Aramak

Hadis

İtibarın Zekâtı

Ebû Musa el-Eş‘arî radıyallahu anhudan nakledilen bir hadis-i şerifte şöyle geçer: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kendisinden bir isteği olan biri geldiğinde (yanındakilere) şöyle buyururdu: “Şefaat edin (aracı olun) ve sevap kazanın. Allah Teâlâ da istediğini peygamberinin dili (duası ve şefaati) vesilesiyle yerine getirsin.” 

(Buhârî, Zekât 21, nr. 1432); Müslim, Birr 44, nr. 145)

Şefaat sözlükte “başkasına yardım etmek”, “hemhal olmak”, “bir araya gelmek”, “ortak olmak”, “arındırmak”, “aracılık etmek” gibi anlamlara gelir. Terim olarak şefaat, herhangi bir iş veya sıkıntının giderilmesi için bir başkasına aracılık etmektir. Bu aracılığın sebebi dünyevî veya uhrevî bir menfaat veya sakınılması gereken bir zarar olabilir.

İslâmî kaynaklarda şefaat genellikle kıyamet halleriyle ilişkilendirilir ve daha çok Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin, günahkâr kullarını affetmesi için Cenâb-ı Allah’ın nezdinde aracılık yapmasını ifade eden bir kavramdır. Yine aynı maksatla Kur’an-ı Kerim’e, sâlih kimselere, şehitlere, ebeveynlere kıyamet günü şefaat hakkı verileceği malumdur. 

Kur’an-ı Kerim şefaati; hasene (iyi, güzel) ve seyyie (kötü) diye iki şekilde vasfeder: “Kim güzel bir işe aracılık ederse ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir işe aracılık ederse ona da o işin günahından bir pay vardır. Allah her şeyi gözetip karşılığını verendir.” (Nisâ 85)

Bu durumda şefaatin hükmü sebep olduğu neticeye göre değişir. Cenâb-ı Allah’ın rızasına uygun ve O’na yakınlığa vesile olacak işlerde başkasına aracılık etmek meşrudur. Diğer taraftan O’nun razı olmadığı, yasakladığı bir şeye aracılık etmek ise meşru değildir; haram veya mekruh kapsamında değerlendirilir. 

Dolayısıyla Müslüman, aracı olması istenilen maksada ve kimseye dikkat etmek, seçici olmak mecburiyetindedir. Çünkü şefaat aynı zamanda neticeye ortaklık anlamına gelir ki gerçekleşen işin sevabında ve günahında aracı olanın payı olduğu bir gerçektir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin de buyurduğu gibi: “Hayra vesile olan hayrı yapan gibidir.” (Tirmizî, İlim 14, nr. 2670)

Dünyevî ve uhrevî şefaat

Meşru şefaati niteliği açısından dünyevî ve uhrevî şeklinde iki kısımda mütalaa etmek mümkündür: 

Dünyevî şefaat: Bu dünya hayatıyla ilgili sıkıntı ve ihtiyaçların giderilmesi, ulaşılmak istenen bir menfaat için yapılan aracılıktır. Dünyevî şefaat hem maddi hem de manevi olarak yapılabilir. Maddi olanı sıkıntıda olana yardım elini uzatmak, sıkıntısını gidermek veya onun için aracılık yapmaktır. 

Manevi şefaat ise duadır. Sâlihlerin, mazlumların, anne babaların, hasta, yetim ve mazlumların duası şefaat anlamına gelir ki dünyevî sıkıntıların giderilmesine ve günahların bağışlanmasına vesiledir. Dua için bu kimselere müracaat etmek, dua ile aracılık (şefaat) etmelerini istemek câizdir. 

Uhrevî şefaat ise, âhiret hayatıyla ilgilidir. Mahşer günü hesabı hafifletmesi, günahları bağışlaması için Allah Teâlâ’ya münacatta bulunup aracılık yapmaktır. Bu da ancak Allah Teâlâ’nın izin verdiği kimselere mahsustur. 

Cenâb-ı Mevlâ Kur’an-ı Hakîm’inde şöyle buyurur: “Rahman’ın huzurunda söz almış olanlardan başkaları şefaat edemez” (Meryem 87) “O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez” (Yunus 3) ve onlar da “Allah’ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler.” (Enbiya 28)

Hadis-i şerif, maddi ve manevi dünyevî sıkıntılara aracılık hakkındadır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu vesileyle toplumsal hayatın ortak sorunları ve sorumluluklarıyla ilgili çok önemli hususlara dikkat çekmektedir. 

Hadis-i şeriften anlaşıldığı üzere Müslüman, sıkıntısını veya ihtiyacını ancak güvenilir, itibar sahibi kimselere iletmelidir.

Aslında Müslüman, dünya hayatının inişli ve çıkışlı olduğunu, imtihan ve sıkıntılarla dolu olduğunu bilir. Sıkıntılı halini sadece Allah Teâlâ’ya arz edilmesinin öneminin ve bunun bir iman ve teslimiyet meselesi olduğunun farkındadır. 

Fakat insan tabiatı zayıftır ve dayanma gücü sınırlıdır. Maddi veya manevi, içine düştüğü sıkıntılı hal dayanılmaz bir hale geldiyse bu durumda Müslümana yakışan davranış, sıkıntısını veya ihtiyacını -hadis-i şerifte buyurulduğu üzere- sadece itibar sahibi güvenilir kimselere iletmektir. Nitekim bir hadis-i şerifte Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdular: ‘’İhtiyaçlarınızı yüzü güzel ve ahlâkı güzel kimselerin yanında isteyiniz.” (İbn Ebi’d-Dünya, s. 57; Ebu Ya’la, Müsned, 8/199; Heytemi, Mecmâu’z-Zevâid, 8/195)

Resûlullah’ın yanında

Ashâb-ı Kirâm her sıkıntısını Resûl-i Ekrem Efendimiz’e arzederlerdi. Ödeyemedikleri borçları, karşılayamadıkları ihtiyaçları O’na söylemekten ve yardımını istemekten çekinmezlerdi. Çünkü O’nun müminlere yardım etmeyi sevdiğini bilirlerdi.

Rahmet Peygamberi sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, ihtiyaç sahibi geldiğinde boş çevirmez, ne sıkıntısı varsa halleder, öyle gönderirdi. Elinde varsa verir, hatta gerekirse başkasından borç alır ve o kimsenin sıkıntısını giderirdi. Yahut kendisi aracı olmak suretiyle sosyal bir sorunun halledilmesine öncülük ederdi. Bu tür vakalar genellikle ashabı yanında iken olurdu. O da onları sıkıntıların giderilmesinde ortak eder, hayır işlerine aracı olmaya, sorunların halledilmesinde katkı sağlamaya teşvik eder, sevap kazanmalarını isterdi. 

Bir defasında şöyle dediği nakledilmiştir: “Başkaları için şefaatte bulunun. Ben yapmak istediğim bazı şeyleri, nezdimde şefaatçi olun ve sevap kazanın diye geciktiriyorum.”
(Ebu Davud, Şefaat, nr. 5132)

Yine o anlardan birini Cerîr b. Abdullah radıyallahu anhu şöyle anlatır: 

Bir defasında günün erken vakitlerinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin huzurundaydık. Derken nimâr veya abâ denilen bir kumaşı ortasından delerek başlarına geçirmiş, kılıç kuşanmış, çoğu (belki de hepsi) Mudar kabilesine mensup yalınayak, yarı çıplak bir topluluk geldi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem onların bu yoksul halini görünce yüzünün rengi değişti. Bir içeri bir dışarı gidip geldi. Sonra Bilâl’e ezan okuyup kamet getirmesini söyledi. Namazı kıldırdı. Sonra cemaate hitaben şu mealdeki ayet-i kerimeleri okudu: 

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefsten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar yaratıp yayan Rabbiniz’den sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisâ 1) 

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın.” (Haşr 18)

Sonra şöyle buyurdu: 

“Herkes altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin, hatta yarım hurma bile olsa mutlaka sadaka versin.” 

Sonra Ensar’dan biri zorlukla kaldırdığı bir torba malı sadaka olarak getirdi. Arkasından herkes birbirini izledi. Öyle ki yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştu. Derken Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin yüzünün güldüğünü gördüm, yüzü yaldızlı gümüş gibi parlıyordu. Sonra şöyle buyurdu: 

“Kim İslâm’da iyi bir çığır açarsa, o kimseye açtığı o çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir ve onların sevabından da hiçbir şey eksilmez. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi kendisinden sonra o yoldan gidenlerin günahı da yükletilir. Fakat onların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.” (Müslim, Zekât 20, nr. 69)

İtibarın hakkı

Hadis-i şerifin dikkat çektiği ve üzerinde durduğu asıl mesele, birbirinin sorumluluğu bilinciyle birbirine kenetlenmiş güçlü bir toplum inşa etmektir. 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin kutlu davası bu hedefe yönelikti. Yirmi üç yıllık peygamberlik vazifesi boyunca hep bunun mücadelesini verdi, dayanılmaz sıkıntı ve zorluklara katlandı ve nihayetinde Cenâb-ı Hak ona bu mükâfata erişmeyi nasip etti. Akrabalık bağından daha sağlam, iman bağıyla birbirine kenetlenmiş en hayırlı topluluğu, ümmetini kendisine nasip etti. 

Bu hayırlı ümmetin ilk nüvesi de Ashâb-ı Kirâm’dır. Onlar hem şahsî hem de toplumsal sorunlarını Hz. Peygamber’e arz ediyor, talimatlarına uyup birlikte hareket ediyorlardı. Böylece birlik ve dayanışmanın en güzel örneğini oluşturuyorlardı. Nihayetinde birbirine kenetli, tek vücut halinde hareket etmenin maddi ve manevi faydasına; hem dünyavî hem de uhrevî mükâfatına eriştiler. 

Hadis-i şerifin dikkat çektiği bir diğer husus, zor durumda olanlara yardım elinin uzatılması, bunun için özellikle itibar ve imkân sahibi kimselerin nezdinde şefaatçi olunması –aracılık yapılması- sosyal sorumluluk kapsamında dinî bir vecibedir. Bunun ilk muhatabı sorumluluk mevkiinde olanlar ile kişinin sıkıntılı halini bilen dostları ve tanıdıklarıdır.

Hadis-i şerifte teşvik edilen aracılığı (şefaati) iki şekilde değerlendirmek mümkündür:

1. Sıkıntısı olanlara aracılık yaparak sıkıntılarını bana iletiniz ki Cenâb-ı Allah bu vesileyle (Resûlü’nün hürmetine) sıkıntılarını gidersin. Siz de yaptığınız bu iyilikten dolayı sevap kazanın.

2. İnsanların sıkıntısını imkânlar nispetinde giderin veya giderilmesi için başkalarına aracılık yapın. Eğer ihtiyacı giderilirse siz de bunun mükâfatına erersiniz. Giderilemez ise bu da takdir-i ilâhîdir. Hayra aracılık yapıldığı için yine de sevaba nail olunur.

Müminlerin bir hayır işine vesile olurken, özellikle de toplumsal sorumlulukla ilgili meselelerde itibar sahibi kimselerle birlikte hareket etmeleri, onlarla istişare edip dua, şefaat ve manevi desteklerini almaları işin selameti ve bereketi açısından çok önemlidir. 

Aynı şekilde itibar sahiplerinin veya yetkililerin bu türden hayır işlerde önder olmaları, halkı teşvik edip sevabına ortak etmeleri, sorunların hafiflemesine katkı sağlayacağı gibi birlik ve dayanışma şuurunun yaygınlaşmasına önemli katkı sağlayacaktır. Çünkü doğrudan ve münferiden yapılan iyiliklerde sonuca ulaşılmış olunsa dahi nefs devreye girebilir. Riya, kibir gibi hastalıklar sevaba engel olabilir.

Ashâb-ı Kirâm yaptıkları ve yapacakları hayır işlerini mutlaka Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme arz eder ve bu vesileyle hem O’nun hoşnutluğunu kazanırlar hem de yaptıkları hayır işi bereketlenirdi. Kendi nefslerini geri plana ittikleri için de riya veya gösteriş tehlikesi işe karışmazdı. 

Şefaat ya da aracılık etmek bir itibar meselesidir. Her canlı Allah Teâlâ’nın bir eseri olduğu için itibarlıdır. Ancak çoğu sorunların çözümüyle ilgili aracılık itibar sahibi kimselerin işidir. İtibarı ise kişinin sosyal konumu ve sahip olduğu güce göre değişir. Kiminin itibarı kesbî kiminin ki ise vehbîdir; yani ilâhî lütuftur. Ancak her nimet gibi itibarın da sorumluğu ağırdır ve imtihan vesilelerinden biridir.

İster vehbî isterse kesbî olsun, insan sahip olduğu itibarın hakkını vermekle yükümlüdür. İtibarın hakkı ise tıpkı zekât malı gibi Allah Teâlâ’nın rızası doğrultusunda sarf etmektir. İtibarın zayi olmaması, lekelenmemesi için dikkatli olmak, hata ve günahlardan sakınmak gerekir. Zayıf ve sıkıntılı kimselerin elinden tutmak, onlara kol kanat germek, sıkıntılarının halledilmesi için aracılık yapmak itibarın zekâtıdır. 

Şefaatin neticeleri 

Nimet ne kadar çoksa külfeti de o kadar ağırdır. Herkes bulunduğu konum ve imkâna göre sosyal sorumlulukla yükümlüdür. Toplum nezdinde itibar sahibi veya sorumluluk mevkiinde olanların sosyal sorunlarla, halkın sıkıntılarıyla ilgilenmeleri kamu hakkıdır. İnsanların doğrudan veya dolaylı olarak sorunlarını bu konumda olan kimselere iletmesi hakkıdır. Şüphesiz hakların sahiplerine ulaştırılmasının hem dünya hem de âhirette sonuçları ve karşılığı olacaktır. Bu karşılığın memnun edici olmasını arzu edenlerin geç olmadan durum değerlendirmesi yapması, sorumlu olduğu kimselerin hukukuna riayet etmesi gerekir. 

Hadis-i şerif, sıkıntı çekenlere yapılacak yardımın karşılıksız kalmayacağını, bu karşılığın Cenâb-ı Hak’tan hayır ve sevap olarak alınacağını belirtmektedir.

Müslüman için itibar şefaatin sermayesidir. Onu Allah yolunda kullanmak için fırsat kollar, bulduğu her fırsatı değerlendirir. Allah Teâlâ’nın razı olduğu işlerde tanıdığı ve sözünün geçtiği kimselerin nezdinde şefaatçi olur ve gücü yettiğince Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Fakir, muhtaç, ağır yük ve borç altında olanlara, dertlilere ve hastalara, zulme ve iftiraya uğramışlara, iş bulamayanlara, yetim, yaşlı ve kimsesizlere, yolda kalmışlara yardım eder; gerektiğinde yardım elini uzatmaları için güç ve itibar sahibi kimselere aracılık eder. 

Konuyu Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin yetiştirdiği, her hal ve davranışıyla O’nun sünnetini yaşayan Abdullah b. Abbas radıyallahu anhumânın şefaat hassasiyetini anlatan şu ibretlik kıssa ile tamamlayalım: 

Abdullah b. Abbas radıyallahu anhumâ Mescid-i Nebevî’de itikâftadır. Bir adam yanına gelir, selam verip oturur. İbn Abbas ona: 

– Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum, der. Adam;

– Evet, Ey Resûlullâh’ın amcaoğlu, kederliyim. Falan şahsın benim üzerimde velâ (azatlık bedeli) hakkı var ve ben şu kabrin sahibinin hakkı için söylüyorum, onun bu hakkını ödeyemiyorum, der. İbn Abbâs:

–Senin için o şahısla konuşayım mı, diye sorar. Adam; 

– Siz bilirsiniz, der. 

İbn Abbas hemen ayakkabılarını giyip mescitten çıkar. Adam;

– İtikâfta olduğunu unuttun mu, diye ardından seslenince İbn Abbâs;

– Hayır, unutmadım. Fakat şu kabrin sahibinin şöyle dediğini duydum:

“Kim kardeşinin bir ihtiyacı için adım atar ve ihtiyacının giderilmesini sağlarsa, bu kendisi için on yıl itikâfta kalmaktan daha hayırlıdır. Kim de Allah rızası için bir gün itikâfa girse, Allah onunla cehennem arasında üç hendek yaratır ki her bir hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.” (Beyhakî, Şuâbü’l-İman, 3/424, nr. 3965) 

“Başkaları için şefaatte bulunun. Ben yapmak istediğim bazı şeyleri, nezdimde şefaatçi olun ve sevap kazanın diye geciktiriyorum.” (Ebu Davud, Şefaat, nr. 5132)

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy