Aramak

Tavan Arası

İnsan Halleri

Hatıratlar 

Eğer bir okur isek elimizin altında her zaman hatırat kitapları da olmalıdır. Meraklıları bilir, bazı hatıra kitapları birkaç kez okunmayı bile hak eder. Yıllar önce farklı duygularla okunmuş bir hatıra kitabı, bugün bambaşka şeyler söyleyebilir. Çünkü sadece duygularımız değil, tecrübemiz, birikimimiz, zaman ve zemin de değişmiştir. Farklı sosyal çevrelerin hatıralarını okumak ise bakış açımızın genişlemesine katkı sağlar, bizim yaşamaya imkân bulamayacağımız hadiseleri tecrübe ettirir. Gidemeyeceğimiz yerlere, zamanlara götürür.

Bu ay böyle bir hatırat kitabını anlatmak istiyorum. Dr. Hayrettin Bulut’un Almanya Hatıraları isimli kitabını. Dr. Hayrettin, tıp tahsilini İstanbul’da tamamladıktan sonra ihtisasını Almanya’da yapmış. 1969 yılında gitmiş ve sekiz yıl kalmış. Kitabında şahit olduklarını anlattığı gibi hatırat yazma konusuna da giriyor. Şöyle demiş:

“Bir memleket hakkında hatırat yazmak için, o dışarda sefir olarak çalışmak kâfi değildir. O devletin veya büyük bir şirketin davetlisi olarak orada bulunup en lüks yerlerde vakit geçirmek de kâfi değildir. Daha doğrusu hayatın içine girilmelidir. İş yerlerine, üniversitelerine, kütüphanelere, hastahanelere, müesseselere ve hatta ailelerin içine kadar girip, iş saati haricinde de direkt olarak fertlerle irtibatta bulunulmalıdır. Onları konuşturmalı ve dinlemelidir. Bizim hakkımızda ne düşündüklerini öğrenmelidir. Bu bakımdan bir sefir, siyasî bir hatırat yazabilir. Fakat o memleketi her yönüyle tanıtamaz. Bu hususlar göz önüne alınmadan yazılacak hatıralar o memleketi ve milleti anlamaktan uzaktır. Bu bakımdan bir işçinin, bir doktorun, bir sefirin, bir hanımın hatta bilhassa Müslümanın göreceği, anlayacağı ve tespit edeceği noktalar ayrı ayrıdır.”

Yazarın Almanya’da kaldığı yıllar gurbetçilerin akın akın Almanya’ya gittikleri yıllardır. Eserde hem bulunduğu ülkeyi hem de gurbetçileri anlatıyor. Sadece Almanya’yı da değil, çevre ülkelere gitmiş, oralardan da gözlemlerini aktarmış. İsveç’le ilgili şu sözleri, aynı zamanda yarım asır öncesinden bugünleri gördüğünü de gösteriyor:

“Almanya’da çalışırken İsveç’e gitmiştim. Orada gezerken bir arkadaşım elime Türkçe’ye çevrilmiş küçük bir broşür verip mutlaka okumamı istedi. Okuduktan sonra, broşürün ilkokul çocuklarına hitap ettiğini anladım. Devlet tarafından bastırılıp oradaki konsolosluk tarafından da Türkçeye çevrilmiş.

Arkadaşım bir müddet sonra broşür hakkında ne düşündüğümü sordu. Ben de tek kelime ile ‘intihar’ dedim. Aklı başında olmayana, daha altını temizleyemeyene ve sabahleyin kendiliğinden uyanıp okula gelemeyene broşürde şunlar söyleniyordu:

‘Ey talebe! Eğer anne baban sana kızar ve seni azarlarsa hemen okul idaresine müracaat et. Her türlü ihtiyacın temin edilecektir.’

Ben de ‘özgürlüğün bu kadarı eninde sonunda zarar getirir’ dedim. O yıllarda İsveç her bakımdan Batı’nın gözde devletleri arasındaydı. Şimdi ise durum değişti. Çünkü nüfus artmıyor. Tek başına kalıp yalnızlığa itilen yaşlılar arasında artan intiharlar da ayrı bir dert haline gelmiştir. Fakat buna hiç şaşmamalıdır. Broşürdeki terbiye metodundan da ancak böyle bir netice çıkabilirdi.

Çocukları özgürlük namına anadan babadan ve yuvadan soğut. Onları o muhabbetten uzaklaştır. Daha ömrünün baharına gelmemişleri sevgisiz ve muhabbetsiz bırak, sonra da güllük gülistanlık bir hayat bekle! Böyle bir hayatın ne tadı ne de tuzu olur. Yani hayatın ne manası kalır?

Kendi çocuğunu doya doya koklayamayan anneden daha huzursuz kim olabilir? Muhabbet içinde yetişmeyenlerin sevgi, muhabbet ve bağlılıktan ne haberleri olur? Böyle çocuklar anne ve babalarını arayıp sorar veya düşünüp akıllarına gelir mi?

Bugün içine düştükleri bunalım, demokrasi ve hümanizm adına giriştikleri hudutsuz serbestliğin ve hürriyetin neticesidir.”

Dil Hazinesi

Bilmek

Her dilin kendine göre bir zenginliği ve farklılığı vardır. Yıllar evvel Almanya’ya yayıncılık işleri için gittiğimizde, Türkçe bir metni Almancaya tercüme edince bir miktar uzadığı fark ettik. Sebebini sorunca, Türkçede bir kelime ile ifade edilen birçok mananın Almanca iki ya da üç kelimeyle tarif edildiği öğrendik. Gerçekten de öyledir. Türkçe kısaca söyleyiverme bakımından çok kabiliyetlidir. Birkaç kelime ile birçok mana ifade edilir. Eğer meseleye bu açıdan bakmazsanız dilimizi fakir ve kısır olarak görebilirsiniz. Tam aksine manaları ifade edebilme bakımından değerlendirirseniz gayet zengin olduğunu görürsünüz. 

Mesela bizim “bilmek” fiilimiz çok zengin manalar taşır. Kaşgarlı Mahmud, Divânü Lügati’t-Türk’ü Türkçe öğrenmek isteyen Araplar için yazmıştır. Yani Türkçeyi tanıtmıştır. Bu sözlükte bilmek fiili Arapçadaki “alime”, “arife”, “fetane” gibi fillerin karşılığı olarak gösterilmiştir. Biz, hem âlim hem de ârif kelimelerini Arapçadan almışız. Âlim, “bilen, bilgiye vâkıf olan” demektir. Ârif ise tanıyan” manasındadır. Biz dilimizde bu iki manayı bilmek fiiliyle karşılarız ve herhangi bir eksiklik hissetmeyiz. Yine Arapçada “zekâ ile fark etmek, anlamak, bilmek” manasına gelen “fetane” kelimesi de bizde “bilmek” kelimesi ile karşılanır. Arapçada iki farklı kelime zenginlik iken, bizde tek kelime üzerinde farklı manalar bir araya gelir. 

Bilmek kelimesi günümüzde de aynı zenginliği barındırmaya devam ediyor. İlk manası “Bir şey hakkında bilgisi, malumatı olmak, o şeyi öğrenmiş bulunmak.” Bu mana ilk akla gelen mana. Sonra “Bir işin ehli olmak, o işi yapmaya alışmış bulunmak” manası gelir. “Bu işi bilir” dediğimizde bu manayı kastederiz. Bir diğer manası “bir şeye yeteneği olmak, başarmak”tır. Yani yapabilir demiş oluyor. Bir sonraki manası “Anlamak, gerçeğine erişmek, idrak etmek.” Bu mana yukarıda dediğimiz “fetane” kelimesindeki mana. Sonra sırasıyla “hatırlamak”, “tanımak”, “Sorumlu kabul etmek, muhatap tutmak”, “değerlendirmek, takdir etmek”, “öyle olduğuna inanmak, sanmak, zannetmek” ve “kabul etmek, addetmek, saymak” manaları var. Daha devam ediyor. Biz bu kadarı ile yetinelim.

Bir Söz Bir Şerh

Hak aşığı zâtlardan İbn Fârız hazretleri bir beytinde şöyle buyurmuştur:

“Seyr ü sülûkta bütün makamları geçtim, her birinin hakkını kulluk ile verdim.”

Mealen verdiğimiz bu beyti Şeyh İsmail Rüsûhî Ankaravî hazretleri Minhâcü’l-Fukarâ adlı eserinde şöyle izah etmiştir:

“Avamın taati isteyerek yahut istemeyerek olur. Bu makamdaki ibadette yeryüzü ve içindekiler de kişiye ortak olur. Kişi onların da sıkıntısını, derdini çeker. Havastan olan zâtların taati ise zevk ve şevk ile olur. Yani sıkıntı ve dertleri hissetmezler.”

Bir Söz

“Ey oğul! Bağı çöz ve âzâd ol. Daha ne zamana kadar gümüş ve altının esiri olacaksın?”

Hz. Mevlânâ kuddise sırruhû


Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy