Adım Adım Büyük Türkiye
Bağımsız devlet olmak… Bu ifade oldukça basit görünse de mevcut küresel sistem içerisinde bir devletin bağımsız olması hayatî önem taşıyor. Düşünün bir kere. Yer altı ve yer üstü kaynaklarınız ve nitelikli iş gücü potansiyeliniz var. Ama kullanamıyor ve sırf bu nedenle yerinizde sayıyor, hatta geriye gidiyorsunuz. Yer altı kaynaklarına ve nüfusuna bakıldığında bugün dünyanın en zengin ülkelerine sahip olması gereken Afrika kıtasında millet fakirlikten kırılıyor. Çünkü altın, elmas, petrol gibi değerli kaynaklara Fransa, İngiltere, Belçika, Portekiz gibi ülkeler el koyuyor. Böylelikle dünyanın batısı zenginleşirken, güneyindeki kara kıtada masum insanlar yokluktan hayatlarını kaybediyor.
Tarihe uzun süre yön vermiş Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının devamı olan Türkiye, yüz yıllık mazisinin büyük bölümünde bu manada bağımsız devlet olma özelliklerini gösteremedi. İhtiyacını karşıladıktan sonra ihraç edebileceği kadar geniş yer altı kaynakları da yoktu. Ancak stratejik bir noktada bulunuyordu. Osmanlı’nın Avrupa’yı kasıp kavurduğu zamanlarda düşmanlarının biriktirdiği nefret de miras kalmıştı. Her ne kadar kâğıt üzerinde bağımsız olsa da Türkiye, uzun süre ekonomide, dış ve hatta iç siyasette özellikle Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin yönlendirmelerine maruz kaldı. Ta ki ucu oraya bağlı iplerden tek tek kurtulana kadar. Kendi silahlarını, SİHA’larını, savaş uçaklarını, tanklarını yapana, kendi yer altı kaynaklarını kimsenin iznine bağlı olmaksızın çıkarmaya başlayana kadar.
Doğu Akdeniz’de ve Karadeniz’de yapılan doğal gaz arama çalışmaları ve Doğu Anadolu’da çıkarılan petrolün ardından Türkiye, şimdi de uzun süredir neden çıkarılmadığı sorusuna cevap bulunamayan bor minerallerinin çıkarılması çalışmalarına başladı. Türkiye adım adım büyüyor. Ve inşallah hiçbir dünya gücü bu yürüyüşün önünde duramayacak.
Amerikan Kapitalizmi Sarsılırken
Kapitalizm kabaca, kapitalin yani paranın belli merkezlerde toplanarak piyasaya aktarıldığı ve üretimin yalnızca kâr amacıyla yapıldığı bir sistem olarak tanımlanıyor. Buradan bakıldığında “kapitalizm aslında kötü bir şey değilmiş” diye düşünebiliriz. Fakat üretimin amacı, satış ve fiyatlandırma kriterleri bakımından, insanî değerleri göz ardı eden bir sistem. Bütün hedef kâr olunca, sistem imkân bulduğunda derhal emperyalizme evriliyor. Hani Avrupalı devletlerin Afrika’da kurduğu, insanları karın tokluğuna ölümüne çalıştırdığı sistem. Dünya yüzlerce yıldır bu zalim sistemlerin kıskacında bulunuyor. Birileri daha zengin olmak için başka birilerinin malına el koyuyor ve onları ölümüne çalıştırıyor. Baş kaldıranları da katlediyor. ABD özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bu sistemin merkezi konumunda bulunuyor. Literatüre “Amerikan kapitalizmi”, “Amerikan emperyalizmi” kavramları gireli çok oldu.
Bu sistemde çarkın dönmesi için olmazsa olmaz aktörler olan bankalar, faizli kredi sistemiyle kapitalizme adeta can suyu oluyor. Sistem, insanları bankalara mecbur ettiği için de bir anlamda kendi kendini döndürüyor. Öyle bir mekanizma inşa edilmiş ki, bankaların böyle bir ortamda batmayacağı, kapitalizmin de sonunun gelmeyeceği zannediliyordu. Zulmü gündelik hayatın parçası haline getirmenin Allah’ın adetine ters olduğu hakikati unutularak elbette. Batı’nın böyle bir fikre sahip olmadığı aşikâr. Aramızda yaşayan ve bu sistemin çökmeyeceği dolayısıyla ABD ile beraber yürünmesi gerektiğini ifade edenler için söylüyoruz bunları. Nitekim sistem mutat alarmlarından birini verdi ve ABD’de bankalar batmaya başladı. Belki bu daha başlangıç. Tehlike çanları çoktan çalmaya başlamıştı. Belki kaçınılmaz sonun gelişi de yakındır.
Uzak Doğu’da Üçüncü Dünya Savaşı’nın Fitili Ateşleniyor
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile gerilimin Doğu ile Batı bloku arasına yayılacağını öne sürenler, tıpkı ilk ikisinde olduğu gibi Üçüncü Dünya Savaşı’nın iki blok arasında bu kriz üzerinden başlayacağını söylüyorlardı. Evet, buradan büyük bir kriz çıkma ihtimali var. Bir tarafta yaptığı çalışmalarla kısa sürede Rusya’yı küresel siyasetin merkezi konumuna çeken Kremlin yönetimi, diğer tarafta ise Rusya’yı kendilerini her an işgal edebilecek bir ülke gibi gören Avrupa ve Soğuk Savaş dönemini yeniden yaşayan ABD var. Fakat Putin her an bir çılgınlık yapacakmış gibi dursa da, kesinlikle Hitler karakterli biri değil. Uzun uzun düşünüp altını doldurmadan bir hamle yapmıyor. İşgale başlamadan Avrupa’yı hedef alarak neyi kaybedeceğini hesapladı ve Doğu ülkeleriyle ticarî/stratejik ilişkilerini geliştirdi. Bu durumda Çin de denkleme bir şekilde dâhil oldu. Zihinlerde şimdi asıl mücadelenin ABD ile Çin arasında olup olmayacağı sorusu bulunuyor.
Geçen ay, Çin’in Hint-Pasifik bölgesindeki gücünü dengelemek isteyen ABD-İngiltere-Avustralya üçlüsü AUKUS (Australia, United Kingdom, United States kelimelerinin baş harflerinden oluşan bir kısaltma) nükleer denizaltı programının hayata geçirilmesi konusunda uzlaşmaya vardı. Avustralya ve İngiltere başbakanlarıyla ABD Başkanı’nın bir araya geldiği toplantıda verilen mesaj, programın ne anlama geldiğine ilişkin önemli ipuçları barındırıyor. Deniliyor ki:
“Yüzyılı aşkın süredir üç ulus, Hint-Pasifik de dâhil olmak üzere dünya genelinde istikrarın ve refahın sürdürülmesinde omuz omuza mücadele veriyor.”
ABD daha önce Afganistan’da ve Irak’ta güya “istikrar ve huzurun inşa edilmesi” konusunda “demokratik usullere uygun” müdahalelerde bulunmuştu! Gelinen noktada Afganistan ve Irak’ın durumu ortada. Ancak bu sefer baltayı taşa vurma ihtimalleri yüksek. Çünkü karşılarında Afganistan ve Irak değil Çin var. Hint-Pasifik bölgesinde önümüzdeki günlerde suların iyiden iyiye ısınma ihtimali yüksek. Umarız yeni bir savaşın fitili ateşlenmez.
Ukrayna Yarasını Kim Kaşıyor?
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin üzerinden bir yıldan fazla zaman geçti. Çoğu kişi Rus yönetiminin bu kadar uzun süre dayanamayacağını düşünse de, Rusya sanki hiçbir şey olmamış gibi Ukrayna topraklarında ilerlemeye devam ediyor. Geçen ay ekranlara yansıyan bir görüntüde Rusya Devlet Başkanı Putin, arabanın direksiyonuna geçmiş, oldukça rahat tavırlarla ilerliyordu. Ukrayna’da ele geçirilen topraklar, Rusya’nın iç kamuoyu için de önemli malzeme konusuna dönüşmüş durumda. Kremlin yönetimi nüfuzuna geçirdiği topraklar üzerinden halkının güvenini kazanmaya devam ediyor. Ukrayna tarafında ise işler pek de beklendiği gibi ilerlemiyor. Zaman zaman Avrupalı devletlerin, bazen de ABD’nin yaptığı para ve silah destekleriyle ayakta kalmaya çalışan Ukrayna, bu süreci daha fazla devam ettiremeyecek gibi görünüyor. Rusya’yı karşılarına almak istemeyen güçler, Ukrayna’yı maşa olarak kullanıyor.
ABD, Ukrayna işgalini Rusya’nın yumuşak karnı olarak gördüğü için Putin ve arkadaşlarını uluslararası toplumun nezdinde işgalci olarak göstermek için her yola başvuruyor. Geçen ay, bir ABD İHA’sı Rus savaş uçağı tarafından Karadeniz’e düşürüldü. Ruslar, İHA’ya herhangi bir müdahale olmadığını vurgulasalar da Amerikalılar aynı görüşte değil. Onlara göre “Rusların güvensiz ve profesyonel olmayan davranışı yüzünden neredeyse iki hava aracı da düşecekti.”
Tam burada akıllara şu soru geliyor: “Amerikan İHA’sının Karadeniz üzerinde ne işi var? Amerika, dünyanın en büyük gücü olduğunu göstermek için tehlikeli sularda yüzüyor. Ülkenin yaşadığı ekonomik ve siyasî krizler, şu anda böyle bir gövde gösterisi yapmasına çok da müsait değil. Gerilimden beslenen bir yanı var ABD’nin. Ancak böyle devam ederse kriz onlar için besin kaynağı olmaktan çıkarak zehre dönüşecek.
Türkiye ile Mısır Arasında Buzlar Eriyor
Mısır, tarihî ve kültürel ortaklıklarımız olan ülkelerden biri. Yüzlerce yıl Osmanlı tarafından idare edilen ülke, Birinci Dünya Savaşı sırasında kurulan Arap Bürosu’nun faaliyetleriyle birlikte elimizden çıktı. O dönemde İngilizler için bir üs haline geldi. Hatta Kahire’de bulunan Sevoy Otel’in üç odası, İngiliz Genelkurmay istihbaratının merkez üssü olarak kullanıldı. Savaş sonrasında çeşitli güdümlü yönetimler tarafından idare edilen ülke, Arap Baharı sürecinden en çok etkilenenlerden biri oldu. Hüsnü Mübarek yönetimi devrildi. Peşinden seçimle iş başına gelen Muhammed Mursi hükümetine de askerî darbe yapıldı. Ve Genelkurmay Başkanı Abdülfettah Sisi iktidara geldi. Türkiye, seçilmiş cumhurbaşkanına yapılan darbeyi kabul etmeyerek Mısır’la ilişkileri askıya aldı. Bu durum elbette onurlu bir davranış olsa da tepkinin şiddetini ayarlamak gerekiyordu. Çünkü uzun süreli bu kopukluk Türkiye’yi birçok önemli konuda zor durumda bıraktı. Nihayet diplomasinin en temel kuralı devreye girdi ve normalleşme adımları atıldı.
Mısır’la münasebetlerimizi asgari düzeye indirmek bize ne kazandırdı ne kaybettirdi? Bu sorgulama, “devletlerin dostları yahut düşmanları olmaz, çıkarları olur” ilkesine göre yapıldığında Türkiye için Mısır’la ilişkileri yeniden canlandırmaktan başka yol yoktu. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Kahire’ye giderek Mısır Dışişleri Bakanı Sami Şükrü ile bir araya geldi. Çavuşoğlu’nun Mısır’lı mevkidaşına “kardeşim Şükrü” diye hitap etmesi, ilişkileri düzeltme gayretinin ne kadar sahici olduğunu gösteriyor.
Türkiye, artık etrafında dostluk münasebetleri kurmalı. Düşman saflarını değil, dostluk cephesini genişletmeli. Elbette devlet karakteri ve ciddiyetinde. Yoksa boş yere çekilen rest, sıkılan bir kurşun altından kalkılması güç olaylara neden olabilir. O nedenle dış politikadaki paradigmamız denge siyaseti olmalı.
Güney Afrika’da İslâm’ın Sedası
Afrika kıtası asırlardır sömürülüyor. Kuzeyi yıllarca İtalyanların ve Fransızların egemenliğindeydi. Orta Afrika’nın büyük bölümünde yine Fransız hakimiyeti devam ediyor. İngiltere de bu süreçte “olması gereken zamanda, olması gereken yerde” bulundu. Bugün de özellikle Güney Afrika’da İngiliz etkisi kendisini gösteriyor. Fransızların sömürdüğü topraklar, İngilizlerin kontrol ettiği yerlere göre daha kötü durumda. İngiltere, az da olsa sömürdüğü coğrafyanın gelişimine müsaade ediyor. Güney Afrika ise kendileri için ayırdıkları tatil beldesi konumunda. Ülkenin büyük kentlerinden Johannesburg bir Avrupa kentini andırıyor. Cape Town ise oldukça otantik. Doğal güzellikleriyle ön plana çıkan şehir, kelimenin tam anlamıyla bir tatil beldesi.
Madalyonun bir de arka yüzü var tabii. Ülkede Batılıların kendilerine ayırdıkları yerlerin dışında, diğer Afrika ülkeleri gibi fakirlik kol geziyor. Hıristiyanların çoğunlukta olduğu ülkede Müslümanlar nüfusun yüzde iki buçuğunu oluşturuyor. Böyle bir ortamda İslâm’ı yaşamak kolay değil elbette. Ancak buna rağmen her yıl Müslümanların sayısında belirgin oranda artış var. Geçen yıl Ramazan ayında, sayıları bir milyonu bulan Müslümanlar, camilerin dolmasından son derece mutlu olmuşlardı. İslâm’ın Güney Afrika’da 1980’li yıllarda yayılmaya başladığını düşünürsek, bir milyon son derece önemli sayı. Yer altı zenginlikleri ve insan kaynakları gibi inançları da sömürülen bu insanlar, İslâm’ın adalet anlayışı ve insanı yücelten yaklaşımıyla karşılaştıklarında neye uğradıklarını şaşırıyor ve daha kuvvetli bir imanla Müslüman oluyorlar. Sayıları her geçen gün artan Müslümanlar, Ramazan’ı bu yıl da coşkuyla kutluyor. Ve bu durum ülkedeki Müslümanların geleceğe dair ümitlerini her geçen gün daha fazla yeşertiyor.
Asırlarca “beyaz adamlar” elinden Batı “medeniyeti”nin şiddetine maruz kalan Afrikalılar için de tek kurtuluş yolu Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak. İnşallah kıtadaki bu diriliş, emperyalizm kıskacından tamamen kurtulmalarının da miladı olur.