Ben pek planlı birisi değilim ama yine de hazırlık yapmayı önemserim. Bir yerde konuşma yapacak veya ders verecek olsam zihnimi ve kendimi o derse hazırlarım. O konuyu daha önce defalarca anlatmış olsam bile. Önceden kullandığım örnekleri, görselleri gözden geçirir, yenilerini ekler ya da çıkarırım.
Ama bütün bu yazılı ve görsel hazırlık orada biter. İnsanların karşısına çıktığımda kâğıttan veya slaytlara bakarak konuşmayı sevmem. Çünkü insanın doğaçlama konuşması onun samimiyetini karşıdakine yansıtır. İnsanın elindeki kâğıt, kitap, hatta konuşma yaptığı masa veya kürsü hep dinleyiciler ile arasında birer engeldir. Muhataplarınızın zihinlerine ve kalplerine erişmek istiyorsanız bunları aradan kaldırmanız gerekir.
Kalpten kalbe bir yol
İnsan gerçekten çok ilginç bir varlık. Kalbinden gelen her ses, her harf karşıdakini etkiler. Bir araştırma görmüştüm. Beynin manyetik alanı insandan çevresine 63 cm’ye kadar yayılıyormuş. Kalbin manyetik alanı ise bunun birkaç katı uzun bir mesafeye yayılıyormuş.
Burada bir hikmet var. Kalbin etkisi en yüksektir. Kalpten konuşan, yazan, bakan, kızan birisi her yerde her zaman karşısındakine tesir eder. Bu gerçeği bilen siyaset ve ticaret pazarlamacıları samimiyet ve tevazu hissi veren reklamlar yaparlar. Siyasîlerin nutuklarındaki ve ticarî reklamlardaki kısa ve vurucu cümleler, bu kişilerin sanki bakmadan konuşuyorlarmış gibi şeffaf camlardan akan yazıları okumaları, kitlelerin önünde aileleriyle poz vermeleri hep bu sebeptendir. Yani samimiyetin sahtesi bile etkilidir.
Birisi irticâlen bir şey söylese hemen ilgimizi çeker. Ezberden, kafadan, hemencecik orada, o anda bir şeyler okuması, yazması, söylemesi harika bir şeydir. Hazırlığı, provası olmadan, dur bir düşüneyim demeden ânında şiir söylemek, beste yapmak, konuşmak... Bunu yapabilen insanlar nadirdir. Ama galiba son devirde daha da azaldı.
“İrticâlen,” “doğaçlayarak” demek... Arapça’da “irticâl” kelimesi aslında “doğaçlama şiir okuma” anlamındadır. Bu kelimenin kökü “ayak” anlamına gelen “ricl”den geliyor. Bu aynı zamanda “insan, adam” anlamındaki “racül” kelimesinin de kökü. Ayakla ne ilgisi var derseniz, insan iki ayağı üzerinde duran ve yürüyen varlık da ondan. “Racül”un çoğulu ise “ricâl.” Demek ki “irticâl” bir duyguyu ayağa kaldırıp yürütmek anlamında. Bu bana başka bir şeyi hatırlattı. Anadolu’da âşıklar beste yapmak anlamında “havalandırmak” derler. Bir şiiri ellerine alıp gönüllerinden gelen nağmeyle onu havalandırırlar.
İnsan hakikatte kalbinden ibarettir. Gerçek görüş kalp gözü iledir, gerçek duyuş kalp iledir. O yüzden tam bilmek ve tam öğrenmek kalp ile ilgilidir. İngilizce’de “ezberlemek” anlamında “to learn by heart” deyimi de kullanılır. Bu deyim ilginçtir. Bir şeyi “kalpten öğrenmek” olarak anlayabiliriz. Aynı anlamı Arapça’da “kalp” kelimesinin aynı zamanda “akıl” anlamında kullanılmasında görebiliriz. “Ezber” kelimesi ise Farsça’dan gelmedir. “Hafızadan” demektir.
İrticâlen yapılan, yani doğaçlanan şeyler bize daha samimi gelir. Çünkü içinden gelerek, kalpten yapılır. Bunun zıddı ise hazırlıklı veya bir yerden okuyarak yapılan işlerdir. Bir insanı düşünün. “Gelin size biraz sohbet edeyim” diyor. Bir bakıyorsunuz bir kitabı açıp okumaya başlıyor. Biraz garipsersiniz değil mi? Çünkü kitabı yüzünden okuyan birini dinlemek, hele de kendisi yazılanları yorumlamıyor, açıklamıyorsa sıkıcıdır, cansızdır, heyecansızdır. Orada yazılı olanlar en anlamlı ve en çarpıcı şeyler olsa bile... Bizim geleneğimiz o yüzden sohbet geleneğidir. Yazarken de bunu esas almak gerekir. Sohbet, içinde muhabbet olan konuşmaya denir.
Tasavvufta sohbet esastır. Bu sohbet bir kitaba bakarak, bir kâğıttan okuyarak yapılmaz. Niyeti sağlamlaştırıp, kalbi Allah’a bağlayarak yapılır. Bu işten haberi olmayanlar bu tür sohbetleri vaazlara veya kitaplara benzetirler. Oysa sohbet samimiyet gerektirir.
1970’lerde sofi olmayan iki arkadaş Seyyid Muhammed Râşid kuddise sırruhû hazretlerinin şöhretini duyarlar. Ziyaret için Menzil’e giderler. Namaz vakti gelir. Cami tıklım tıklım doludur. İkisi cemaat ile beraber Seydâ hazretlerinin arkasında namazlarını kılarlar. Seydâ hazretleri namazdan sonra mihrapta oturur, cemaate Kürtçe sohbet etmeye başlar. İki arkadaş Kürtçe bilmedikleri için bu sohbetten tek bir kelime bile anlamazlar. Sohbet iki saat kadar sürer. Camiden çıkınca iki arkadaş birbirlerine bakarak şöyle derler: “Hiç bir şey anlamadık ama ne kadar feyizli bir sohbetti.” Demek ki konuşmayı, işitmeyi ve anlamayı da aşan bir kalp boyutu var.
Birikim ve yöntem olmadan
Peki, herkes içinden geleni kolayca sözle, yazıyla veya resimle aktarabilir mi? Elbette hayır. Çünkü bu bir kabiliyettir. Ama irticâlen iş yapmanın da bir eğitimi vardır. Yapılması gereken şey, öğrendiği sözleri, cümleleri, yöntemleri içselleştirmektir. Bunun için eski tabirle bol bol temrin, yani alıştırma yapmak gerekir. Hat ve musiki öğretimindeki temel yöntem olan meşk budur. Meşkte amaç önce bütün kuralları öğrenmektir. Ancak kurallar içselleştirildiği andan itibaren kendi sesiniz, kendi renginiz ortaya çıkmaya başlar. Bunu başaran kişi artık istese de soğuk, gayri samimi ve şevksiz iş yapamaz. Artık başkasının sesi olmaktan çıkmış, kendi sesine kavuşmuştur.
Bilim ve sanatın her alanındaki ilk aşama temessüldür. Yani daha iyi bilenleri taklit etmek, örnek almaktır. Bu süreç sadece bilginin değil ahlâkın da aktarıldığı bir süreçtir. Bu aşamada olgunlaşanlar bir sonraki aşama olan telif aşamasına geçerler. Yani hem ilimde, hem sanatta, hem de zanaatta kendileri olmaya başlarlar.
Mevlânâ hazretleri kuddise sırruhû buna bir örnektir. O’nun meşhur Mesnevîsi yirmi beş bin beyti içeren büyük bir kitaptır. Biz bu kitabı Mevlânâ hazretlerinin oturup yazdığını sanırız. Oysa ilk onsekiz beyit hariç, hepsi o yüce zâtın irticâlen söylediği beyitlerdir. Hazreti Pîr’e ilham geldikçe söyler, halifesi Hüsâmeddin Çelebi kuddise sırruhû de yazarmış. Mesnevî böyle oluşmuştur.
O Mesnevî’yi söylemeden evvel Hazreti Şems kuddise sırruhû ile karşılaşmıştı. Hazreti Şems’in Mevlânâ hazretlerine yaptığı ilk şey, okuduğu kitapları teker teker kaldırıp havuza atmak olmuştu. Bu şekilde O’nun “o şunu dedi, bu bunu dedi” kitabîliğinden kendi iç sesini bulma samimiyetine ulaşmasına rehberlik etmişti. Fakat unutmayalım ki Mevlânâ hazretleri o âna kadar kitapların içindeki ilimleri zaten hazmetmişti. Bu sebeple o iç sesi bulmak okumamayı, kuralsızlığı ve yöntemsizliği onaylamak anlamına gelmez. Aksine, öğrendiğimiz her şeyi, kuralları ve yöntemleri samimiyet içinde eritmek gerekir. Bu her bilim, her meslek, her sanat alanı için geçerlidir.
Üniversitede okurken imtihanlara hazırlanmak için önce gerekli okumaları yapardım. Sonra bana göre önemli olan noktaları bir kâğıda yazar, sonra artık o kitaplara bakmazdım. Not kâğıdımı katlar, cebime koyar, gün içinde şuraya buraya yürürken, yemek yerken, otobüste giderken çıkartır bakardım. Sonra o noktaları önceden bildiğim şeylerle bağdaştırmaya çalışır, muhakeme eder, eleştiri noktalarını belirler, kendi yorumlarımı geliştirirdim. Bunu da genellikle sınavdan bir gün önce uzun bir yürüyüşe çıkarak yapardım. Sınavlara böyle girerdim. Bizim okuduğumuz üniversitede hocalar kendi anlattıkları şeyler kadar bizim yorumlarımıza da değer verdikleri için sınavlardan genellikle iyi notlar alırdım. Gençlere de bu yöntemi tavsiye ederim. Zaten zihin beden hareket ettikçe açılır. Nitekim Aristo da talebelerine yürüyerek ders anlatırdı. Buna “Peripatetizm” denir. Bu tabir Eski Yunanca “yürümek” fiilinden gelir. Bizdeki Meşşâî felsefenin adı bu Yunanca terimin Arapçasıdır. “Yürümek” anlamındaki “meşy” fiilinden türetilmiştir.
Kısacası samimiyet her işin başı. Renksizliğin, vasatlığın ve silikliğin erdem sayıldığı toplumumuz eğer güzel bir toplum olacaksa bunun ilk adımı işini ve yolunu bilen, sorumluluğunu yerine getiren, kendi sesine ve rengine sahip, samimi insanlar yetiştirmektir. Bunun ilk adımı ise böyle bir insan olmaya karar vermek, böyle insanlara saygı göstermek ve böyle insanların ya bizzat ya da kitaplarından okuyarak talebesi olmaktır.