildir. Asıl çare her bir müminin kendi hayatında, etkisi, yetkisi ve sorumluluğu olan alanlarda kendini düzeltmesi, sâlih amellere devam etmesi, ailesine ve topluma hizmet etmesi ve iyiliği yaymasıdır. 

Rabbimiz buyurur: “Her insan için önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah'ın emrinden dolayı onu gözetirler. Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi artık onun geri çevrilmesine de imkân yoktur. Onlar için Allah'tan başka bir velî de bulunmaz.” (Ra’d 11) 

Bizim velîmiz, sahibimiz, dayanağımız, gücümüz Rabbimiz'dir. Bizim yolumuz Sünnet yoludur. Bu yolda her birimiz sağlam durdukça muhakkak ki hâlimiz de güzelleşecektir.

Rabbimiz bizi has kul olma yolunda değişenlerden, dönüşenlerden, yenilenenlerden eylesin.





Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy