Aramak

Cemal Altundaloğlu

Hangi Gelenek?

Geleneği kökten reddetmek dinini ve medeniyetini reddetmek anlamına gelebileceği gibi, tamamen kabullenmek de dinin aklî ve kalbî tarafını göz ardı etmek manasına gelebilir. O halde deyim yerindeyse güzel meyve alabilmek için geleneğin dallarını ve dikenlerini temizlemeli, zararlı unsurlarını din ağacının ana gövdesinden ayırmalıyız.

İnancı kültüre, ibadetleri de alışkanlığa dönüştürme potansiyeli bakımından gelenek olumsuz bir kavramdır. Buna karşılık ibadetlerin, amellerin, ahlâkın, yani dinî yaşamın nesiller boyunca aktarılmasını sağlaması nedeniyle de olumlu bir kavramdır. Bu yazımızda geleneğin önce olumsuz tarafına daha sonra olumlu yönüne bakıp, nihayetinde bir bütün olarak nasıl yaklaşmamız gerektiği üzerinde duracağız. 

Geniş halk kitlelerinin topluca ve uzun zamandır yaptığı bazı ortak davranışların kutsallık kazanması ya da bazı ibadetlerin içi boşalarak ya da dönüşerek zamanla gelenekselleşmesi sahih İslâm itikadı için daima tehlike arz etmiştir. Bid’atların, hurafelerin, sünnet dışı uygulamaların çoğu böyle geleneklerle aktarılagelmiştir. 

Gelenekte, uzun süredir uygulamanın getirdiği bir kutsallık algısı ve toplumun çoğunluğunun dâhil olmasının getirdiği kuvvetli bir bağ vardır. Bundan dolayı toplumsal bir uygulamanın gelenekten mi yoksa dinden mi kaynaklandığı çok mühimdir. Dinden alınmayan her gelenek kötüdür demiyoruz, ancak bu tür gelenekleri dine atfetmek ve kutsal görmek sorunlu bir yaklaşımdır. 

‘Kültürel Müslümanlık’ sorunu

İbadetlerin gelenekselleşmesi ise üzerinde durulması gereken başka bir husustur. Bugün bazı çevrelerce biraz da art niyetli olarak “Kültürel Müslümanlık” olarak da kavramsallaştırılan bu durumu şöyle ifade edebiliriz: Amel ve ibadetlerin toplumsal düzeydeki ifasında aklın ve kalbin devre dışı kalıp, herkesin aynı davranışı sürekli ve düzenli olarak yapması nedeniyle kalıplaşması ve şuurdan uzak bir hale gelmesidir.

Mesela farz olan sabah namazını önemsemeyip kılmayan insanlar, vacip olan bayram namazı için camilere sığmayabiliyor. Farz olan yatsı namazını Ramazan haricinde önemsemeyip kılmayanlar sünnet olan teravih namazı için camileri doldurabiliyor. Allah’a yaklaşmak demek olan ve esası kan akıtmak olan kurbanı başka saiklerle kesebiliyor. 

Farzı önemsemeyip toplumda yaygınlaşan bir sünneti önemsemek ya da farzlar arasında topluma bakarak kendine göre seçim yapmak halk nezdinde bu amellerin büyük oranda gelenekselleşmesinin sonucudur. 

Yukarıdaki örnekler çoğaltılabilir. Ancak bilinmelidir ki bir ibadet ve amelden hüküm, niyet ve ihlâs çıkarıldığında geleneksellikten kurtulmak pek mümkün değildir. Nitekim tasavvufun en temel itiraz noktası da burayadır. Tasavvuf, ibadetlerin gelenekselleşmesi suretiyle şekilden ibaret kalmasına karşı çıkmakta, özünün ve ruhunun da korunması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Dindarlık hayata uyum üzerine değil, hayatı dönüştürme üzerine kuruludur. Büyük sûfîlerin hayatları bize bunu gösterir. İbadeti adetten ayıran niyet, ihlâs ve huşûdur. 

Geleneğin, aklın alanını daraltması ve sağlıklı çalışmasını engelleme gibi bir tarafı da vardır. Çünkü gelenekte davranışlar, kaynağı ve özü sorgulanmadan yapılır. Delil ve anlam aranmaz. Dinde ise her davranışın Kur’an ve Sünnet’ten dayanağı ve delili aranır. Bu delillere de müçtehit imamlarımız, yani mezhepler üzerinden bağlanılır. Delil ve onun ruhu olan niyet ortadan kaldırıldığında din geleneğe dönüşür. İmam-ı Gazâlî hazretlerine “Hüccetü’l-İslâm” yani “İslâm’ın Delili” denilmesinin sebebi, geleneğin, felsefenin ve bid’atların dine üstün gelmesini engellediği, dini ihyâ edip geleneklerden ayırdığı içindir.

Gelenekselleşmenin olumsuz taraflarından biri de birçok dinî kavramın içeriğinin daralmasına ya da anlam kaymasına sebep olmasıdır. En temel kavramlarımızın dahi dindeki ve gelenekteki anlamları farklı olabiliyor. Mesela dinî ıstılahta “cesaret” nefsine hakim olmak, onu dizginlemek, öfkesini yenebilmek manasına gelirken, gelenekte kendisine diklenene meydan okumak ve karşılık vermek olarak algılanır. Bundan dolayı kendisine hakaret ya da hücum eden birine susmak ve yumuşak davranmak dinde cesarete tekabül ederken, gelenekte korkaklık olarak damgalanır. 

Dinde tevazu, Hak Teâlâ karşısında acziyetini idrak etmenin tabii bir neticesidir ve kalbî bir ameldir. Gelenekte ise üstün olduğunu bilsen bile bilmiyormuş ya da öyle değilmiş gibi davranmayı ifade eder. “Aslında zenginim ama fakir gibi davranıyorum” gibi. Merhamet, dinde tüm varlığınla karşındakine dokunmak, ona dünyevî açıdan acı gelse bile uhrevî açıdan faydalı olmak manasına gelirken, gelenekte sadece acıma olarak karşılık bulur. Bundan dolayı çocuklarını sabah namazına acıdıkları için kaldırmayanlar dine göre aslında büyük bir merhametsizlik yapmış olurlar. Misaller çoğaltılabilir.

Asr-ı Saadet’ten
bugüne akan nehir

Gelenek, başka yönlerden olumlu manalar da ihtiva eder. Çünkü geçmişten bugüne, bugünden geleceğe akan bir nehir gibidir. Haliyle İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet’i bize taşıyan da bu nehirdir. Gelenek özellikle şeriatın şeklini ve zâhirini koruyup bize taşımıştır. 

Anlamın korunması ise İslâmî geleneğe tekabül eden başka yöntemlerle olmuştur. Bu “sahih anlamın” korunması özellikle fıkıh ve kelam alanında mezheplerle, tasavvuf alanında ise tarikatlarla olmuştur. Bu mana fıkıh, kelam ve tasavvuf ilimleri sayesinde, daha doğrusu bunları sistematik ilmî yapılar haline getiren ekoller sayesinde korunup taşınmıştır. Bu nedenle İslâm’a içeriden ya da dışarıdan saldıranların ilk hedefi doğrudan Kur’an değil, ondan akan nehir olan ve bir bakıma dinî geleneğe tekabül eden mezhep ve tarikatlar olmuştur. 

Taklitçilik maskesi üzerinden tarikatlara ve mezheplere, onun üzerinden de hadis-i şeriflere ve Sünnet’e saldırılmaktadır. En son sıranın Kur’an’a gelmesi ise kaçınılmazdır. İşte bundan dolayı bugün Müslüman âlimlerin, daha öncekilerin yaptığı gibi anlamlı ve faydalı söz söyleyebilmesinin ön şartı, bu manadaki gelenekle sahih bir irtibat kurmuş olmalarıdır. Unutulmamalıdır ki vahiy Peygamber sallallahu aleyhi vesellemle yola, sünnetle de geleneğe dönüşür. Bir şeyin dünden bugüne gelebilmesi bu manadaki gelenekle mümkündür. 

Nitekim Müslüman toplumların devamlılığı ve İslâm’ın sonraki nesillere intikali bu manada kastedilen gelenekle mümkün olabilmiştir. Müslüman toplumlarda insanlar dinlerini gelenek ve göreneklerinin ana unsuru olarak görmüştür. “Dinine, örfüne, geleneklerine bağlı” tabiri din ile gelenek arasındaki bu tabii ilişkiye atıf yapar. 

Aile ise bu geleneğin aktarımında temel rol oynar. Ebeveyn veya aile büyükleri sadece dinî bilgileri aktarmakla kalmaz, dindar kişilikleriyle de nesilden nesile dini taşırlar. Buna elbette bazı kültürel unsurlar da eklenir. Böylece dinin görünür hale geldiği hayatın çeşitli alanları, insanların bilinçli veya bilinçsizce dini tanıma imkânı bulduğu alanlardır. 

Ulema dinin kültürel kısımlarına büyük bir dikkatle yaklaşır. Çünkü bid’at hassasiyeti bunu gerektirir. Fakat meseleye sosyolojik açıdan bakılırsa İslâm’ın tarih boyunca hayatiyetini bu şekilde koruyabildiği göz ardı edilmemelidir. Bir dönemde düşünce ve fikir üretilmese de kültürün ve geleneğin bizatihi taşıyıcı olması bile büyük iştir.

Toplumların çoğunluğunun taklit üzere olmaları, geleneğin işlevini ve değerini artıran başka bir husustur. Taklit, kolaycılığa kaçmak olmakla birlikte Müslümanların çoğunluğu için güvenli bir yoldur. Taklit eden kişi boyunu aşan sulara girmek istemez. Aklının ermediğini düşündüğü alanlara yanaşmaz. Bunun yerine bu alanda yetkin bir âlime, genellikle bir müçtehide, yani bir mezhebe teslim olur, onu taklid eder. 

Yarınki nesiller için

Netice itibarıyla geleneği kökten reddetmek dinini ve medeniyetini reddetmek anlamına gelebileceği gibi, tamamen kabullenmek de dinin aklî ve kalbî tarafını göz ardı etmek manasına gelebilir. O halde deyim yerindeyse güzel meyve alabilmek için geleneğin dallarını ve dikenlerini temizlemeli, zararlı unsurlarını din ağacının ana gövdesinden ayırmalıyız. İhlâslı bir kulluk için amel ve ibadetlerimizi gözden geçirmeli ve kendimize şu soruları sormalıyız: 

Amellerim bir alışkanlık mı yoksa niyet ve ihlâsla bütünleşmiş bir ibadet mi? İbadetlerimde sadece bedenim mi var, yoksa aklım ve kalbim de katılıyor mu? Amellerim atadan dededen bir geleneğe mi dayanıyor, yoksa dine mi? Sırf herkes yapıyor diye görece önemsiz şeylere çok mu değer veriyorum veya kimse pek yapmıyor diye daha önemli şeyleri terk mi ediyorum? 

Öncelik sıralamamızı Hak Teâlâ’nın önceliklerinin karşılığı olan farz, vacip, sünnet, nafile… sıralamasına dikkat ederek belirlemeli, bir nafileye çok dikkat ederken bir farzı terk etmemeliyiz. İbadetlerimiz başta olmak üzere tüm yapıp ettiklerimizi dine dayandırmalı, dinin müsaade ettiği alan içinde mi yoksa dışında mı diye bakmalıyız. 

Ehl-i Sünnet üzerinden itikadımızı, fıkhî mezhepler üzerinden zâhirî amellerimizi, tarikatlar üzerinden bâtınî amellerimizi ve ahlâkımızı düzene sokmalı ve bunları bir bütün halinde sonraki nesillere aktarmalıyız. Unutmamalıyız ki bunlarla bağı koparmak dün ile bugünün, bugün ile yarının irtibatını koparmaktır. Bu anlamdaki gelenekle irtibatı koparmak bugünkü nesiller ile yarınki nesiller arasındaki köprüyü yıkmak demektir.




Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy