Söz konusu Hakk’a yakınlık olunca, O’na olan sevgi olunca aşırılıktan bahsedilemez. Çünkü takvada ifrat olmaz. Ne kadar olsa da çok sayılamaz.
Bazı kavramlar, sınırları tam belli olmadığı için kişiden kişiye farklılık gösterebiliyor. İfrat ve tefrit kavramları da iki ucu açık, çoğunlukla kişinin takvasına göre değerlendirme alanı geniş olan kavramlardır. İfrat ve tefriti belirleyen ölçü kavram aslında “itidal”dir ve bunu anlamadan diğer ikisini de yerli yerince anlamak mümkün değildir. İtidal ise kendini Sünnet ile ete kemiğe büründürür.
Sünnet gerçekte “orta yol” olmasına rağmen, sünnet üzere yaşamak bugünün insanları tarafından ifrat derecesinde, yani aşırı dindarlık olarak görünebilmekte. Peki dindarlıkta aşırılıktan bahsedilebilir mi? Hangi aşamadan sonra itidalden sapılmış ve ifrata düşülmüş olur? Bunun için önce orta yol olan “itidal” ile bunun ölçüsünün kaçırılması anlamına gelen “ifrat” ve “tefrit” kavramlarına kısaca bakıp, sonra konuyla alakalı farklı bir husus üzerinde duracağız.
İtidalin iki ucu
İtidal “adl” kökünden türemiş olup “iman, düşünce, amel ve ahlâkta tutulan orta yol, iki aşırı tutum ve davranış arasındaki orta hal” manasına gelir. Nitekim adalet de “bir şeyi olması gereken yere koymak” demektir. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet-i kerimede itidalli olmak emir ve tavsiye edilmekte, aşırılık yasaklanmaktadır. “Sırat-ı müstakim” ve “vasat ümmet” tabirleri bu itidalin parçalarıdır.
Sorun itidalden sapmayla başlar. İtidalden fazlalık yönünde sapmaya “ifrat”, eksiklik yönünde sapmaya ise “tefrit” denilir. İslâm âlimleri ister fazlalık ister eksiklik yönünde olsun, her aşırılığın noksanlığa karşılık geldiğini söylemişlerdir. Kısaca sünnet ile belirlenmiş ölçünün, ayarlanmış dozun, bulunmuş orta yolun aşağı ya da yukarı yönde kaçırılması demek, ifrat ya da tefrite düşmek demektir.
Mümin tembellik ve umursamazlık tefritine düşmediği gibi aşırılık ifratına da saplanmaz. Sünnet çizgisi olan itidali kendisine istikamet yapar.
Tefrit gevşeklik, tembellik, umursamazlık ve gaflet demektir. Nefs ve şeytanın aldatmasıyla Hak’tan gafil yaşamak, dinden uzak bulunmak demektir. Tefrit halinde bulunanlar ya yola henüz girememiş ya da yolda çok gerilerde kalmış kimselerdir. Ne ile karşı karşıya olduğunun farkında olmak bir tarafa, nasıl bir yolda olduğunun bile şuurunda değillerdir. Tefrit içinde olanların ihtara, ihyâya, ıslaha, imara ve irşada herkesten çok ihtiyacı vardır. Emr-i maruf ve nehy-i münkerin asıl muhatapları bunlardır.
İfrat ise aşırıya kaçmak, kendini zorlamak, istenmeyen yükümlülüklerle kendini sorumlu tutmak suretiyle yormaktır. İfrat amellerde ve hatta ahlâkta olabilir. İlk başta çok güzel, iyi ve doğru görünür. Daha fazla amel, daha fazla erdem gibi algılanır. Ancak bütün bu fazlalıklar insanların çoğu için devamlılığa engel olduğu için hoş görülmemiştir. İfrata kaçan bir mümin daha çok yorulacak, belki bıkacak ve her yorulanın nefesinin kesilmesi gibi kısa zamanda nefs ve şeytan karşısında zayıf durumda kalabilecektir. Daha da önemlisi, emir ve tavsiye edilen ölçünün dışına çıkmış olacaktır ki bunda nefsin payı vardır ve teslimiyete aykırıdır.
Bir yük ilkin hafif gelmekle beraber zamanla ağırlaşır. Kişi başta o yükü hafif görür, fazlasına güç yetirebilirim der. Oysa az yükle yolu tamamlamak, fazla yükle yolda kalmaktan daha iyidir. Dolayısıyla dinî hayatta ifrata mesafeli yaklaşılmıştır. Ancak bunu böyle söyleyince akla şu sorunun gelmesi yüksek ihtimaldir: Peki İslâm tarihindeki uç örnekleri nereye koyacağız? Sahabilerin, selefin, birçok âlim ve velînin zahidâne yaşantılarını nasıl anlayacağız? Bize göre ifrat gibi görünen örnekleri nasıl izah edeceğiz?
İdeal ve tavsiye
İfrat bahsini anlamak için evvela ideal ile tavsiye arasındaki farkı ayırt etmek gerekir. İdeal, aslında Hak yolda ilerlenebildiği kadar ilerlemek, zirveyi hedeflemektir. Bir başka ifade ile takvada zirve ve derinlik yönünde sınır yoktur. Allah indinde üstünlüğün ancak takva ile olduğunun belirtilmesi, kişinin dinini yaşamada ve Allah’a yakınlıkta en ileride olanın en üstün olduğunu belirtmek içindir.
Ancak Müslümanlara yapılan ortalama tavsiye itidal üzere olmaktır. Hatırlayalım, Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem yanında hiçbir mal bulundurmadığı, haftalarca ocağında ateş tütmeyip yemek pişmediği halde ümmetinin böyle olmasını emretmemiştir. O, geceleri ayakları şişene kadar ibadet ettiği halde ümmetine bu kadarını tavsiye de etmemiştir. Hz. Ebubekir radıyallahu anhu bütün malını infak ettiğinde buna müsaade edilirken, Sa’d b. Ubâde radıyallahu anhuya izin verilmemiştir. İmam-ı Azam hazretlerinin kendisi kılı kırk yarıp takvaya göre amel ettiği halde, başkalarına fetva verirken daha kolayını tercih etmiştir.
Nitekim “imamın dediğini yap ama yaptığını yapma” sözü aslında bu hakikati ifade etmek için söylenmiş bir sözdür. Yani bu söz ile aslında “onlar takva ile amel etmektedir, fakat fetva ile emir verirler; onların yaptıklarını yapmaya sen güç yetiremezsin, yolda kalırsın; onların söylediği fetva ile amel et” manasında bir sözdür.
Bu tarz uygulamalar, yapmak için olmasa bile en azından derinliği bilmek ve ufku görebilmek için gereklidir. Bu manadaki ifrat olmazsa dinin boyutlarını tam olarak anlayamayız. Bu yönüyle dinî yaşantıda ifrat olumlu bir kavramdır. Fakat özellikle ibadet hayatında aile hukukunu zedeleyecek, kişiyi muhtaç duruma düşürecek aşırılıkların ifrata değil, yasaklanmış fiillere girdiğini hatırlamak gerekir.
Sûfîlerin “aşırılıkları”
Tasavvufta itidalden yukarı yönlü sapma diyebileceğimiz bol örnekler vardır. Bazı sûfî zâtlar bize, yani ortalama müminlere göre aşırıya gitmiştir denilebilir. Ancak söz konusu Hakk’a yakınlık olunca, O’na olan sevgi olunca aşırılıktan bahsedilemez. Çünkü takvada ifrat olmaz. Ne kadar olsa da çok sayılamaz. Diğer taraftan itidalden de menkıbe çıkmaz. Çünkü itidal normal ve genel olandır. Menkıbeler hep ortalamanın üzerindeki davranış örnekleridir.
Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyhten aktarılan “Siz sahabileri görseydiniz bunlar deli derdiniz. Onlar da sizi görseydi bunlar Müslüman değil derlerdi” sözü de aslında itidal ve ifrat kavramlarının zamana ve insanlara göre farklılaştığının göstergesidir. Sahabenin Sünnet üzere yaşadığını biliyoruz. O halde nasıl oluyor da aradan bir iki nesil geçince böyle büyük bir fark ortaya çıkabiliyor?
Kûfe’de koyun hırsızlığı olduğu haberini alan İmam-ı Azam Hazretleri bir koyunun ömrünün yedi yıl olduğunu öğrenince o kadar yıl boyunca koyun eti yememiştir. O, soranlara meşru yollardan et alındığı sürece yemeyin diye asla fetva vermemesine rağmen kendisi yememeyi tercih etmiştir. Bize göre bu ifrat olabilir ama takva derecesi farklı olanlara göre bu da itidale girer. İslâm tarihinde, özellikle tasavvufî eserler böyle menkıbelerle doludur.
Bunları olumlu manada söylüyoruz. İyi ki bu misaller var. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin birçok hali, çoğu sahibinin ve selefin yaşantısı bize bunu gösteriyor. Ama “hepiniz böyle olun” denmiyor. Yunus Emre hazretleri ilâhî aşka dûçar olmasaydı da aşktan bahsetmeseydi onu tanıyabilir miydik? Mevlânâ’lar, Şah-ı Nakşibend’ler, Abdülkadir Geylânî’ler, İbn-i Arabî’ler, İmam-ı Rabbânî’ler, Allah sırlarını mukaddes kılsın, bizim anladığımız manada itidalli miydiler? Yoksa takva konusunda kılı kırk yaranlardan mıydılar? Dinde, dindarlıkta aşırıya gitmek derken neyi kastediyoruz? Bu büyük insanlar her ânı Rableri ile bir alışveriş hali içinde yaşadıkları için onların itidali bizim ifratımız, bizim ifratımız da onların itidali oluyor, fark sadece bu.