Aramak

Tavan Arası

İnsan Halleri

Dibacelerin Dünyası

“Dîbâce”, Farsça kökenli bir kelime. “Bir tür has ipek parçası” anlamındadır. Eskiden yazma eserlerin genellikle tezhip ve yaldızlarla süslü ilk sayfaları için kullanılırmış. Daha sonra ise tamamen ‘mukaddime’ ve ‘önsöz’ anlamını karşılayan bir kelime olmuş. 

Eskiden dibacelere eserin kendisi kadar ehemmiyet verilirmiş. Süslü, sanatlı bir dil kullanmak gelenek haline gelmiş. Yazar burada bir nevi kalem gücünü gösterir, mecazların, istiarelerin, süslü teşbihlerin renkli dünyasını sayfasına taşırmış. Harflerin verdiği seslerin uyumuna dayanan aliterasyon tekniğine de özellikle başvurulurmuş. Böylece kitabın girişindeki rengârenk tezhiplerin sözlere de yansıması istenirmiş.

Dibaceler asırlar öncesinin kültür ve edebiyat meclisleri hakkında bize önemli ipuçları sunar. Kitapların hangi sebepten yazıldığını, yazılırken nelerin amaçlandığı ve en önemlisi kimler için yazıldığını bu metinlerden öğreniriz. Dibacelerde kitapların yazılış sebebini anlatan bölümlere “der sebeb-i telif” veya “der beyân-ı sebeb-i telif” denir. 

Dibacelere önce besmele ile başlanır, sonra hamd ve salâtu selam sözleri sıralanır. Bu bölümler kimi eserde oldukça kısa, kimi eserlerde de gayet uzun tutulmuştur. Bu giriş ifadelerine de “besmele, hamdele ve salvele” denir. Daha sonra eserin yazılış sebebi ve kimler için yazıldığı açıklanır. Bazı eserlerde kitabın adının seçiliş sebebi de belirtilir.

Dibace yazar için daima önemli bir bölümdür. Ahmet Hamdi Tanpınar, Sarayiçi’ni ve adeta bütün Bursa’yı yakıp yıkan 1272 yangınında Keçeci Fuad Paşa’nın, Osmanlı Tarihi’nin dibacesi yandı diye ağladığını aktarır. 

Bazı yazarların da güzel mukaddime yazmakla övündükleri bile görülmüştür. Bu kültür sadece eski kitaplarda kalmamış, halkın diline de yansımış ve “dibi dibacesi yok” şeklinde bir deyimde hayat bularak, sebepsiz ortaya çıkan durumları ifade etmek için kullanılagelmiştir.

Eserlerin farklı farklı yazılış hikâyeleri vardır. Padişahlar, emirler, paşalar için yazılan eserler başta gelir. Birçok şair ve yazar eserini devletin veya şehrin yöneticisine sunmayı tercih etmiştir. Bu tercihte, kitabın padişah için yazılacak kadar dikkatle kaleme alındığı gösterilmek istenir. Ayrıca yazar, eserin yazımı ile meşgul olduğu için geçimini sağlayamadığını ve destek beklediğini de beyan etmiş olur. Bu sunuş neticesinde de hem padişahtan ihsanlar görür hem de padişah tarafından kabul gören eser geniş bir kitlenin merakını uyandırır.

Mesela sadece ilk sayfası elde bulunan kayıp bir eserin dibace bölümündeki ifadeler bu açıdan dikkate değerdir. Bu manzum dinî eserde yazar şöyle der: 

“Bir kitâb düzdüm bizim sultân içün / Sultân ibni sultân Murâd Han içün. / Çok yaşasın dost içün düşman içün / Kılıç ursun kâfire imân içün” 

Böylece eseri kim için yazdığını belirtmiş oluyor. Daha sonra eseri Arapçadan Türkçeye çevirdiğini ve hangi konuları ihtiva ettiğini eklemiştir. Bahsettiğimiz tek sayfalık dibace oldukça manidar bir misaldir. Çünkü bu tek sayfadaki birkaç mısrada, eserin kim için yazıldığı, hangi dilden çevrildiği ve ne tür bir eser olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim yazılış tarihi silinmiş veya kaydedilmemiş olan eserlerin birçoğunun tarihi, kim için yazıldığından ortaya çıkarılır.

Dil Hazinesi

İşitmek

Dilde her mana için bir kelime vardır. Fakat bazı manalar birkaç farklı kelime ile karşılanabilir. Mesela işitmek kelimesinin manasını taşıyan başka kelimeler de vardır: Duymak, dinlemek. Bu tür ortaklık başka birçok kelimede vardır. Ancak manaları tıpatıp aynıdır diyemeyiz. Kullanıma göre mutlaka bir özelliği, farklılığı vardır.

Lügate bakınca bu ince farkı görürüz. İşitmek ile başlayalım. Manaları şöyle: “1. Kulak yoluyla duymak. 2. Haber almak, öğrenmek. 3. Dinlemek. 4. Birisinden kötü söz duymak, azarına maruz kalmak. 5. Kulakları duymak.”

Şimdi de duymak kelimesinin manalarına bakalım: “1. İşitmek. 2. Öğrenmek, haber almak, işitmiş olmak. 3. Dokunma, koklama ve tatma duyularından biriyle sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık, tatlılık, acılık, ağırlık, hafiflik gibi nitelikleri hissetmek. 4. Çok açık, ortada ve belirli olmayan bir şeyi sezmek, var olduğunu farketmek, anlamak. 5. Bir ruh hâlinin etkisini üzerinde hissetmek, o hal içinde olmak. 6. (Bir şeyin) Şuuruna varıp onu içinde yaşamak, hissetmek. 7. İşitme duyusuna sahip olmak, sağır olmamak.”

Bakınca her ikisi de aynı yerde ve manada kullanılıyor. Sadece duymak kelimesinin yan manaları, mecazî kullanımları bu kelimeyi diğerinden ayırıyor. Yani işitmek doğrudan kulağa has bir fiil iken duymak kelimesinin kullanım sahası genişlemiş.

Şimdi de dinlemek kelimesine bakalım: “1. İşitmek için kulak vermek, isteyerek duymak. 2. Söylenen sözü dikkate alıp ona göre davranmak, kabul etmek, uymak, itaat etmek. 3. Kulak veya dinleme cihazı ile kalbinin atışlarını, ciğerlerinin sesini duymak suretiyle bir hastayı muayene etmek. 4. Bir şeyi birinden işitmek, ondan duymuş olmak.”

İşitmek ve duymak daha kısa zamanlı bir fiil iken, dinlemek bu fiili geniş zamana yayma manası da taşıyor. Mesela “bir ses işittim” ya da “duydum” deriz. “Dinledim” demeyiz. Diğer taraftan “Dersi dinledim” deriz de “işittim” ya da “duydum” demeyiz. Eğer “dersi işittim” ya da “dersi duydum” diye bir cümle kurmuşsak, burada yapılan bir dersten haberim oldu manasına gelir. Dinlemek ise oturup dersi dinlemektir. 

İşte dil böyle bir hazinedir. Çok zengindir. Ancak bu zenginlik onu doğru kullanınca ortaya çıkar.

Bir Söz Bir Şerh

İbn Atâullah el-İskenderî hazretleri Hikem-i Atâiyye’de şöyle buyuruyor:

“Tamah tohumu ekmedikçe zillet dalları uzamaz.”

Molla Yahya Pakiş kuddise sırruhû bu hikmeti şöyle açıklıyor:

“Tamah, başkalarının elinde olan şeylere heveslenmek, onlara istekli olmak ve göz dikmektir. Bunun sebebi de onlarda bir fayda olduğunu düşünmektir.

İnsan, başkalarının kendisine bir fayda sağlayacağını veya onlardan bir zarar gelebileceğini düşünerek onlara boyun eğer, kendini alçaltır, küçük görür. Oysa fayda veya zarar ancak Allah’tandır. İnsanları görüp, onlara itibar eden kimse zelil olur.

Bir gün Hz. Ali radıyallahu anhu Basra’da bir camiye girdi. Orada insanlara vaaz eden vaizler gördü. Hepsinin yanlışlarını bulup, düzeltti. Sonra Hasan-ı Basrî’yi gördü. Onda bir rüşd ve hidayet siması farketti ve ona;

– Sana bir şey soracağım. Eğer bilirsen seni bırakacağım, dedi ve sordu:

– Dinin binası nedir?

– Takvadır.

– Dinin fesadı (bozulması) nedir?

– Tamahtır. Bunun üzerine Hz. Ali radıyallahu anhu;

– Otur ve sohbetine devam et. İnsanlara senin gibilerin sohbet etmesi gerekir, dedi.”





Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy