Aramak

Tefsir

Kureyş sûresi Mekke’de inmiş olup dört ayettir. Sûre, cahiliye devrinde Kureyş’e verilen bazı ticarî imtiyazlardan bahsettiği için bu adı almıştır. “Îlâf sûresi” de denir. Tîn sûresinden sonra, Kâria sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 

Kureyş kabilesi Mekke ahalisidir ve ayrıca Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin kabilesidir. Sûre-i celilede Kureyş Kabilesi’ne Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu bazı ticarî kolaylık ve imtiyazlardan; güvenlik, zenginlik gibi imkânlardan bahsedilmekte, verilen nimetler hatırlatılmaktadır. Bu nimetlerin karşılığında ise onlardan Harem-i Şerif’in sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a ibadetle sorumlu oldukları hatırlatılmakta, O’na şükür için kulluk etmek gerektiğine dikkat çekilmektedir. 

Bu sûre-i celileden Ümmet-i Muhammed’e düşen ise Allah Teâlâ’nın lütfettiği nimetler mukabilinde şükretmek ve gereği gibi kulluk yapmaya azim ve gayret etmektir.

Bir topluluğa nimet verilince

Kureyş sûresinin konu ve anlam bakımından bir önceki Fîl sûresi ile sıkı bir ilişkisi vardır. O kadar ki adeta Fîl sûresinin devamı gibidir. Fîl sûresinde Kureyşliler’in Ebrehe ordusunun saldırısından nasıl korunduğu anlatılırken, bu sûrede ise Kureyş’e verilen nimetler, güven ve refah dile getirilmektedir. 

Ebrehe eğer Kâbe’yi yıksaydı Kureyş’in durumu sarsılırdı. Cenâb-ı Allah’ın Ebrehe ve ordusunu helâk etmesi diğer kabilelere ibret ve gözdağıdır. Bu olay Kureyş’in diğer kabileler tarafından gelebilecek taarruzlardan emin olmalarına vesile olduğundan, onlar için çok büyük bir lütuftur. 

Kureyş’in böyle korunması ve imtiyazlarla ayrıcalıklı kılınmasının, sûrede Kureyş adına yer verilmiş olmasının hikmeti, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin ve ilk Müslümanların bu kabileye mensup olmalarının yanı sıra, Kâbe’nin bakımı, hac işlerinin yönetimi, hacılara su ve yemek dağıtımı gibi hizmetlerin bu kabile tarafından yerine getirilmiş olmasıyla bağlantılıdır.

Kureyşliler, Kâbe’nin koruma ve bakımını üstlendikleri için diğer Arap kabileleri onlara büyük saygı gösterirlerdi. Bilhassa Kâbe’yi yıkmak için gelen Fil Ordusu’nun ilâhî bir yardımla bozguna uğraması, Kureyşliler’in saygınlığını daha da arttırdı. Bölgelerindeki emîrler ve krallar onlara saygı gösterir oldular. Kureyşli olmayanlar çöllerde eşkiya tarafından saldırılara maruz kalırken, Kureyş halkı hiçbir sıkıntı yaşamazdı. Bir saldırıya uğradıkları zaman, “Biz Allah’ın hareminin ehliyiz.” derler ve kendilerine kimse dokunmazdı. Kureyşli tüccarlar, güven içerisinde yazın Tâif’in serin yaylalarına, kışın da Yemen’in ılık bölgelerine serbestçe seyahatlerde bulunarak büyük kazançlar elde ederlerdi. 

Mekke’nin bulunduğu bölge tarım ve hayvancılığa elverişli olmadığı için halkın ticaretten başka gelir kaynağı yok denecek kadar azdı. Hac mevsiminde kurulan panayırlar ticaretlerinin canlanmasına vesile olduğu gibi, buralarda düzenlenen şiir ve hitabet yarışmaları da bölge kültürünün gelişmesini sağlıyordu. Hem zâhiren hem de manen bir nimet içerisindeydiler. Sûre-i celilenin genelinde Cenâb-ı Mevlâ’nın onlara lütfettiği bu imkânlar hatırlatılmakta, özellikle Kâbe’ye vurgu yapılarak “Şu evin (Kâbe’nin) Rabbi’ne kulluk etsinler” buyurulmaktadır.

Peygamber duasının bereketi

Kuvvetli bir merkezî devlet otoritesinden mahrum olan ve kabile hayatı yaşayan Arap Yarımadası genel bir güvensizlik içerisinde bulunduğu halde Mekke, Hz. İbrahim aleyhisselâm zamanından beri Allah Teâlâ tarafından saygınlığı çiğnenmeyen (harem) bölge olarak insanlığa duyurulmuş ve bu sayede Mekke halkı dış saldırılardan korunmuştur. Nitekim bir âyet-i kerimede mealen:

“Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken, bizim (Mekke’yi) güven içinde kudsî bir yer yaptığımızı görmediler mi? Hâlâ bâtıla inanıp Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?” (Ankebût 67) buyurularak bu nimetler hatırlatılmaktadır. Ayrıca başka bölgelerde üretilen sebze, meyve ve diğer gıda maddeleri, Hz. İbrâhim aleyhisselâmın duası bereketiyle bir ticaret merkezi haline gelmiş olan Mekke’ye getirilip satılır, böylece halkın ihtiyacı karşılanırdı. Bu dua ayet-i celilede mealen şöyle haber verilir: 

“Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler.” (İbrahim 37) 

İşte sûrede Kureyş’in bütün bu nimetlerin şükrünü yerine getirmek için Allah’a kulluk etmesi istenmiştir. Hal böyle iken onların Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmeleri şaşılacak bir durumdur. 

İnkârdan hidayete 

Câhiliye döneminde Kureyşliler, Allah Teâlâ’nın varlığına inanmakla birlikte putları O’na ortak koşuyorlardı. Bu sebeple Kur’an onları “ortak koşanlar” anlamına gelen “müşrikûn” sıfatıyla nitelemiştir. Miladi 610 senesinde Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme Kur’an-ı Kerim nâzil olmaya başlayınca Kureyş’in bir kısmı iman etmekle birlikte çoğu inanmamıştır. Bununla da kalmayıp Allah Resûlü sallallahu aleyhi veselleme karşı gittikçe sertleşen ve savaşmaya kadar varan bir mücadeleye girişmişlerdir. Bu mücadele hicretin sekizinci senesinde Mekke’nin fethine kadar devam etmiştir. Mekke’nin fethedilmesiyle birlikte İslâmiyet karşısındaki Kureyş düşmanlığı da tamamen ortadan kalkmıştır. 

Îlâf ve rıhle

Sûre-i celilenin başındaki “îlâfihim” ifadesindeki “îlâf” kelimesi için tefsir âlimleri: Îlâf; sevdi, peşinden ayrılmadı, ünsiyet etti, katıldı manasındadır, demişlerdir. Bu manaya göre ilk ayet-i celile “Kureyş’in yaz ve kış seferlerine şevk duyup hep sürdürmesi ve kesintiye uğramaması için…” demek olur. Devamı ise; “Kureyş, kendilerine can emniyeti ve yol güvenliği sağladığı için bu Beyt’in (Kâbe’nin) sahibine kulluk etsin.” şeklinde olur, demişlerdir.

Sûre-i celilede “îlâf” tekrar edilmiştir. Bu tekrarın hikmeti ise şöyle izah edilmiştir: Allah Teâlâ îlâf’ı birincisinde bir şarta bağlı olmaksızın genel olarak zikretmiş, sonra da mukayyed, yani bir şarta bağlı olarak zikretmiştir. Bu, îlâf’ın yüceliğini ve önemini, ondaki nimet ve lütfun büyüklüğünü hatırlatmak içindir. Daha sonra Allah Teâlâ onların geçimlerinin direği ve ana kaynağı olduğu için, özellikle bu iki sefere ülfet edip bunlarda emniyet ve selamette oluşu zikredilmiştir. 

Ayet-i celilenin Arapça aslında geçen “rıhle” kelimesi ise tek veya grup halinde yolculuk demektir. Kureyş her yıl, daha sıcak olduğu için kışın Yemen’e, yazın da daha serin olduğu için Şam bölgesine birer sefer düzenliyordu. Kureyşliler, kendilerine bahşedilen itibarın sağladığı güvenle bu yolculuğu her yıl tekrarlıyordu. Cenâb-ı Hak sûre-i celilede bu nimetleri hatırlatarak şükretmelerinin gereğini vurgulayıp mealen; “Şu evin Rabbi’ne ibadet etsinler.” buyurmaktadır.

Ümmete mesaj

Nimet vermek iki şekilde olur:

• Zararı bertaraf etme,
• Menfaat sağlama.

Daha önemli olan daha önceliklidir. Bundan dolayı âlimler “zararı engellemek vaciptir; ama menfaat temin etmeye gelince, bu vacip değildir” demişlerdir. Bu yüzden Cenâb-ı Hak, zararı savuşturma nimetini Fîl sûresinde, fayda temin etme nimetini ise bu sûrede açıklamıştır. Nimet verene şükür ve kullukla karşılık vermek gerektiğinden Cenâb-ı Hak, verdiği nimetlerin peşinden kulluğun yerine getirilmesi gerektiğine dikkat çekerek mealen; “Şu beytin Rabbi’ne ibadet etsinler.” buyurmuştur. 

Buradaki ibadetten kasıt, bütün ibadetlerin anahtarı olan tevhidden başlayarak emredilen bütün ibadet çeşitlerini içine almaktadır.

“O Rab, onları açlıktan kurtaran ve her çeşit korkudan güvende kılandır.”

Allah Teâlâ, Harem-i Şerif yüzü suyu hürmetine onları senede iki kez yaptıkları yolculuklarında güvende kılıp aç iken doyurulmalarına vesile olmuştur. 

Ayet-i celilede Kureyşlilerin bu nimetin kıymetini anlayabilmeleri için daha önceki açlık halleri hatırlatılmaktadır. Bir de yiyeceklerin en hayırlısının açlığı gideren şey olduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü “it’am” açlığı giderecek kadar yiyip içirmedir.

Özetle; insanların hayat kaynağı olan rızıklarını kolaylıkla elde ederek fazla zahmete katlanmadan maişetlerini temin etmeleri bütün nimetlerin üstündedir. Cenâb-ı Hak buna işaret için bu sure-i celilede Kureyş ahalisinin rızıklarını kolaylıkla elde ettiklerini ve bu nimetin şükrünü eda etmek için ibadet etmeleri gerektiğini beyan buyurmuştur. Bundan dolayıdır ki rızkın kolaylıkla ele geçmesi gibi büyük bir nimetin de şükrünü eda etmede ihmalkâr davranılması caiz değildir. Dolayısıyla insanın, nail olduğu nimete zaman kaybetmeden şükretmesi vaciptir.

Hak Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir.

Faydalanılan Kaynaklar

(Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-Kebîr; Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân; Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l- Kur’an; Abdulkerim el- Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât; Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din; Râğıb el-Isfahânî, Müfredât; Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr; Celâleddin es-Süyûtî, Esbâbü’n-Nüzûl; en-Nahcuvânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye; Ebussuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Hasîrîzâde Elif Efendi, en-Nûru’l-Furkân; Konyalı Mehmed Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri)


Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy