Aramak

Hüseyin H.Arslan

Daha ilk gördüğümde gördüğümün o olduğunu bilmiştim. Oysa daha önce fotoğrafını bile görmemiştim. Kalabalığın arasındaydı, etrafındakileri dinliyordu. Hani birini görünce giyim kuşamından, hal hareketlerinden kim olduğunu ne iş yaptığını bilirsiniz ya, işte öyle bir bilmeydi benim onu bilmem. Karşısındaki düğümlenmiş bir meseleyi anlatıyor, anlattıkça düğümleniyordu; alnındaki ter boncuk boncuk damlıyordu. 

Sonra o konuşmaya başladı. Her kelimesi bir düğümü çözer gibiydi. Konuştu, öyle uzun uzun değil, küçük bir anahtarın kocaman bir kilidi açması gibi. Cümlelerini bitirip yola doğru yöneldiğinde adamcağızın düğümleri çözülmüş, yüzüne bir tebessüm gelip konmuştu bile. Şimdi bütün düğümleri çözülmüş biriydi artık. 

“Bu o” dedim içimden, “Benim de düğümümü çözecek el, işte bu o.” Peki nasıl anlatacaktım kendimi, düğümlerimi nasıl gösterecektim? Deminki adam gibi yoluna çıkıp “Benim de düğümlerim var, bir el atsanız” mı demeliydim? Böyle yapamazdım.

O yürüyüp gidince etrafına toplanan kalabalık bu sefer ardına düştü. Biz de. Allahım, sanki her adımda düğüm çözer gibi yürüyordu. Bu düğüm meselesinin zihnime nereden gelip yapıştığını düşündüm sonra. Kendi meselemi düğümle izah etmemiştim ki hiç. En fazla girdaptayım diyordum. Beni içine almış, döne döne dibe çeken bir girdaptaydım bana göre. Tumturaklı teşhis ve tanımlar yapacak kelimelerim yoktu. Dinlediğim şarkılardan oluşturduğum bir hayat felsefem vardı sadece. Bu girdap benzetmesi de oradan. Ağır metal müzikler dinler, onların altında ezilir kalırdım. Söylenmez ama yediğimiz içtiğimiz de doğru şeyler değildi o zaman. 

İşte bu durumda iken yine bir girdaba düşmüş, dönmekten başımın kopacak gibi olduğu bir vakit “Kalk gidiyoruz” demişim arkadaşıma, sonra bir otobüse binmişiz. Binmişiz diyorum, çünkü hatırlamıyorum bunları ve yolda kendime gelip otobüste ne işimiz olduğunu sorunca anlatmıştı olup bitenleri. Neden böyle bir şey yaptığımı düşünürken, beni okulda her gördüğünde tevbe etmem, bir yola girmem için sıkıştırıp duran Ferhat’ın o gün “Akşam köye gidiyoruz, otobüs bizim yurdun önünden akşam dokuz gibi kalkacak. Gel kurtul, çözülsün artık düğümlerin” dediğini hatırladım. “Ne yaptık biz dostum!” dememe kalmadan arkamdan “Ya işte böyle getirirler adamı” diyen Ferhat’ın sesiyle irkildim. Şimdi de arkadaşım, Ferhat, ben ve düğümlerim yan yana yürüyorduk ardı sıra. 

Kalabalık camiye girince duraksadım birden, galiba bir şey yapmamız gerekiyordu, bir şey eksikti. Tam o sıra Ferhat çekti kolumdan “önce abdest almalıyız” dedi. İyi de ben abdest almasını bilmiyordum ki. Uğur’la göz göze geldik. Yapacak bir şey yoktu, Ferhat’ı takip ettik mecburen. Daha çocukken dedem beni bir kere cumaya götürmüş, caminin şadırvanında abdest aldırmıştı. Bunu hatırlıyor ama abdesti nasıl aldığımı hatırlamıyorum. O günden sonra hiç abdest almamıştım. Meğer benim düğümlerim daha çocukken atılmaya başlanmış. Ferhat’a bakarak yalan yanlış bir abdest aldım. Soramıyordum, Ferhat da anlamış gibi yavaş yavaş yaptı her şeyi. 

Bambaşka bir boyuttaydık. Yeni yeni anlamaya başlamıştım. Böyle bir ortama hiç girmemiştim. Genç yaşlı hemen herkes takkeli, çoğu da sakallı idi. Böyle insanlardan kaçardım ben. Yobaz ve cahil olduklarını düşünürdüm. Daha doğrusu öyle düşündürülmüştüm. Ferhat ile tanışana kadar. Sınıfta çıkan tartışmalarda bilgisiyle kendini kabul ettirmişti. İyi bir okurdu, o yüzden o varken kimse tartışma başlatmak istemezdi. Ortamlarımıza girmez ama bizden ne kaçar ne tepeden bakardı. Gelir, hal hatır sorar, aldığı notları paylaşır, ödevlerde destek olurdu. Onu tanıyana kadar onun gibi düşünenlere mesafeli oldum hep. 

Zaman geçtikçe Ferhat derinleşirken ben iyice zıvanadan çıkmıştım. Beni tutan hiçbir şey yoktu. Sonra karanlık, kimse kalmadı etrafımda. Bir tek buraya beraber geldiğim ağzı var dili yok ev arkadaşım Uğur ve bir de Ferhat. Ferhat hiç bırakmadı benimle konuşmayı. Hatta birkaç defa gece sokakta bir köşede sızmış bulup eve getirmiş. Uğur anlatmıştı bunları. Yılmıştım bu hayattan. Ailem farkında bile değildi, onlara göre gençliğimi yaşıyordum. Oysa tükeniyordum ben, görmüyorlardı. Kördüğüm olmuştum ben, çözülmüyordu. 

Ferhat önde biz arkada camiye girdik. Girdik ama abdesti bilmeyen namazı ne bilir? Mecbur, yine gözüm Ferhat’taydı, ne yaparsa onu yaptım. Uğur biraz sure, dua biliyormuş, mırıl mırıl okudu, ben gözümün bir ucuyla Ferhat’ı izledim. Sünneti kılmışız. Görevliler vardı camide, onlar ayakta, kalabalık çoğaldıkça düzene sokuyorlar. Bazıları yan tarafta kapalı bir kapının önünde bekliyor. Biz oturuyoruz. 

Bekleyiş. İçimdeki düğümler sıkmaya başladı yine. Bir ara gerisin geri kaçayım mı diye düşündüm. Yandaki kapı açıldı, bir hareketlilik oldu kalabalıkta. Demin dışarıda adamın düğümlerini çözüveren o çıktı odadan. Selam verdi, hayır, sanki kalabalığın düğümlerini çözdü. Kalabalık dalgalandı. Ayağa ne zaman kalktım, nasıl safa durdum hatırlamıyorum. O mihraba geçti, başka bir dünyadan geliyormuş gibi sesiyle. İlk tekbirle beraber gözlerim kontrolümden çıktı. Selam verinceye kadar durduramadım gözyaşlarımı. Ağladıkça genişledim, büyüdüm, açıldım, hafifledim, yeniden var oldum. O günden sonra hiç öyle bir namaz kıldığımı hatırlamıyorum. 

Namaz bitti, “tevbe alacaklar gelsin” dedi görevli. Ferhat’ı ve Uğur’u unutmuşum. Önümdeki kalabalıkla beraber mihraba yöneldim. Bir ip uzattılar, tuttum. “Söylediklerimi tekrar edin, yavaş söyleyin” dedi, o ne dediyse tekrar ettim. “Ya Rabbi ben pişmanım…” Bir ipin düğümleri böyle çözebileceğini ama kalbine bir ışık düğümü atabileceğini bilemezdim. 

Yanından ayrılırken göz göze geldik. Sanki “İşte böyle çözer ve bağlarız” der gibiydi. Sonra anlayacaktım, meğer onların işi çözmek ve bağlamakmış.




Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy