Aramak

Sorular

Soru sormak ilmin yarısıdır, bunu herkes bilir. Bilinmeyen ise insanın kendini tanıması için sorduğu soruların önemidir. Başkalarına değil, sadece kendisine sorması gereken sorulardır bunlar. 

Biz Neredeyiz? 

Biri doğum diğeri ölüm olan iki kapılı bir handayız. Doğum kapısından girdik, ölüm kapısından çıkacağız. Misafir olduğumuz bu hanı sahiplenme çabamız ne kadar abes! Köşe kapmaca oyunlarımız ne kadar beyhude! Ha yer minderinde oturmuşsun ha bir tahtta. Gitme vakti gelince hepsi bir. 

Sahibini bilmek, dediklerini yapmak ve edepli davranmakla yükümlü olduğun bu handan çıktıktan sonra gideceğin yer de yine O’nun. Çıkış kapısında buradan götürebilecek maddi hiçbir şey de yok. Bir de handa yapılanların hesabı verilecek sahibine. 

Bir ara cami müdavimlerinden terzi bir amcamız vardı. Bir gün cami çıkışında bizi durdurup birden, “Ben terziyim, bugüne kadar çok kefen biçtim ama hiçbirine cep dikmedim” deyivermişti, hiç unutmam. Hakikat buyken soralım: Hancı gibi mi yaşıyoruz, yolcu gibi mi?

Nereden Başlamalı?

Bir âlimin çocuklar için yazdığı bir kitabı bu soruyla başlıyor: “İnsanoğlunun dünyada bilmesi gereken ilk bilgi nedir?” Cevabını da arkasından vermiş: “Yaratılmış olduğudur ve yaratıldığına göre bir yaratıcısı vardır.” 

Bilmeye böyle bir soru ve cevabı ile başlamak, çocuklara hakikatli bir bakış açısı kazandırmaktır. Oysa önce dünyayı, yani gelip geçici olanı öğretmeye çalışıyoruz. Böyle olunca da çocukların hayattaki bakış açısı dünya merkezli oluyor, öyle de kalıyor. 

Sanıyoruz ki dünyanın gelip geçiciliği, bir yaratıcısı olduğu, bizi sorumlu birer kul olarak yarattığı fikri sonradan edinilmesi gereken ve kendi başına ulaşılabilecek bir düşüncedir. Halbuki çocuklarımızın gözlerine başta yanlış bir gözlük takıyoruz. Bu gözlük hakikati saklıyor ya da bulanık gösteriyor, sonra da bu gördüklerinden hakikate yol bulması zorlaşıyor. 

Eski alfabemiz “elif” ile başlar. Elif tevhidi simgeler. Öğrenmeye böyle başlayan çocuk, varlık âlemine ve olup biten her şeye tevhid gözü ile bakar. İşlerin âhiri evvelline göredir. “Nasıl başlanırsa öyle gider” denilir. 

Burada anne babalara büyük iş düştüğünü söylemeye gerek yok. Çocuklarımıza ilk elden iman eğitimlerini vermeliyiz. Tamam da hadi kendimize soralım: Acaba biz neyi, ne kadar biliyoruz? Daha da önemlisi, bildiklerimizi ne kadar önemsiyoruz?

Ne Sormalı? 

“Kimsin, nereden gelip nereye gidiyorsun, varlığının sebebi ne?” gibi var oluşla ilgili sorularla insan kendisini tanımaya, hakikatini bilmeye adım atar. Bu adım kendini bilmenin ilk adımıdır. Bu sorulara verilebilecek pek çok cevap var elbette. Fakat cevabın doğruluğunun herkesin içinde bir sağlaması da var. Yanlış cevap huzur vermez, doğrusu ise kalbi teskin eder, tatmin ve genişlik verir. Sözü yormayalım, cevap Allah ile irtibatlıysa doğrudur. 

İlk aşamayı geçmiş, temel soruların doğru cevaplarını edinmiş kişinin kendisine soracağı sonraki soru “Peki ne yapmalıyım?” olsa gerektir. Bu sorunun cevabı insanı Rabbi’ne karşı görevlerini bilmeye yani dine götürür. Bu da özetle Yaratan’a yapılan ibadet ile yaratılmışlara karşı sorumluluklardır. 

Üçüncü soru “Ne durumdayım?” sorusudur. Sûfîlerin “murakabe” dedikleri şey. Bu soru kişiyi sorumlulukları hususunda uyanık ve diri tutar. Kişi kendisini bu soru ile hesaba çeker ve ömrün sonuna kadar bunu yapması gerekir. Bundan kaçınmak kibir, ihmal ise gaflettir. 

Doğru soru ve doğru cevap karşımıza “ilim” kavramını çıkarır. İlim yoksa bulunan cevapların insanı acınacak durumlara düşürmesi kuvvetle muhtemeldir. Sorular ve şöyle böyle cevaplar tamam, fakat ilim konusunda ne haldeyiz?  

Zil Kimin İçin Çalıyor? 

Öğrencilerimin çoğu kısacık ders aralarında, azıcık teneffüslerde hemen oyun oynamaya koşarlar. Fakat ders zili çalınca hevesleri kursaklarında kalmış olarak geri dönerler, oynadıklarından hiçbir şey anlamazlar. Bir dahaki arayı iple çekerler. Kanaatimce bu bekleyişin sebebi, oynarken aldıkları tadı yeniden yaşama isteğinden çok yeterince oynayamamış olmaktan kaynaklanan hırslanma halidir. Bu hırsla ancak teneffüslerde yapabilecekleri önemli işlerini de ya unuturlar ya da ertelerler. 

Bu durum şu fani dünyadaki halimize şaşırtıcı şekilde benziyor. Bizim hayat dediğimiz şey, âhiretin yanında ancak çocukların teneffüsleri kadar. Bu kısacık zamanı oyun ve eğlenceden ibaret sanıyoruz. Asıl büyük hayatımızın selameti için yapmamız gerekenleri ya oyun hırsına kapılıp ihmal ediyoruz ya da unutuyoruz. 

Eski bir söz vardı: “Ana rahminden geldik pazara, bir kefen aldık, döndük mezara.” Hepsi bu işte! Aslına bakarsanız bu dünyada “ne kadar” kaldığımızın önemi yok, önemli olan “nasıl” kaldığımız. Öyleyse soralım: Oyun bitince ne yapacağız?





Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy