Zikrullah, Allah Teâlâ’yı anmak her ibadetin özüdür. Ebedî saadetin tek kaynağıdır. Allah Teâlâ’nın zikrinden gafil olanın hayatında huzuru ve mutluluğu yakalama imkânı yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmaktadır:
“Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d 28)
Allah Teâlâ Münâfikûn suresinin başından dokuzuncu ayete kadar münâfıkların kötü fiillerini anlattıktan sonra müminleri, mal ve çocuklara aldanma hususunda münâfıklar gibi olmaktan sakındırmaktadır. Girişte mealini verdiğimiz ayet-i celilenin geniş meali şöyledir:
“Ey iman edenler; İslâm’ı kalbiyle tasdik ve diliyle ikrar eden hakiki Müslümanlar! Sahip olduğunuz mallarınız, malî işleri planlayıp yürütme çabanız, ticaretinizdeki gayretleriniz, çocuklarınızın ihtiyaçlarını karşılamak için çabalamanız, çocuklarınızla hoş vakit geçirmeniz ve onları mutlu etme isteğiniz sizi, Rabbiniz’in zikrine vesile olan namaz, zekât, oruç, hac ve diğer salih amellerden alıkoymasın. Rabbiniz’in emrettiği vazifeleri yerine getirmeyi ihmal etmeyin. Her kim böyle yapar, dünya meşguliyeti ile kulluk vazifelerini terkederse, işte hüsrana uğrayacak olan onlardır. Onlar fâni varlıklar ile ömürlerini hebâ ederek selâmet ve saadetlerine vesile olacak vazifelerini terk edenlerdir. Bâki olanı, fâni olanla değiştirenlerdir.”
Yasaklanan nedir?
Kur’an-ı Kerim’de birçok defa dünya sevgisinin tehlikeleri ve dünya hayatındaki imtihanın gerektirdiği üzere bazı şeylerin nefse cazip gösterildiği vurgulanır. Mal hırsı ve evlat sevgisi insanın fıtratında vardır. Ayet-i celile de müminleri bunların Allah’a kulluktan alıkoymaması hususunda uyarmaktır.
Burada şu hususa dikkat edilmelidir: Ayet-i celilede Cenâb-ı Hak tarafından müminlerin aileleriyle ilgilenmeleri, kazanç sağlayıcı işlerle meşgul olmaları yasaklanmış ya da kötülenmiş değildir. O’nun bizden istediği, insan fıtratının bir gereği olarak mala ve evlada gösterilen bu ilgi ve meşguliyetin, hayatın gerçek anlamını unutturacak ve Allah Teâlâ’ya kulluk şuurunu yitirmeye sebep olacak bir sapmaya yol açmamasıdır.
Burada Allah Teâlâ müminlere, mal ve evlatla ilgili meşru hiçbir meşguliyeti yasaklamamaktadır. Asıl maksat, bu meşguliyetlerin müminleri Allah Teâlâ’yı zikretmekten alıkoymasını yasaklamaktır.
İnsan kendisini dünya telaşının girdabına kaptırırsa, âhiret için bir şeyler yapması gerektiğine inansa bile, daha önünde uzun bir hayat bulunduğu yanılgısına kapılıp, mükellefiyetlerini erteleme gafletine düşer. Oysa işin güzeli zamanında yapılandır. Ertelenen işler için ise gelecekte fırsat olup olmayacağı bilinmez. Fırsat ele geçse bile, her vakit kendi yükleri ile gelir. İşlerini erteleyen kişi ise kaçınılmaz son olan ölümle yüz yüze geldiğinde ek süre verilmesi için yalvarır. Ama ömür sermayesi bitmiş, imtihan dünyası sona ermiştir artık. Zaman, yapılanların karşılığının görüleceği gününün vaktini işaret etmektedir.
“Nihayet onlardan birine ölüm gelince der ki: ‘Rabbim, beni geri gönder de boşa geçirdiğim dünya hayatımda sâlih amel yapayım.’ Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. (Artık) onların önünde, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah (kabir) vardır.” (Mü’minûn 99-100)
Dolayısıyla ayet-i celilede şöyle hitap edilmiş oluyor: “Ey iman edenler! Ne mallarınız ne de evlatlarınız sizi meşgul edip Allah Teâlâ’yı anmaktan alıkoymasın. Size Allah’ı ve Allah’ın zikrini unutturmasın.
Nazargâh-ı ilâhî olan kalpler; “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin bulur” (Ra’d 28) fermân-ı ilâhîsi mûcibince Allah Teâlâ’nın zikrinden başka hiçbir şeyle mutmain olamaz.
Zikrin manası ve neticesi
Zikir, umumi manasıyla hatırlamak, anmak demektir. Yani dil veya kalp ile Allah Teâlâ’nın hatırlanması, anılması zikirdir ve bütün ibadetler zikre vesiledir.
Zikrullah: İbadete layık tek varlık olan Yüce Mevlâ’nın ismini, sıfatlarını, emir ve yasaklarını, cennet ve cehennemini hatırlatıp düşündüren, rızasına vesile olan farz ve nafile ibadetleri yerine getirmektir. Namaz, oruç, hac, zekât, cihad, Kur’an tilaveti ve tesbihat gibi sırf Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak için yapılan taatlerdir. Her kim mal ve evlat ile uğraşacağım diye bunlardan yüz çevirir veya ihmal ederse işte o zaman zarara uğrayanlardan olacaktır.
Mal ve evlat, dünya ve içindekiler fânidir. Onların sevgisiyle gaflete düşenler Allah Teâlâ’nın katında zillet ve zarardan başka bir şeyle karşılaşmaz. Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurulmaktadır:
“Mallar ve evlatlar dünya hayatının süsüdür. Bâki kalacak sâlih ameller ise, Rabbin’in katında sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır.” (Kehf 110)
“Sizi huzurumuza yaklaştıracak olan ne mallarınız ne de evlatlarınızdır.” (Sebe 37)
İyi bilinmelidir ki kalpler başka bir şeyle değil ancak Allah’ın zikriyle ve Allah’ı anmakla mutmain olur, huzur ve tatmin bulur. Her şeyin başlangıcı ve sonu Allah’a bağlıdır. Bütün sebepler O’ndan başlar ve dönüp dolaşıp O’nda son bulur. Mümkün olan her şeyin akışı O’nda biter. Allah, daha üstü ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh, yüceler yücesidir. Ne maddi âlemde ne de kalp âleminde O’ndan güzeli ve üstünü olmadığı için kalbin daha güzelini isteme imkânı ve ihtimali yoktur.
Kalpler, Allah Teâlâ dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğine ulaşırsa ulaşsın, hepsinin daha iyisi ve daha üstünü bulunduğundan hiçbiriyle yetinemez. Hep ulaşamadığının arzusuna kapılır ve bunun doğurduğu tatminsizliği yaşar. Bu nedenle dünyadakilerin hiçbiri kalbi teskin edemez. Allah Teâlâ’nın rızasının bulunmadığı ne mal ne de evlat sevgisi kalbe mutluluk kaynağı olabilir. Mutluluk kaynağı olmak şöyle dursun, böyle kalpler dünyaya düşkünlüklerinden dolayı dünya kadar dert taşırlar. Istıraptan ıstıraba savrulurlar. Huzursuzluk girdabı içerisinde çırpınır dururlar. Bu çırpınış bir aşk neşvesinin uyandırdığı vuslat heyecanı değildir. Geçici sebeplerin ve boş isteklerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir acıdır ki “Allah” demedikçe sürekli olarak devam eder.
Diğer taraftan Allah’ı tevhid ile zikre devam eden kalp, ilâhî marifetten, Allah’ı zikirden zevk almaya başlayınca bütün maksatların ve bütün işlerin Allah’a döndüğünü anlar ve artık O’ndan yüksek bir makama, O’nun dışında bir maksada yönelmek mümkün olmaz. Dünya meşgaleleriyle, mal ve evladıyla uğraşsa da gönlü bir dem haktan ayrılmaz. El kârda (işte) da olsa gönül yâr’dadır. Dünya ve içindekilere Allah’ın bir emaneti, kendisini O’na yaklaştırmaya bir vesile olarak görür. Dünya ve içindekileri nefsi için değil, Allah’tan dolayı, Allah için ister. Allah Teâlâ’nın hidayete erdirdiği böyle kimseler Allah Teâlâ’ya samimi olarak inanan ve O’nun zikriyle kalpleri huzur, ruhları sükûnet bulan kimselerdir. Onlar öyle kimselerdir ki Allah’ın zikrinden zevk alırlar.
Kayba uğramamak için
Zikirden yüz çevirmek, sadece Allah Teâlâ ile huzuru terketmek değil, O’nun yarattığı her şeyle de huzuru terketmek demektir. Allah’ın zikrinden yüz çeviren, başta kendisi olmak üzere çevresiyle ve kâinatla ilgisi arızalanmış olarak yeryüzünde gezinen, dünyaya niçin geldiğini tam idrak edemediğinden nereye gittiğini bilmeden yaşayan bedbaht bir kişidir. Hayatta gerçek manada değer verilmesi gerekene değil, hepsi bir hayal durumunda olan şeylere değer veren insandan daha acınacak kimse yoktur. Allah Teâlâ’nın zikrinden yüz çevirdiği için ilâhî feyzden mahrum kalarak gittiği yolu tek başına yürümek mecburiyetinde olan kimseden daha kötü talihli kim olabilir? Böyle bir insan hiç yardım almadan, bir kılavuzu ve sığınacak bir noktası olmadan çabalamak, çabaladıkça da bataklığa saplanır gibi dünyaya dalmak zorunda kalacaktır.
Unutmamalı ki bu kâinatın ve içindeki her şeyin hakiki ve yagâne sahibi Allah Teâlâ’dır. İnsanların sahipliği mecazîdir. Dolayısıyla kısa bir süre için elde tutulabilecek, çoğaltılmaya çalışılan ve biriktirilmesinden haz duyulan mallar; kendileriyle sevinç duyulan evlatlar müminleri Allah’ın zikrinden gafil bırakmamalıdır. Dünya kimi Allah Teâlâ’ya taatten alıkoyarsa onlar hakiki manada hüsrana uğrayanlar olacaktır. Çünkü onlar dünyayı âhiretten üstün tutmuş, fâni ve değersiz olanı ebedî ve yüce olana tercih etmişlerdir.
Cenâb-ı Hak bu âlemde her şeyi bir sebebe bağlı kılmıştır. Sebepsiz hiçbir şey yoktur. Her sonuç bir sebebin eseridir. “Hikmet (değerli bilgiler) müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır.” (Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17) Hikmetin manalarından biri de bu sebepler üzerinden hareketle sebeplerin sebebi olan Cenâb-ı Mevlâ’ya yönelmektir.
Âhiret hayatı bu dünya hayatının bir sonucudur. Orada karşılaşılacak her şeyin, her sonucun sebebi bu dünyadaki yapıp etmelerdir. O çok sevilen, Allah Teâlâ’yı unutturan, zikirden gafil bırakan mal ve evlatlar bir gün mutlaka elimizden gider. İlâhî huzura varıldığında ise bu gafletin neticesi, iflas etmiş bir tüccarın durumu gibi hüsrandan başka bir şey değildir.
Yaratılışının bir gereği olarak müminler de gaflete ve hataya düşer. Geçim derdi, mal ve çocuk endişesiyle Allah Teâlâ’nın zikrinden gafil olabilirler. Bu halinin farkına varan mümin, hiç vakit kaybetmeden hatalarına tevbe etmeli, tevbesinden sonra da halini muhafaza edebilmek için Allah Teâlâ’nın yasakladığı o gaflet haline yeniden düşmekten sakınmalıdır. “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve sâdıklarla beraber olun.” (Tevbe 119) ayet-i celilesinde buyurulduğu üzere hayatına yön vermeye gayret etmelidir. Bu dünyada kim olduğunu, önemli ölçüde kiminle olduğun belirler. Nitekim “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165)
Övülen sevgi
Mal ve çocuk imtihan vesilesidir. Bu imtihanı kaybetmeyenin Cenâb-ı Hak katında büyük mükâfatının olduğu unutulmamalıdır. Zira Allah Teâlâ’nın verdiğini hiç kimse veremez, O’nun kazandırdığını hiçbir iş kazandıramaz. Bunun içindir ne mala ne çocuğa ne de başka bir şeye bağlanıp hüsran tehlikesine düşülmelidir. En büyük mükâfatlandırıcı olan Yüce Mevlâ’nın muhabbeti, zikir ve ibadeti mal ve çocuk sevgisine tercih edilmeli ama onları da ihmal edilmemelidir.
Müberra dinimiz İslâm’da sevgi, yukarıdan aşağıya olursa tevhiddir. Yani bir mümin malını ve evladını Allah Teâlâ’dan dolayı, O’nun rızası için sevip kollarsa ve malını O’nun için sarf edip evladını O’nun için yetiştirirse makbuldür. Çünkü buradaki gayret ve sevgi Allah içindir. Allah için yaşanılmayan dünya hayatı ve içindekiler aldatıcı zevkten başka bir şey değildir. Tatlı gibi görünür, fakat tadı anlıktır, acı ve ayrılıkla biter, sonu da cehennem azabı ile neticelenir.
Fahreddin Râzî, Hâzin ve Ebussuud Efendi rahmetullahi aleyhimin beyanlarına göre bu ayet-i celile insanın üzerine farz olan ibadetin terk edilmesine neden olan meşguliyetin haram olduğuna bir delildir. Farzı terketmek haramdır. Bu durumda Cenâb-ı Hakk’a kulluk etmeye engel olan mal ve evlat sevgisi ve meşguliyeti de haramdır. Çünkü fıkhî kâideye göre harama götüren şeyler de haramdır. Bu haramı işleyenlerin fâni olanı bâki olana tercih etmelerinden dolayı ebedî zarara uğrayacakları muhakkaktır. Farzları eda etmeye engel olmayan dünya meşguliyeti haram olmadığı gibi, Allah Teâlâ için olursa sevaptır, mükâfatı vardır.
Diğer engeller de bunlara benzer. Şu halde kulun Allah Teâlâ’nın zikrini terketmesi için bir sebep ve bahane yoktur. İçinde bulunulan her bir vakit için yerine getirilmesi gereken yeni bir görev, o vakitte yapılacak önemli bir iş vardır. Öyle ki o iş başka bir vakitte yerine getirilemez.
Zikir kalbi mâsivâdan temizlediği için Allah Teâlâ zikri emrettikten sonra peşinden gelen ayet-i celilede infak etmeyi emretmiştir. Bu, zikrin kalbe verdiği kuvvet ve lezzetle infakın kolay gelmesi içindir.
Hayırlı işlerde muvaffakiyet ancak Yüce Mevlâ’nın yardımıyladır.
Hak Subhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir!