Bu soru, evvela imanını, vicdanını ve ümmet şuurunu kaybetmeyen her Müslümanın İslâm dünyasının duyarsızlığına karşı bir isyan çığlığıdır.
Mukaddesatımızı koruma, Müslümanları himaye ve dinimizi müdafaa hususunda daha etkin ve sahici tavır almaya da çağıran bu çığlığın bir muhatabı var mıdır peki?
Siz bu satırları okurken Siyonist İsrail barbarlığı kadın çocuk yaşlı demeden Gazzelileri vahşice katletmeyi sürdürmektedir muhtemelen.
Urumçi’deki toplama kamplarında Doğu Türkistanlı bir kardeşimiz Çin işkencesi altında belki son nefesini vermek üzeredir.
Budistler Arakan’da bir Müslüman köyünü daha yakarken, Patani’de hamile bir Müslüman kadını karnını deşerek öldürmektedirler.
Sih milisleri Keşmir’de ailelerinden kopardıkları Müslüman çocuklarını satmak için organ mafyasıyla pazarlığa tutuşmuştur.
Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Hıristiyan Balaka çeteleri, aç timsahların önüne attıkları Müslümanların diri diri yem oluşlarını keyifle seyretmektedirler.
Pek çok İslâm coğrafyasında kabilecilik asabiyesi ile Müslümanlar birbiriyle savaşmakta, çocuklar açlıktan ölmekte; kırık dökük teknelerle böyle ortamlardan kaçıp kurtulmak isteyen Müslümanlardan birinin cesedi kim bilir hangi sahile vurmaktadır.
Ya da belki şu anda Avrupa ülkelerinden birinde bir camiye, bir Müslüman ailenin evine saldırılıyor; yolda yürüyen Müslüman bir kadın tesettürü sebebiyle taciz ediliyordur.
Mukaddesatımıza hakaret içeren yazılar yayınlanıyor, karikatürler çiziliyor, filmler çekiliyor, tiyatrolar sahneleniyordur.
Bunlar Müslümanlar olarak son yıllarda daha çok maruz kaldığımız katliam, zulüm, saldırı, haksızlık, aşağılanma ve ötekileştirme örneklerinden bazıları maalesef.
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle başlayan bu kötü gidişata mani olunamadığı gibi, her dört kişiden birinin Müslüman olduğu söylendiği günümüz dünyasında giderek artan şiddetin de önüne geçilemiyor.
Yaşanan elim hadiselerden daha kahredici olanı ise İslâm dünyasının zulmü kanıksayan, haksızlıklara karşı önleyici tepkiyi göstermekten çekinen bir zillete katlanmasıdır.
Başlıktaki “Bu zillet ne zaman bitecek?” sorusu, evvela imanını, vicdanını ve ümmet şuurunu kaybetmeyen her Müslümanın İslâm dünyasının duyarsızlığına karşı bir isyan çığlığıdır.
Mukaddesatımızı koruma, Müslümanları himaye ve dinimizi müdafaa hususunda daha etkin ve sahici tavır almaya da çağıran bu çığlığın, adına İslâm dünyası dediğimiz bir muhatabı var mıdır peki?
Bir İslâm dünyası var, ama...
1969 Ağustos’unda bir grup Yahudi, Mescid-i Aksa’yı kundaklayarak yakma teşebbüsünde bulunur. Bu olay Müslümanlar için Yahudi gözüdönmüşlüğünün nerelere varacağını gösteren bir işaret olmuştur. Birkaç Müslüman ülke apar topar bir araya gelir, aynı yılın Eylül’ünde şimdiki adı İslâm İşbirliği Teşkilatı olan İslâm Konferansı Teşkilatı’nı kurarlar. Bugün bu teşkilatta halkının çoğunluğu Müslüman olan ve Müslümanlar tarafından yönetilen 57 üye ülke var. Dünyada Birleşmiş Milletler (BM)’den sonra bünyesinde en fazla üye ülke barındıran bir topluluk bu.
Eğer İslâm dünyası diye Müslümanlara özgü genel bir birlik ve dayanışma yapılanmasından söz edilecekse, halihazırda bunun İslâm İşbirliği Teşkilatı’ndan başka bir alternatifi bulunmuyor. Fakat kuruluşundan bu yana geçen 55 yıl zarfında zahiren İslâm dünyasını temsil eden bu yapı, İslâm’a ve Müslümanlara yönelik başka coğrafyalardaki saldırıları önlemedeki yetersizliği bir yana, Filistin’i bile korumakta acze düşmüştür.
“Filistin’i bile” diyoruz, çünkü İslâm İşbirliği Teşkilatı esas itibariyle Filistin’deki Yahudi yayılmacılığına ve Kudüs’ün işgaline mani olmak için kurulmuştur. Kuruluş metinlerinde İslâm ülkeleriyle işbirliğine dair amaçlarını ifadede genel geçer bir dil kullanırlarken, Filistin’in adını, “Filistin halkının mücadelesini desteklemek ve onlara yardımcı olmak” maddesinde özellikle zikretmişlerdir.
Teşkilat bünyesinde “Kudüs Komitesi” diye özel bir birim oluşturulmuştur. Buna rağmen 55 yıl önce fark edilen bir tehlikenin bu kadar büyümesi, Yahudi vahşetinin bugünkü boyutlara ulaşması; Batı’nın İsrail’e desteği ile yahut bizim imkânsızlık bahanemiz ile geçiştirilemeyecek bir zaafa işarettir.
Zulme ve zalime müdahaleden alıkoyan bu zaaf; bazen korkudur, bazen dünya düşkünlüğüdür, bazen ufuksuzluk yahut ahmaklıktır. Sömürge valisi gibi davranan Batı’ya bağımlı yöneticilerin veya birbiriyle kavgalı Müslüman ülkelerin fikir ve eylem birliğimizi engelleyen tavrıdır bazen de.
Fakat her ne olursa olsun, mutlaka mümin duruşunu kaybettiren bir savrulmanın, dolayısıyla bir iman probleminin alametidir ki zillet dediğimiz şey tam da budur.
İzzet ve zillet tasavvurumuz
Zillet bir kişi ya da topluluğun izzetini kaybetmesidir. İzzet elde edilen güç ve imkânlarla kazanılan “büyüklük, üstünlük ve saygınlık” diye karşılanıyor günümüz sözlüklerinde. Dolayısıyla zillet de “zayıflık, güçsüzlük, itibarsızlık, hor ve hakir duruma düşme hali” diye tanımlanıyor. Ancak her iki tarif de izzet ve zilletin gerçekte ne olduğunu anlatmaya yetmiyor.
Çünkü izzet de zillet de, güç veya güçsüzlükten ne anlaşıldığı bir yana, kulun sahip olduğu kudret veya maruz kaldığı zorluk karşısındaki tutumu ile ilgili.
Bunu göremediğimiz içindir ki küfür ehlince toprakları işgal edilen, zulme uğrayan, hukuku çiğnenen, öldürülen kardeşlerimizi zelil; böyle musibetlerden azade, rahat, dertsiz tasasız hayat sürenlerimizi aziz sanıyoruz.
Müslümanlar olarak “Bu zillet ne zaman bitecek?” çığlığının asıl muhataplarına yönlendirilebilmesi için izzet ve zillet anlayışımızı da İslâm’ın ölçüleriyle yeniden düzeltmemiz gerekiyor şu halde.
Kur’an-ı Kerim’de “İzzet Allah’a, O’nun Resûlü’ne ve müminlere mahsustur” (Münâfikûn 8) buyurulur. Yani insanı izzetli kılan güç; servet, mal mülk, mevki makam, sayı çokluğu değil, kâmil imandır. Mümin, sırf mümin olmak vasfıyla her halükârda azizdir. Allah Teâlâ’nın gerçekten iman edenleri ortaya çıkarmak için bir imtihan olarak “iyi ve kötü günleri insanlar arasında döndürmesi” (Âl-i İmrân 140) hakikati mucibince bazen fakir düşebilir, zulme uğrayabilir, kâfirlerle tutuştuğu bir savaşta mağlup olabilir. Mümin bu ve benzeri hallerde “mümin duruşunu” koruyorsa azizdir.
Fakirlik halinde mümin duruşu; sabırlı ve kanaatkâr olmak, zaruret bahanesiyle harama yaklaşmamak, şikâyetten ve Allah’tan başkasından bir şey istemekten kaçınmaktır.
Zulme maruz kaldığında buna razı olmamak, karşı çıkmak, o zulmü giderinceye kadar bütün gücüyle mücadele etmektir.
Yenilgi halinde ise yılgınlığa, ümitsizliğe kapılmamak; mağlubiyet psikolojisiyle küffara benzeme zilletinden sakınmaktır.
Öte yandan insanların korunaklı yapılarda güvenli bir hayat sürmesi, maddi imkânlara ve yaptırım gücüne sahip olması da onları izzetli yapmaz. Hatta bu güç ve imkânlar, dünyadaki açlık, haksızlık, zulüm ve katliamlara engel olmak için seferber edilmiyorsa, korkaklık, cimrilik veya bencillikle zelil kılar sahiplerini.
Nerede olursa olsun dinlerini, vatanlarını ve iffetlerini korumak için hayatları pahasına mücadele eden Müslümanlar, öldürülseler, aç ve açıkta kalsalar, yenilgiye uğrasalar da dünyanın en izzetli, en şerefli insanlarıdır.
Kim zelil, kim aziz?
Şunu söylemeye çalışıyoruz: Nerede olursa olsun dinlerini, vatanlarını ve iffetlerini korumak için hayatları pahasına mücadele eden Müslümanlar, öldürülseler, aç ve açıkta kalsalar, yenilgiye uğrasalar da dünyanın en izzetli, en şerefli insanlarıdır.
Zelil olanlar, ellerinde imkân olmasına rağmen kardeşlerine yardım etmeyen, onların mücadelesine bigâne kalan Müslümanlardır.
Mazlum Müslümanlara yardım ya da destek adına zalimleri kınama metinleri yayınlamak, Batı dünyasının hegemonyası altındaki kurumları müdahaleye çağırmak, sorumluluktan kaçış değilse de, gâvurdan medet umma ahmaklığıdır.
Dün Sırpların Srebrenitsa’daki Boşnak katliamına, bugün İsrail’in Gazze’deki vahşetine fiilen de katılan Batılı devletlere bel bağlamak, onların hak hukuk, adalet, insanlık söylemlerine hâlâ itibar etmek gibi bir ahmaklığın bu türlüsü de zillettir.
Böyle bir ahmaklık, Müslüman coğrafyalardaki zulüm ve işgali önlemede etkili olabilecek en doğru, en acil çözümü, İslâm ülkeleri arasındaki savunma amaçlı ortak askerî bir yapılanmayı da değersizleştirerek dumura uğratmaktadır.
Özellikle bazı Arap ülkeleri,1945’ten itibaren oluşturdukları çeşitli koalisyonlarda birlikte ordu kurma girişimlerinde bulunmuş, fakat bu ordular yine Arap ülkelerinden başka bir bloğa karşı kendi çıkarlarını korumak üzere tasarlanmıştır.
En son 2015’te DEAŞ terörü bahane edilerek Suudi Arabistan önderliğinde kurulan “Teröre Karşı İslâm İttifakı” çerçevesinde, İslâm ülkelerindeki terör örgütleriyle mücadele için teşkil edilen sözde “Ortak İslâm Ordusu” ise maruz kaldığımız zilletin en rezil tezahürlerinden biridir.
Çünkü bunun Ortadoğu’da ABD’nin tetikçiliğini yapmak, Müslüman ülkeler arasındaki kamplaşma ve husumeti derinleştirmek amacıyla hayata geçirilen bir ABD-İsrail projesi olduğu, onlara şirinlik yapmak adına gizlenmemiştir bile.
Zaten şimdiye kadar bu orduların hemen yanıbaşlarındaki İsrail’e karşı Filistinli mücahitlerle birlikte savaşmak gibi bir niyeti hiç olmamıştır. Meselelerimizi mümine özgü bir bakışla tespit edip, mümin hassasiyeti ile çözmeye koyulmadıkça da olmayacaktır.
Eksiğimiz mümin hassasiyetidir
Bugün artık mazlum Müslümanların emniyet ve hukukunu da, mukaddesatımızı da koruma hususunda kendi işimizi mümin kimliğimizle kendimiz görmek zorunda olduğumuzu kabullenip harekete geçmedikçe bu zilletten kurtulamayacağız.
Ümit kırıcı kötü tecrübelere rağmen Kur’an-ı Kerim’de beyan buyurulduğu üzere, “Allah’ın ve Müslümanların gizli açık bütün düşmanlarını korkutup caydırmak için her türlü askerî güç, imkân ve işbirliğini” (Enfâl 60) sağlamaya mecburuz. Bunun için maddî kaynağımız da var insan kaynağımız da. Ama işte mümin kimliğimizi yitirdiğimizden olmalı, bu kaynakları heba etmekten öte, zilletimize sermaye yapıyoruz.
Mesela İslâm İşbirliği Teşkilatı 2005’ten beri her dört yılda bir “İslâmî Dayanışma Oyunları” adıyla İslâm ülkelerinin katıldığı bir çeşit olimpiyat düzenliyor. Bunun için ayırdığı devâsâ bütçeyi, aralarında artistik jimnastikten plaj voleyboluna kadar teşebbüh zilletinin tezahürü pek çok branşın olduğu spor müsabakalarının organizasyonu için harcayabiliyor.
Yahut petrol zengini Müslüman ülkelerden bazıları, milyar dolarları emekliliği gelmiş yabancı futbolcuların hesabına yatırabiliyor.
Hâsılı, her türlü maddi imkânımız var ama 1567’de Portekiz işgaline direnmeleri için İstanbul’a 9 bin kilometre uzaklıktaki Açe Müslümanlarına 17 savaş gemisiyle silah, cephane ve kurmay subay gönderen Osmanlı’nın mümin hassasiyeti yok.
O hassasiyet, 1918 gibi en zor zamanında bile Rus ve Ermeni işgali altındaki Bakü’yü kurtaran bir İslâm ordusu kurdurmuştu Osmanlı’ya.
İslâm dünyası olarak NATO benzeri savunma amaçlı ortak askerî bir gücün teşkilini bugün için özellikle zorlaştırdığı düşünülen ve çokça konuşulan problemler de iman zafiyetinin eseri aslında.
Batı’ya bağımlılığımız, aramızdaki anlamsız tefrikalar, mağlubiyet psikolojisi bunların bir kısmı. Müslüman halkların İslâm ordusu kurmak gibi küfür âlemini korkutup sindirecek bir meydan okumanın bedellerini ödemeye yanaşacağından da aynı sebeple emin olamıyoruz.
Yani mesele sadece bazı ülke yöneticilerinin duyarsızlığından ibaret değil. Bu zilletten az veya çok hepimize bir pay düşüyor.
Öfkemizde haklı olmamız öfkeyle
davranmamızı meşru kılmıyor
Müslümanlara karşı yapılacak saldırılara müdahale için güçlü bir İslâm ordusu kurmak, tehdit altındaki İslâm ülkeleriyle savunma işbirliği anlaşmaları yapmak, gayr-ı müslim devletlerde azınlık olarak yaşayan Müslümanların hukukunu korumak ancak İslâm devletlerinin kotarabileceği işler. “Bu zillet ne zaman bitecek” çığlığımızın öncelikli muhatabı ülke yöneticileri bu yüzden.
Onların aralarındaki ihtilaflara yahut duymazlıktan gelen tavırlarına bakıp ümitsizliğe, “bizim söylememizle olmuyor” karamsarlığına kapılıp susmamamız gerekiyor. Barındırdığı çözüm tekliflerini sürekli gündemde tutarak bunların gerçekleşme ihtimalini yaşatmak bu çığlıkla mümkün çünkü.
Fakat öte yandan haklı bir öfkeyi, elbette apaçık bir zilletten duyulan rahatsızlığı yansıtsa da bu feryadın, muhataplarını yanlıştan dönmeye, hakka ve hayra yönelmeye çağıran bir çerçevede tutulması lâzım.
Öbür türlüsü, yani şahit olunan zilleti sadece hakaret amacıyla dillendirmek bu meselede üstlenmemiz gereken, fakat nefsimize ağır gelen sorumluklardan kaçışa bahane yapılabiliyor bazen. Bir ülkeyi, bir yönetimi hedef gösterip bütün kabahati yahut çözüm vazifesini onlara yükleyerek üzerimize düşeni ihmalin verdiği rahatsızlığı böylece bastırmaya çalışabiliyoruz.
Öfkemizde haklı olmamız öfkeyle davranmamızı haklı kılmıyor oysa. Tahkir eden, aşağılayan bir dil bazen de bütün ümmeti hedef alarak ağır bir suizanna dönüşüyor, nefreti körüklüyor, kardeşliğimizi zedeliyor. Birbirimizi sevmemize, birbirimize yardım etmemize, birbirimizin derdiyle dertlenmemize mani oluyor.
“Bu zillet ne zaman bitecek” yakınmasının, izzet arayışının ifadesi olmaktan çıkartılıp başka bir zilleti, nifakı daha da büyüten bir nefret sloganı haline getirilmesi tehlikesine dikkat çekmek istiyoruz.
Kardeşlik hukukumuzu ihlale sevk eden bir tehlike bu. Öyle olduğu içindir ki Efendimiz sallallahu aleyhi vessellemin “Müslüman Müslümanın kardeşidir” buyurduktan sonra, onlar “birbirlerine zulmetmedikleri gibi birbirlerini zalimlerin eline de bırakmaz” (Müslim, Birr 58) ve “birbirlerini hakir görmez” (Müslim, Birr 32) diyerek saydığı kardeşlik icaplarına riayeti unutmuş gibiyiz.
Kalplerimizdekini imanla değiştirmeyince
Başlıktaki “Bu zillet ne zaman bitecek” suali; ne yaparsak, hangi şartları yerine getirirsek bu zilletten kurtulabiliriz” anlamına da geliyor.
Kur’an-ı Kerim’de, “Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d 11) buyurularak bunun cevabı çok net verilmiş. Ayet-i kerimenin bu ibaresi, hususen “Cenâb-ı Hakk’ın hakiki bir iman ve ihlâsla kulluk vazifelerini yerine getiren toplumlara ihsan eylediği nimetleri onlardan almayacağı vaadi” sadedindedir.
Fakat ayetin mefhum-ı muhalifinden “imanda ve kullukta zaaf gösterenlerin, bu hallerini terk etmedikçe Allah Teâlâ’nın onları düştükleri zelil durumdan kurtarmayacağı” manasına da ulaşılıyor. Yani çare, kâmil bir imanla iman etmekte. İman ise sadece dil ile ikrardan ibaret bir iddia değil. İmanın kalp ile tasdiki esastır ve bu tasdikin varlığının yahut sıhhatinin alameti de davranışlarımızdır.
Rabbimiz, “İnsanlar, imtihan edilmeden sadece iman ettik demekle bırakılmayacaktır.” (Ankebut 2) buyuruyor. İşte bugün İslâm âlemi olarak maruz kaldığımız zulüm, saldırı ve haksızlıklar da bize iman iddiamızın hakikatini gösteren imtihanlar cümlesindendir. Ne yazık ki bu mihnetler karşısındaki tutumumuz çoğunlukla bir iman zafiyetine işaret etmektedir.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi vessellemin iman zafiyetinin alametlerine dair hadislerini hatırlayalım. Bunlardan birinde, “(Müslümanlar olarak) birbirinizi sevmedikçe (kâmil manada) iman etmiş olmazsınız” (Müslim, İman 93) diye ikaz ediyor bizi. Diğerinde de “Sizden biriniz kendisi için istediği şeyi (Müslüman) kardeşi için de istemedikçe hakkıyla iman etmiş olmaz” (Buhârî, İman 7) buyuruyor.
Hiç şüphe yok ki bir kısım Müslümanlara reva görülen zulüm karşısındaki tepkisizlik zilleti, bir sevgi ve merhamet yoksunluğunun eseridir. Kendimiz için istediğimiz güvenlik, huzur ve rahatlığı başka Müslümanlar için de isteyip bu uğurda çaba sarf etmekten imtina etmek, insanı küçük düşüren bir bencilliğin alametidir.
Hadis-i şeriflerde beyan buyurulduğu üzere birer iman zafiyetidir bunlar. Hatta bir kötülüğü önlemek için daha fazlasını yapma arayışına girmeden o kötülüğe sadece buğz etmekle yetinen bir duyarlılık dahi yine hadis-i şerifte “imanın en zayıf derecesi” (Müslim, İman 78) diye nitelenmiştir.
İman varsa imkân da vardır
Şu halde çözüm, Rabbimiz’in, “Ey iman edenler, iman edin!” (Nisa 136) davetine icabetle dilde kalan bir imanla yetinmeyip, kalbin fiili olan kâmil bir imanla iman etmektir.
Kâmil iman kulu adalete, cesarete, fedakârlığa, Allah yolunda cihadın her türlüsüne, kanaate, cömertliğe, kardeşlik hukukuna riayete, merhamet ve muhabbete sevk eden imandır.
İmanın ferdî bir yükümlülük olması, tahkîkî bir imanla zilletten kurtulma çabasında tek tek her Müslümanı sorumlu kılar. Bu sorumluluk evvela meselelere, mümin nazarıyla bakmayı gerektirir. Olan biteni doğru anlamanın, doğru tarafta durmanın ve doğru çözümlere yönelebilmenin şartıdır bu.
Zalimlerin terör bahanesine itibar etmeden, yaşananlara kavim asabiyesiyle yaklaşmadan, bunun bir hak bâtıl yahut iman küfür mücadelesi olduğunu görmek de canla başla Hakk’ın tarafında yer almak da böyle mümkün olacaktır.
İmanın ferdî bir yükümlülük olarak zilletten kurtulma çabasında tek tek bütün Müslümanları sorumlu kılması hiçbirimize, “benim elimden bir şey gelmez, birileri bir şeyler yapsın” bahanesiyle edilgenliğe sığınma izni vermez. Bir münkere müdahale gerektiğinde, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, “Kim var?” diye seslenilince sağına soluna bakmadan “Ben varım!” deyip insiyatif almaya sevk eder Müslümanı. Kaldı ki şartları ne olursa olsun, bu zilletten kurtulabilmesi için her Müslümanın yapabileceği bir şey vardır mutlaka.
Yakın-uzak herhangi bir coğrafyada ihtiyaç sahibi kardeşleriyle ekmeğini bölüşebilir mesela. Onlara zulmedenlere doğrudan ya da dolaylı destek veren firmaları boykot edebilir; bu boykotu yaymaya, daha etkin ve sürekli hale getirmeye çalışabilir.
Ümmetin, kendi kavmi dışındaki mensupları hakkında ileri sürülen maksatlı ithamlara itibar etmek yerine, onlarla doğrudan temas kurarak kaynaşma yolunu seçebilir.
Vahdetin inşasına bir tuğla koymak kabilinden, Müslümanların ihtilaflarını değil, ittifak eylediği konuları her fırsatta öne çıkarabilir.
Hiçbir şey yapamıyorsa, Müslümanlara yaşatılan zulmü sürekli gündeme taşıyarak daha geniş kitlelerin, daha etkili kişi veya yapıların duyarlılık göstermesine vesile olabilir.
Ve elbette samimi bir yakarışla dua edebilir.
“Bu zillet ne zaman bitecek?” sualini, “Ne zaman izzet bulacağız?” şeklinde de sorabiliriz. O takdirde sizce de tek ve en tartışmasız cevap, “Yeniden ve gerçekten mümin olduğumuzda!” değil midir?
Hiç şüphe yok ki bir kısım Müslümanlara reva görülen zulüm karşısındaki tepkisizlik zilleti, bir sevgi ve merhamet yoksunluğunun eseridir. Kendimiz için istediğimiz güvenlik, huzur ve rahatlığı başka Müslümanlar için de isteyip bu uğurda çaba sarf etmekten imtina etmek, insanı küçük düşüren bir bencilliğin alametidir.