İki asırdır Batı bizde psikolojik bir maraz, bir takıntı hâline gelmiş durumda. Kendimizi Batı’dan her konuda aşağı görüyoruz. Batı’nın, Batılı devletlerin, Batılı felsefenin, Batılı kavramların bize ait her şeyden daha üstte ve değerli olduğunu sanıyoruz. Onlar hangi söylemi ortaya atarsa, bu kompleks ile hemen “bizde de var!” cinsinden özürcü cümleler uydurup duruyoruz.
Meselâ Batı “ilerleme” mi dedi, hemen cevabı yapıştırıyoruz: “Vallahi İslâm da ilerlemeyi emreder.” Adamlar “sosyal demokrasi” mi dediler, hemen “İslâm zaten sosyal adaleti emreder” diyoruz. Batı “çevrecilik” mi dedi, hemen “Kur’an ve Çevrecilik” gibi makaleler, kitaplar yazmaya, konferanslar vermeye başlıyoruz. Siyasetçiler, akademisyenler, gençler, yaşlılar hep aynı şeyi yapıyoruz.
Bilimsel teorilerde de durum böyle. Batı’da evrim, “big bang” yani büyük patlama, görecelilik veya kuantum teorisi mi ortaya çıktı? Hemen onları meşrulaştırmak için âyetleri ve hadisleri araştırmaya başlıyoruz.
Kısacası Batı’da hangi ideoloji veya kavram moda olursa bizdeki “eşitleme” kafası hemen harekete geçiyor. Başlıyoruz onlara dinimizden dayanak aramaya! Bazıları Kur’an’dan öyle bir dayanak bulamayınca bu kez de âyetlerin anlamlarını çarpıtmaya başlıyor. Hatta birileri çıkıp, meselâ evrim teorisi ile manevi olgunlaşma anlamındaki “kemâlât”ın aynı şey olduğunu bile söyleyebiliyor!
19. asrın kötü mirası
Bu eşitleme kafası yeni bir şey değil. Osmanlı’nın son asrından beri nice Batılı kavramlar ve ideolojiler için kullanıldı: Modernizm, sosyalizm, rasyonalizm, bilimcilik, parlamento, anayasa, özgürlük, liberalizm, çok kültürlülük, serbest piyasa, demokrasi, kalkınmacılık, tarihselcilik, feminizm, pozitif ayrımcılık, vs... Bütün bu kavramlarla karşılaştığımızda çalışan psikolojik mekanizma aynıdır: O moda kavramı hemen benimse, dinimizden dayanaklar bul! Onu canlı bir gündem hâline getir, olur olmadık her yerde bahset! Sonra o kavramı içselleştir. Tevhid kavramlarının üstüne ve önüne onu yerleştir!
Bu eşitleme kafasına sahip olanlar ölesiye savundukları Batılı kavramları ve ideolojileri tam olarak incelemiş ve araştırmış da değiller. Parlak ve moda oldukları için cümlelerinin arasına sıkıştırdıklarında şık ve modern görünmelerini sağlıyorlar ya, bu yeter!
Eşitleme kafası bizi iki asırdır iki adım ileri götürmedi. Ne daha itibarlı ve etkili olduk ne de bayraktarlığını yaptığımız bu kavramları samimiyetle ele alıp değerlendirdik. Aksine kendi aklımızı, bakışımızı, özgünlüğümüzü, kısacası kişiliğimizi kendi ellerimizle yok ettik.
Bu yüzden Batı’yı her alanda taklit, kopyalama, hatta düpedüz çalma maalesef bizde bir gelenek hâlindedir. Fikirleri, kitapları, makaleleri, teorileri, tasarımları, seçim sloganlarını, reklam filmlerini, şirket logolarını, filmlerde geçen replikleri, binaları, anıtları çalıp kendimiz yapmışız gibi satarız. Kimse bu rezilliği kınamaz. Çünkü bizde çoğu kişi işini araklayarak görür.
Hangi değerler eğitimi?
Bu eşitleme kafası hafif bir şey değildir; itikada ve inanca zarar veren boyutlardadır. Bir örnek verelim: Batı’da 1980’lerde “values education” yani “değerler eğitimi” diye bir moda çıktı. Bir baktık ki muhafazakâr partiler, vakıflar, dernekler, akademisyenler bu kavramı hemen sahiplenmiş. Altına üstüne bakmadan, bu kavramın Batı’da ne anlama geldiğini, neden ortaya atıldığını, insanlara ne etkide bulunmayı amaçladığını hiç sormadan, sorgulamadan, düşünmeden! Üstüne üstlük, bir de kalkıp Batı’nın bu değerlerinin İslâm’da mevcut olduğunu ispatlamaya girişmişler. İnternete bir bakın, bu tür eşitlemeci kafanın ürettiği “değerler eğitimi” konulu yüzlerce tez, kitap, makaleden geçilmiyor. Bu başlıkla onlarca konferans düzenlenmiş, projeler yapılmış, hatta okullara dersler konulmuş.
Peki, “değerler eğitimi” kavramını böyle sahiplenince ne oluyor? Bu kavram Müslümanların diline, oradan zihnine, oradan da kalbine giriyor. Giderek bizim “ahlâk” dediğimiz tevhid kavramının yerine geçmeye başlıyor. Bir süre sonra “etik” ve “değerler” diyerek mümin ahlâkını da, o ahlâkın ürettiği özgün davranışları ve nihayetinde kişiliği de hatırlayamaz hâle geliyoruz.
Yani bu iş öyle hafif bir iş değil. Bir kelime itikadı, inancı bozacak bir virüs hâline gelebilir. Çünkü onu iç dünyanıza siz kabul ediyorsunuz. İçinizdeki tevhid anlamlarını öldürmesine siz izin veriyorsunuz.
Kur’an ve anayasa eşitlemesi
Buna benzer o kadar çok yanlış örnek var ki hangi birini sayalım? Meselâ şu sözü alalım: “Müslümanların anayasası Kur’an’dır.” Birçoğumuza bu söz olağan gelir. Çünkü yaklaşık bir asırdan beri söylene söylene normal ve meşru kabul ediliyor. Oysa bu çok sorunlu bir ifadedir. Niçin? Öncelikle benzetme yönüne dikkat edelim. Kur’an’ı anayasaya benzetiyor, anayasayı Kur’an’a değil! Yani Batılı bir kavram olan anayasayı temel alıyor, Allah’ın kelâmı olan Kur’an’ı ikincil konuma indiriyor. İkincisi, “anayasa” kavramının ne olduğunu bilmiyor veya bilmeyi umursamıyor. “Anayasa eşittir Kur’an” gibi bir benzetme yaparken her iki kavramı da çok iyi bilmek gerekir. Yoksa yanlış bir benzetme yapmış oluruz.
Anayasa nedir? Batılı ülkelerde güç odaklarının kendi aralarında gücü paylaşmak ve halkı da buna razı etmek için yaptıkları bir sözleşmedir. Peki, Kur’an nedir? Allah’ın kelâmıdır ve her türlü sözün, sözleşmenin ve görüşün üstünde olan vahiydir. Bunu bilen insan hiç ikisi arasında bir eşitlik kurar mı? Şimdi o klişeye yapışanlar cevap verirler: “İkisi de bir siyasî ve hukukî düzen kurar” derler. Ama anayasa denilen metinler ne iman ne ilim ne irfan metinleridir. Devleti kuran güç odaklarının devlet ve toplum ilişkisini nasıl tanımladıklarını gösteren metinlerdir. Böyle bir sözleşme metni ile Rabbimiz’in yüce kelâmını bir tutarsak korkunç bir yanlış yapmış oluruz. Burada anayasayı esas tutanlar kaybetmez, Kur’anı esas tutan müminler kaybeder. Yollarını, Allah muhafaza belki de itikatlarını...
Peki, “Bizim anayasamız Kur’an’dır” diyenler bu yanlış sloganı tekrar edip dururken Allah’ın kelâmını hafife almayı mı amaçlıyorlar? Elbette hayır. Tabii ki bu sözü iyi niyetle söylüyorlar. “Batılılar’ın bir sistemi, bir hukuku, temel ilkeleri varsa bizim de var” demek istiyorlar. Ama böyle bir cümleyi kurma ihtiyacı duymamızda bile iki sorun var. Birincisi, niye kendimizi Batı’ya karşı, onun türettiği her kavrama karşı ispat derdine giriyoruz? İki asrımız böyle geçti, geçiyor. Sürekli takip ettiğini geçemezsin. Bu sürekli cevap ve eşitlik üretme hastalığı bizi düşünmekten, hayal etmekten, araştırmaktan ve kendi özgün ve özel pozisyonumuzu geliştirmekten uzak tutuyor.
İkincisi, eğer kastettiğimiz dinimizin özgün bir düzen anlayışı olduğunu vurgulamaksa, bunu “anayasa” kavramını kullanmadan da ifade edebiliriz. “Müslümanların hayatının tamamını Kur’an düzenler” diyebiliriz meselâ. Gerçi bu bile eksik olur. Çünkü Şeriat sadece Kur’an’dan ibaret değildir. Şeriat dendiği vakit önce Kur’an, sonra onun somut şerhi olan sünnet, sonra belirli bir konuda Peygamber vârisi olan âlimlerin çoğunun uzlaştığı görüş demek olan icmâ ve nihayet somut bir sorunu Allah’ın muradına ve Resûlullah Efendimiz’in yoluna uygun çözmek için delilleri değerlendirerek hüküm çıkarmak demek olan kıyas gelir.
Bütün bu silsile bir hukuk, yani bir devlet ve toplum düzeni oluşturur. Aynı zamanda bir kişisel, toplumsal, hukukî ve siyasî ahlâk oluşturur. Bu ahlâk sadece dünyadaki hayatımızı değil âhiretteki hayatımızı da belirler. Görüldüğü gibi bu silsilenin anayasayı oluştururken kullanılan ve çıkar odaklı dünyevî silsileyle yakından uzaktan bir ilgisi yoktur.
Günlük hayatta kendimizi değil Batı’yı referans alan böyle kompleksli cümlelere çok sık rastlıyoruz. Meselâ pide “Türk pizzası” değildir. Halife, “papa gibi bir şey” değildir. Hümanizm bizim sandığımız gibi insancıllık veya müsamahalı olmak değildir. Kültür irfan, kişisel gelişim kemâlât, etik de ahlâk değildir. Hatta bu kavramların arasında uçurum vardır. Çünkü tevhid ehlinin kavramları Kur’an ve sünnet kaynaklıdır. Yani dilimizin ve düşüncemizin esası Rabbânîdir. Bu nedenle başka kavramlara benzemez.
Kendi dilinden yine kendi diline tercüme garâbeti
Bir de kendi dilimizden yine kendi dilimize tercüme modası çıktı. Bir bakıyorsunuz bir tevhid kavramını tutmuşlar, bugünkü nesil anlasın diye sadeleştirmişler. Meselâ “takva”ya “korku,” “tevfik”e “başarı” demeye başlamışlar. Hâlbuki tevhid kavramları tevhid ehline hastır. Özeldir, özgündür. Kendi dilimizde de, başka dillerde de tercüme edilmez, açıklanır. Çünkü onların eşanlamlısı, hatta eşdeğeri değildir. Nitekim Elmalılı Hamdi Efendi, tefsirinin başında besmeleyi izah ederken onu neden bire bir tercüme edemeyeceğimizi neredeyse kırk sayfa boyunca anlatır.
Söz, aklın vitrinidir. O yüzden sözdeki şaşkınlık akıldaki şaşkınlıktır. Şaşkın diye yerini yurdunu, yönünü yolunu bilmeyene denir. Bizdeki akıl karışıklığı zihinde şaşkınlığa, o da dildeki sarsaklığa yol açıyor. Her gün kullandığımız, neredeyse atasözü hâline gelmiş yanlış ifadeler böyle bir akıl kararmasının eseri.
Kavramları boş veremeyiz. Çünkü yanlış kavram yanlış anlama yol açar. Yanlış anlam yanlış anlayışa yol açar. Yanlış anlayış yanlış hükme yol açar. Yanlış hüküm yanlış işe yol açar. Yanlış iş yanlış ahlâka yol açar. Yanlış ahlâk da yanlış kişiliğe yol açar.
En önemlisi de nedir, biliyor musunuz? Her bir tevhid kavramı inanç ve ahlâk bildirir. Bir tevhid kavramıyla Batılı bir kavramı eşit tutmak, o kavramın içinde barındırdığı, hatırlattığı ve işaret ettiği inancı ve ahlâkı kurban etmektir. Meselâ “takvâ” yerine “korku” dediğimiz anda Allah ile olan kulluk ilişkimizin rengi değişir. “Sadaka” yerine “bağış” dersek, başkalarına bir şey verirken bir süre sonra Allah rızası niyetimiz yok olur. Aynı şekilde “tevfik” yerine “başarı” demeye başladığımızda, mümin için başarının istediği bir şeyi elde etmesi demek olmadığını, Allah’ın onun için takdir ettiği hayırlı sonuca erişmesi demek olduğunu unutmaya başlarız.
Peki ne yapmalıyız? Görünüşte benzediğini düşündüğümüz her şeyi eş, eşit ve eşdeğer saymaktan uzak durmalıyız. İfnâya, yani yok etmeye değil ihyâya, yani canlandırmaya bakmalıyız. Kavramı ihyâ, anlamı ihyâdır. Anlamı ihyâ, düşünceyi ihyâdır. Düşünceyi ihyâ, işi ihyâdır. İşi ihyâ, ahlâkı ihyâdır. Ahlâkı ihyâ da kişiliği ihyâdır.
Bizim de en çok ihtiyaç duyduğumuz o mümin kişiliğidir. İki asırdır yaşadığımız Batı’ya karşı aşağılık kompleksini yenmek ve kendimiz olmak açısından çok önemlidir.