Aramak

Abdurrahman Mıhçıoğlu

Şazeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhûnun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Şeyh Said Ramazan el-Bûti rahmetullahi aleyh tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. Sekizinci hikmetin şerhine devam ediyoruz.

8. Hikmet: Sana marifet kapısı açılmış ise amelin eksik ve az olsa da gamlanma. Çünkü Allah Teâlâ sana o kapıyı ancak kendisini tanıtmak için açmıştır. Bilmez misin ki marifet sebeplerini sana göndererek ihsanda bulunan O’dur. Amellerin ise O’na sunduğun hediyelerden ibarettir. Hâl böyleyken senin sunduğun hediyeler nerede, O’nun sana ihsanları nerede? 

[Bûtî merhum, bir anda kendisine marifet kapısı açılan, istikamete sevk edilen kulların kimler olabileceği sorusuna şu cevabı vermişti: Onlar, acziyetini, hata ve kusurunu itiraf eden, bunların farkında olan ve adeta “eller yahşi ben yaman/eller buğday ben saman” beytini hayatlarına yansıtan kimselerdir. Devam ediyoruz…]

İbn Atâullah kuddise sırruhûnun hikmetinin ince ve güzel söylenmiş kısmına kulak verelim ve bir miktar düşünelim: “Bilmez misin ki marifet sebeplerini sana göndererek ihsanda bulunan O’dur. Amellerin ise O’na sunduğun hediyelerden ibarettir. Hâl böyleyken senin sunduğun hediyeler nerede, O’nun sana ihsanları nerede?”

Cenâb-ı Hakk’ın rızasına nail olmak, O’na yaklaşmak kastıyla yapıştığımız zikirleri, riyazet ve diğer amelleri, birçok basamağı olan uzun bir merdivene benzetirsek, bu merdivenin zirvesine ulaşmak uzunca bir zaman sabrı gerektirir. Öte yandan şu da var: Ameller ne kadar faydalı ve Allah’a yaklaştırıcı olursa olsun, en nihayetinde kötülüğü emretmenin galebe çaldığı nefsin ürünüdür ki, o nefs de çoğunlukla hazlarının ve dünyevî endişelerin tesiri altındadır. Bu sebeple bu amellerin hepsi veya büyük çoğunluğu nefsin istek ve emelini teminde bir vasıta olmaktan öteye geçmez. Neticede, bunca farklılık ve çeşitliliğine rağmen bu ameller, sahibini sapkınlık ve günah çukurundan ilâhî emirlere daimî bağlılık derecesine tam manasıyla çıkarmada ancak sınırlı bir vazife görür. 

Niceleri vardır ki, bahse konu amellere güvenerek Hakk’a yönelir, birkaç adım atar, sonra daha önce bulunduğu kötü hale gerisin geri döner. Bunun asıl sebebi, amellerin nefsin âfetlerinden ve dünyevî hazlarından arınmamış olmasıdır. Bu da biz kulların çok nadir kurtulabildiği bir musibettir.

Öte yandan, Hak Teâlâ hazretleri kullarına yönelik rahmet ve lütfuyla seni kendine cezbeder, çeker ve bu suretle sana yönelirse, bu ilâhî çekimle yeni bir oluşla varlık bulursun. Bu Rabbânî lütuf seni dış dünyadan soyutlayacak, fenâ makamına eriştirecek ve yaratılmışlar ile değil, Yaratıcı ile beraberliği tattıracak. Dünya ve içindekilere daha önce bakmadığın bir pencereden, basiret ve feraset penceresinden bakacaksın. Bu bakışla varlıklarda, olan bitenlerde var olan derinliği, daha önceki yüzeysel idrakinin aksine, ilâhî tecelliden beslenmiş bir akılla tetkik edecek, görüntülerin zâhirine takılı kalarak kendini hapsettiğin zindandan kurtulacaksın. En nihayetinde gaflet uykusundan uyanarak; “Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler; âhiret hakkında ise tamamen gaflet içindedirler” (Rûm 7) âyetinde tasvir edilen gaflet halini ve o dünyayı aşıp hakikate âşina olacaksın.

Geceleyin başını kaldırıp yıldızlara baktığında, yaratışındaki azametle aklını başından alarak seni hayretlere düşüren ve kâinatı yoktan var eden o Yüce Yaratıcı’nın huzurundan başka bir yerde bulamazsın kendini. Gündüzleyin göz alabildiğince uzanan yeşilliğe ve aralara serpiştirilmiş gibi bu manzarayı süsleyen envai çeşit çiçeğe baktığın vakit, kaybolup gittiğin o rengârenk dünyada da, yaratışındaki harikulâdelik ve güzellikle akılları hayrete düşüren Cenâb-ı Hakk’ın huzurundan başka bir yerde bulamazsın kendini. 

Dalında olgunlaşan envai çeşit meyveyi, o meyvelerin mükemmelliğini tefekkür edersin. Korulara, envai çeşit hayvanla dolu ve adeta ince bir işçilikle işlenmiş balta girmemiş ormanlara ve bütünüyle keşfi neredeyse imkansız büyüklükte, devasa dalgalarıyla adeta kükreyen denizlere, okyanuslara bakarsın. Bütün bu tefekkür ve nazardan sonra, bu tabiat manzaraları vasıtasıyla müşahede edebileceğin tek şey, onların yaratıcısıdır. Bu hâlde de nefsini ancak ve ancak Allah’ın hükmü ve kudreti altında bulursun, başka bir yerde değil.

Bazılarının dediği gibi, uzayı veya tabiatı böylece müşahede etmenin neticesinde, bütün varlıklar gözlerinin önünde adeta camdan ibaret saydam bir tabloya dönüşür. Orada da sadece camın ardında varlıkları harekete geçireni, onu canlandıranı, Cenâb-ı Hakk’ı görürsün. Bu kevnî tablolar da, ardındaki yoktan var edenin sıfat ve vahdaniyetini açık etmek için maddi varlığını ve katılığını kulun gözünden kaldırır.

Bütün bunlar da, Hak Teâlâ marifetullahın kokusundan bir nebze ikram için kendi nezdinden sana bir feyz ve ihsan penceresi açtıktan sonra, birkaç dakika, hatta birkaç saniye içinde olup bitebilen şeylerdir. Sonrasında de bu yoğun ve karşı konulamaz çekilme hâli seni bir halden alıp bir başka hale daldırır ve dünyada olup biten bütün hadiseleri bir noktada birleştirir. Hepsinde Allah Azze ve Celle’yi ve O’nun sıfatlarını müşahede edersin. İşte bu hâl, Hak Teâlâ tarafından ayrıcalıklı kılınan, seçkinlere dâhil edilen salihlerin “vahdet-i şuhûd” dediği hâldir.

Daha evvel, kâinat ve içindekiler hevâ, heves ve arzularıyla seni Allah’ın sıfatlarını müşahededen alıkoyan bir perde vazifesi görmekteydi. Hak Teâlâ hazretleri kulunu kuvvetli bir cezbe ile nezd-i ilâhîsine çektiği zaman, işte o vakit, kulun müşahedesi onu mâsivâdan perdeler, daha evvel kapıldığı dünyevî hevâ ve arzularını ona unutturur.

İşte bütün bunlar, Hak Teâlâ’nın seni seçip sana marifetullah dairesinden bir pencere açması sonrasında birkaç dakika, hatta birkaç saniye içinde olup biten şeylerdir. 

Bu menzil-i maksûda bir başka yoldan da erişilebilir. Çokça taat ve ibadet, uzun yıllar süren bir metod ile nefsi tezkiye ve daimî olarak virde devam… Bu yol uzundur, zaman ve gayrete muhtaçtır. İnsanların büyük çoğunluğu için de bu yolu tercih kaçınılmazdır. Tarîk-i ictibâ (seçkinlerin yolu), yani ilâhî bir cezbe ile nezd-i ilâhîye çekilenlerin yolu ise hızlı ve kolaydır. Ne var ki bu hususta kul tercih hakkına sahip değildir. Bu, kullarından dilediğini seçip ona kerem ve ihsan kapısını açan Allah’ın tercihine bağlıdır. 

O takdirde, İbn Atâullah hazretleri ile beraber şu hikmetindeki ince ve harika söylenmiş kısmı tekrarlayalım: “Bilmez misin ki marifet sebeplerini sana göndererek ihsanda bulunan O’dur. Amellerin ise O’na sunduğun hediyelerden ibarettir. Hâl böyleyken senin sunduğun hediyeler nerede, O’nun sana ihsanları nerede?”
[8. Hikmetin sonu]




Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy